Ana SayfaYazarlarBahadır AltanDevlet terbiyesi!

Devlet terbiyesi!


Bahadır Altan*


“Harp okullarında neler oluyor?” 

Bu soru, 1978 Şubat’ında Cumhuriyet gazetesinde Fikret Otyam’ın köşesinin başlığıydı. Işıklar içinde yatsın, Fikret Otyam köşesini bir Hava Harp Okulu (HHO) öğrencisinin mektubuna ayırmıştı. Okulda komuta kademesi eliyle kotarılan faşist örgütlenmeyi, sınav sorularının çalınıp yandaş öğrencilere nasıl dağıtıldığını, Cumhuriyet gazetesinin yasaklanmasını ve bu gazeteyi okuyan sol görüşlü öğrencilere yapılan baskılar dile getiriliyordu.

S. Demirel başbakanlığındaki Milliyetçi Cephe (AP-MHP-MSP) hükümetleri dönemleri, 20 yıllık AKP iktidarı kadar olmasa da sağın devlet içinde kadrolaştığı farklı düşünenlerin kıyıma uğradığı dönemlerdi. Halkta da yeni arayışların, devrimci düşüncelerin karşılık bulduğu, örgütlenmelerin filizlendiği, mücadelenin yükseldiği bir süreçti. Faşist 12 Eylül darbesi, sistemin bu mücadelenin sele dönüşmeden önünü kesme refleksiydi.

HHO kadrosundaki komutanların büyük çoğunluğu da iktidarın aynası gibi seçilmiş Ülkü Ocakları bağlantılı subaylardı. Öğrencilerin çoğunluğu pek belli etmeseler de genel olarak bu despot yönetimden rahatsız, açık kafalı gençlerdi. Solcu diye tanımlanan bizler ise ötekileştirilmeye çalışılanlar, komutanların ifadesiyle “bozgunculardık!” Solculuğumuz da okulda yasaklanan Cumhuriyet gazetesini içeri sokmaya çalışmak, okul kütüphanesinden Köy Enstitülü yazarları, Yaşar Kemalleri okumak ve benzerlerinden ibaretti aslında. Hafta sonları da gizli saklı devrimci dergileri okumaya çalışır, kuşağımızın tartıştığı konulara kafa yorardık. Okul yönetimince sık sık aramalar yapılır kitaplar yakalanır, cezalar verilirdi. May yayınlarından Atatürk Ansiklopedisi  bulundurduğum için hapis cezası almıştım örneğin. Böyle cezalarla disiplin puanı düşürülerek okuldan atılan arkadaşlarımız oluyordu.

Sorular her daim yandaşlara!

Mezun olacağımız 1978 yılı ilk sömestr döneminde, o zamana kadar zar zor geçer not alabilen bir kaç öğrencinin tam not almaya başladığını fark ettik, kuşkulanıp araştırdık. Okulun İstihbarat Subayı A.T. bu işin başını çekiyor ve sınav sorularını matbaadan çalıp kendisine sadık takım komutanları ve kıdemliler eliyle dağıtımını yapıyordu. İTÜ’den gelen sivil bir profesörün elektronik dersi sınavında soracağı 3 problemin yazılı olduğu kağıdı akşam etüdünde ezberlemeye çalışan “İmam” lakaplı öğrencinin elinden kapmayı başardık. Ertesi sabah okula gelen profesöre dershane girişinde “Sınavda bunlar mı çıkacak hocam?” diyerek verdik. Profesörün yüzündeki şaşkın ifadeyi bu gün gibi hatırlıyorum. Sınav hemen iptal edildi, ama hiçbir soruşturma yapılmadı, yada yapıldıysa da hiçbir şey bulun(a)madı! Biz de sömestr tatilinde belirlediğimiz köşe yazarlarına imzasız mektuplarla durumu anlatmaya karar verdik. Fikret Otyam’a yazacak olan kişi de bendim…

Cumhuriyet gazetesinde mektup yayınlanınca, önce yazan kişiyi bulmaya çalıştılar tabi. Kimin yazdığını tahmin etseler de hiç bir açık bulamadılar. Birbirine sıkı bağlı vefalı dostlardık. 12 Eylül dönemi gözaltıları, işkenceleri sırasında çözülen birkaç kişi dışında kimse arkadaşını ele vermedi. Bu kadim dostluk ve devre arkadaşlığı, şimdilerde farklı düşüncelerde olsak da birkaç kişi dışında sürüyor.

İktidarların ‘Özel’ Harp Okulları…

Askeri okullar ve özellikle de ordunun komuta kademesini oluşturacak subaylar yetiştiren Harp Okulları, her iktidarın kendi hegemonyasını mutlak hakim kılmaya çalıştığı kurumlar oldu. Kendine sadık bir ordu üst kademesi oluşturmak için askeri okulları yeniden şekillendirmeye çalıştılar. Yine de hiç bir zaman bu günkü gibi tümüyle İslamcı-faşist bir ideolojinin kurşun askerlerinin yetiştirildiği okullar haline gelmemişti. Yetmişli yıllarda gizli saklı yandaşlarına soruları verme ve onları sicilen yükseltme ihtiyacı duymaları da bunu gösteriyor. Bu dönemin “cici çocuklarından” bazılarını daha sonra iktidarın eteklerinde, Meclis’te, Ayasofya Cami açılışlarında gördük. En meşhurlarından biri, evinde işlenen Nadira Kadirova cinayetiyle gündeme gelen AKP milletvekili Şirin Ünal’dır!

Eskiden her şeye rağmen, askeri okullardan özgür kafalı, ilerici, demokrat, devrimci subaylar da mezun oluyordu. Bu subayların hemen hepsi 12 Eylül döneminde ordudan ihraç edilince meydan İslamcı faşist cemaate kaldı. Cemaat AKP iktidarında palazlanıp güçlendi. Kendilerinden olmayan subaylara özellikle pilotlara komplolar kurmaya, yıldırıp istifa ettirmeye başladılar. Erdoğan ve Gülen’in çıkar kavgası sonrasında yaşanan 15 Temmuz darbe girişiminden sonra ise bu okullar artık adeta AKP gençlik kolları eğitim merkezleri haline geldi. Gülencilerin yerini Süleymancılar, Menzilciler, İsmail Ağa tarikatı vb almaya başladı. Öğrenci alım yönergesindeki “İrtica ile ilişkili olanların okullara girememesi” koşulunun kaldırılması sadece görüntüden ibaret. Artık Harp Okullarında laik, görece bilimsel, çağdaş bir eğitim ortamı yok. Askeri öğrencilerin sivil kıyafetleri, birçok amiral ve generalleri gibi sarıklı cübbeli! Kemalistlerin, emekli askerlerin ve tabi 104 amiralin en büyük yanılgısı da hala TSK içinde kendi dönemlerindeki gibi en azından laik, Atatürkçü bir ortamın olduğunu sanmalarıdır.

TSK içinde 15 Temmuz’dan bu yana 5 yıldır hala belli aralıklarla 20-30 askerin “FETÖ soruşturması kapsamında  gözaltına alındığı” haberlerini izliyoruz. Geçen hafta yapılan son operasyonda ise içinde yüksek rütbeli subayların da olduğu 459 muvazzaf asker gözaltına alındı. Bu artık rutin hale gelmiş ve hiç bitmeyecek gibi görünen operasyonların, Gülen cemaatinin hala TSK içinde faaliyet yürütebilecek güçte olduğu için yapıldığını düşünmek saflıktır. İktidar bu yolla bir yandan askerin tepesinde sürekli sopa sallıyor, öte yandan mağduru oynayarak “düşmanlara karşı” taraftarlarını ve toplumu manipüle ediyor. Rütbesi, makamı ne olursa olsun, herkes her an “Darbeci” veya “Terörist” ilan edilerek gözaltına alınabilir.  Bu korkuyla iki asker bile yan yana gelip konuşmaya çekinecek, memleket sorunlarına dair hiçbir fikir taşıyamayacaktır. Sadece TSK değil kuşkusuz, iktidar toplumun genelinde aynı alacakaranlık iklimini hakim kılmaya çalışıyorlar.

Amirallerin açıklamasına gösterilen tepkinin bu denli orantısız olmasının sebebi de budur. Böylece diğerlerinin, emekli ve muvazzaf meslektaşlarının, Meral Akşener gibi saldırıya katılmasa da tümüyle sessiz kalmasını sağlayabiliyorlar. 12 Eylül’de devrimci subaylar ordudan atılırken sessiz kalan Amirallerin demokratik haklarını savunmak da ADAM-DER (Askeri Darbelerin Asker Muhalifleri) üyesi eski askerlere, HDP’ye, insan hakları savunucularına kaldı. Emekli askerler Montrö Sözleşmesi, Kanal İstanbul veya İrtica tehlikesinden değil, örneğin su sıkıntısından söz etselerdi de aynı tepkiyi göreceklerdi. Çünkü iktidarın korktuğu şey darbe veya darbe çağrıştırılması değildir. Bunun artık mümkün olmadığını, TSK içinden böyle bir hareketin artık ancak Erdoğan’ı sarayda tutmak için gelebileceğini çok iyi biliyorlar. Asıl kabusları bir araya gelen muhaliflerin çığ gibi büyüyecek sesleridir. 104 Amiralin birlikteliği, (arkasını getirecek cesaret ve kararlılıkta olsalardı) bunu tetikleyecek bir örnek olabilirdi. Asıl kabusları budur.

‘Devlet Terbiyesi!’

İlker Başbuğ, Balyoz davasından tahliye olduğu günlerde iktidara yönelik eleştirel sözler beklentisiyle sorulan sorulara “Benim devlet terbiyem meşhurdur!” diyerek sessiz kalacağını, iktidarı eleştirmeyecek, muhalif bir tutum almayacak, bir anlamda yapılanları sineye çekeceğini ifade eden bir cevap vermişti. Bunu söylerken adeta “terbiyesiyle”  övünüyordu!

Kamuoyuna bir açıklama yaptılar diye hedef tahtasına oturtulan 104 amiralde de benzer bir tavır gözleniyor. Anayasal hakları, ifade özgürlükleri gasp edilmiş insanların haklı öfkesi, isyanı ve aynı günlere rastlayan Kobane Davası’na “yargılanmaya değil yargılamaya geldik” diyen HDP’lilerin kararlılığı da görülmüyor askerlerde. Amirallerin içinde sadece Türker Ertürk’ün sesi duyuluyor. Ertürk gözaltında hukuksuzca 8 gün kaldıktan sonra ayağına takılan elektronik kelepçeyi çok haklı olarak utanç değil onur madalyası olarak görüyor. Mahkemenin koyduğu yurt dışı yasağına tepki gösterirken ise kaçma gibi bir düşüncesinin olamayacağını, daha önce de yurt dışına gidip geldiğini söylüyor. “Bana neden yurt dışı yasağı konuyor? Bana git desinler gideyim, gel desinler geleyim!” şeklindeki söyleminde ise Başbuğ’un terbiye tınısı var!

Oysa biraz etraflarına baksalar ne kadar çok örnek var. Şimdiye kadar hep görmezden geldikleri boyun eğmeyen, zindanlarda bile mücadeleye devam eden on binleri, o elektronik kelepçeleri fırlatıp atan devrimcileri, Karadeniz’in derelerini savunan kadınları görecekler.

Sadece emekli askerler değil kuşkusuz. Korkutup sindiremedikleri HDP ve bileşenleri dışında CHP ve benzeri muhalefetin tümünde aynı “terbiye” var! Bu da 20 yıldır devleti yöneten, artık devletin ta kendisi olan iktidarın en büyük kozu. HDP ile yan yana gelmekten, kendileri dışındaki farklı kesimlerin anayasal haklarını, insan haklarını savunmaktan korkmaları da aynı “terbiyenin” tezahürü. Her tezkereye evet deyip bütün yayılmacı girişimlerinde iktidarın dümen suyuna katılmaları da bundan. Ermeni Soykırımı’yla, 38 Dersim’iyle, Cizre bodrumlarıyla, Roboski’yle yüzleşememelerinin de temelinde de bu “terbiye” yatıyor!

Çok bilinen bir deneydir: Hayvanat bahçesinde kuşların kaldığı yerin üzerine bir ağ geriliyor. İlk günler ağa çarpıp düşenler olsa da bir süre sonra kuşlar ağın hemen altında kalacak şekilde uçmayı öğreniyorlar. Uzun bir zaman sonra ağ kaldırılıyor ama hiç bir kuş o yüksekliğin üzerine çıkmıyor. Buna da “terbiye” değil Öğrenilmiş Çaresizlik deniyor.

AKP iktidarı, devlet eliyle kendi muhalifleri arasına böyle ağlar, duvarlar örmeyi, hatta onları birbirine düşürmeyi hep çok iyi becerdi. Bu düşmanlıklar ve korku üzerine iktidarını oluşturdu. Ama artık gidişten rahatsızlık duyanların sayıları çığ gibi büyüyor. İşçi, işsiz, esnaf, çiftçi, emekli açlık sınırında; adalet yoksunluğu her türlü ihtiyacın önüne geçmiş durumda. Gün geçtikçe daha fazla kadın erkekler tarafından katlediliyor, daha fazla işçi çalışırken ölüyor. İktidar ise mehteran eşliğinde, sürekli operasyonlarla, yarattığı iç ve dış gerginliklerle, korkuyla üzerimize ağlar örmeye çalışıyor. Üstenciliği ve kibri bir kenara bırakıp bütün açık yürekliliğimizle ve hep birlikte ağların üzerine uçma zamanıdır.


* Hava Harp Okulu’ndan mezun oldu. Hava Kuvvetleri, Anadolu Üniversitesi SHYO, THY ve Pegasus’ta pilotluk ve öğretmenlik yaptı. 12 Eylül döneminde üsteğmen rütbesindeyken iki kez gözetim altına alındı. THY’den sendikal çalışmaları nedeniyle işten atıldı, Gökkuşağı Hareketi adıyla sendikal bürokrasiye karşı alternatif bir model kurarak mücadele etti. Çözüm Süreci ve sonrasında barış mücadelesinde aktif rol aldı. İki dönem Barış Bloğu’nun eş sözcülüğünü yürüttü. ADAM-Der üyesi. Airkule’de havacılıkla ilgili yazılar yazdı, halen İşçi Sözü ve Gazete Karınca’da yazıları yayımlanmakta.



Önceki Haber
JİTEM tetikçisi itiraf etmişti: Cumartesi Anneleri peşini bırakmıyor
Sonraki Haber
Gülizar Turan’ı cinsel saldırıya maruz bırakıp öldüren Cengiz Dok'a verilen müebbet cezası onandı