Ana SayfaGüncelNisan’da ne olacaktı, neden olmadı?

Nisan’da ne olacaktı, neden olmadı?


Sinan Çetin


Yakın tarihe göz atmadan, günümüzdeki ilişki, çelişki ve çatışmayı anlamak zordur. Bu nedenle 80’li ve 90’lı yılları irdeleyerek 2000’lerde yaşananlara daha iyi ayna tutabiliriz. Uluslararası sistemin Gladyo’yu, sosyalizm ve komünizm ‘tehdidine’ karşı kurduğu ve İtalyan mafyasından esinlendiği biliniyor. Ki bu yapı ilk kez İtalya’da deşifre oldu. NATO bünyesindeki özel harp birimleri, Türkiye’de 90’ların başına kadar ‘Özel Harp Dairesi’ bünyesinde kontrgerilla biçiminde örgütlendi. Bu yapı komünizm ‘tehdidi’ adı altında örgütlenip büyüdüğü Türkiye’de birçok darbe, katliam, sabotaj, suikasta imza attı.

90’lara gelindiğinde Avrupa’da deşifre olan Gladyo, Türkiye’de tümüyle olmasa da artık kamuoyu önünde tartışılır ve konuşulur hale geldi. Bunun üzerine yeniden yapılanmaya giden bu şebeke Özel Kuvvetler Komutanlığı bünyesinde örgütlendi. Çünkü Türkiye açısından komünizm ve sosyalizm ‘tehlikesi’ büyük oranda bertaraf edilmişti.

Sovyetlerin çözülüşü, Avrupa ve dünyanın birçok yerinde yapılan darbeler, yine Türkiye’de 12 Eylül darbesiyle komünizm ‘tehdidi’ tümüyle ‘kontrol altına alınabilir’ bir pozisyona geldi. Dolayısıyla uluslararası sistemin ve yerel devletlerin artık bu aparata eskisi kadar ihtiyacı kalmamıştı. Bu nedenle yeniden yapılanmaya ihtiyacı vardı.

Tüm dünyada bunlar yaşanırken Türkiye yeni bir durumla karşı karşıya kaldı. PKK’nin 80’lerde başlayan ulusal kurtuluş mücadelesi, 90’lara gelindiğinde Türkiye ve Ortadoğu’yu etkileyen bir aşamaya geldi. Tam da bu aşamada TSK’ye bağlı Özel Harp Dairesi, Özel Kuvvetler Komutanlığı bünyesinde biçim değiştirerek yeniden örgütlenmeye başladı.

90’larda derin devlet “Devletin çıkarlarını gözetip kollayan, göz önünde olmayan örtülü, örgütlü güç” olarak tanımlanmaya başlandı. Bundan sonraki süreçte MİT, TSK ve emniyete bağlı kontrgerilla, JİTEM ve mafya-çeteleri de devreye koyarak tümüyle kendini Kürt siyasal hareketine göre örgütlemeye başladı. 1993 ve 1998 yılları arasında tüm bu güçler düşük yoğunluklu savaş ve özel savaş stratejisi temelinde örgütlendi. Çünkü gerilla hareketlerine karşı düzenli ordu ile sonuç alındığı görülmemişti. Özel savaş yani Gladyo’nun kontrgerilla yöntemleri kullanılarak devre dışı bırakılmaya çalışılmıştır. Tüm bu süreçler boyunca bu yöntem uzun süreli kullanıldığında bumerang etkisi yaratmış, tersine dönmüştür.

93 ve 98 yılları arasında devletin artık örtülü ve açık ödenekleri mevcut savaşı yürütmeye yetmemişti. Örtülü ödenek dışında devletin tüm kaynakları ve kara para trafiği bu savaşa seferber edilmesine rağmen savaş sonuçlandırılamamış, tersine daha fazla genişleyerek tüm Türkiye ve uluslararası arenada yayılmıştı. Bu durum devletin kurumsal faaliyetleri olan MİT, ordu ve emniyette yeni güç ve iktidar alanları yaratmış, mafya, bürokrasi, siyaset mecraları bu kurumlara göre şekillendirilmeye başlamıştı.

Susurluk kazası bunun en çıplak tezahürüdür. Susurluk’un ilk günlerinde toplumda yükselen tepkilerin akabinde bu kesimlerin zıt kutbunda duran siyasal iktidarların bile işin iç yüzünü gördükten çark etmesi hala hatırda. Nitekim Necmettin Erbakan’ın Susurluk’u aydınlatmak için yapılan çağrıları “Gulu gulu dansı” deyip alaya almasıyla, Tansu Çiller’in ise “Devlet adına kurşun atan da kurşun yiyen de şereflidir” çıkışıyla, Mehmet Ağar’ın “Bir tuğla çekersek tüm duvar yıkılır” sözleriyle bu derin yapılara arka çıkması toplumun beklentilerini boşa çıkarmıştı.

Dolayısıyla halk ortaya çıkan tabloyu görmüş, aslında bu yapıların devlet dışı değil tam da devletin kendisi olduğunu görmüştü. Böylelikle Susurluk’un üstü örtülmeye başlanmıştı. Fakat toplumun gazını almak adına yüzeysel kimi yaptırımlara gidilip, yola devam edilmişti. Gün yüzüne çıkan bazı mafya ve çeteler komik cezalarla kenara itilmişti.

AKP tam da bu sürecin sonucunda ortaya çıktı. Deşifre olmaya başlayan bu yapılarla işlerin yürütülmesi imkansız hale gelmişti. JİTEM, Ergenekon, kontrgerilla, mafya-çete, bürokrasi ve siyasetteki deşifrasyon yeniden bir yapılanmayı kaçınılmaz hale getirdi. Eskimiş yüzlerin yerine yenilerinin ikame edilmesi gerekiyordu.

Fakat değişen öz değil biçimdi. Devletin kuruluşundan günümüze kadar değişmeyen tek yasa, diğer tanımıyla ‘Devletin Tunç Yasası’ olan Kürt meselesindeki değişmez inkar ve imha siyasetine göre şekillendirildi. Ne bir kazayla deşifre olan Susurluk’ta ne de Ergenekon yapılanmalarında esas faaliyet alanı olan “Fırat’ın Doğusu”na hiç geçilmedi. Çünkü ulusalcı, milliyetçi ve siyasal İslamcı kesimlerin ortaklaştığı tek ‘beka’ sorunu buradaydı.

Kürt meselesindeki çözümsüzlük stratejisinde bir ara ‘entegrasyon’ anlayışıyla taktik bir ‘müzakere süreci’ başlatılmış olsa da hiçbir zaman köklü bir çözüm yöntemine dönüştürülmedi. Akabinde uzlaşan bu üç çizgi, devleti yeniden dizayn ederken, güç ve iktidar kavgasına girmeye başladı. Bunun en önemli nedeni ise Kürt meselesinde izledikleri çözümsüzlük politikası ve Kürt ulusal kurtuluş mücadelesinin kendini yenileme ve mücadeleyi toplumsallaştırması, üstüne bölge halklarıyla geliştirdiği mücadele stratejisi oldu.

2014’te Milli Güvenlik Kurulu’ndan çıkan Çöktürme Planı ile birlikte bu süreç yeniden dizayn edilmeye başlandı. Devletin tüm kurumları köklü bir şekilde yeniden el değiştirdi. Cumhuriyet tarihi boyunca ilk defa milliyetçi, ulusalcı ve İslami çizgi aynı potada birleşti. Yapılan ‘devlet içi restorasyon yada temizlik’ bu üç gücün birleşmesiyle şekillendi.

“Allah’ın lütfü” olarak tanımlanan 15 Temmuz kontrollü darbesi AKP iktidarı tarafından bir fırsat olarak değerlendirildi. Fakat ekonomik ve kadro gücünü, Cemaat ile ittifakını bitirdiği ve tasfiye etmeye başladığı gün yitirdi. Bu nedenle iktidarını ve sistemini ayakta tutabilmesi, Kürtlerle yürüttüğü savaşa kaynak yaratabilmesi için yeni ortaklara ihtiyaç duydu. Devletin açık ve örtülü ödeneği artık bu savaşı yürütmeye yeterli gelmiyordu.

Eski derin devlet, mafya-çete örgütlenmesi de hala ulusalcı ve milliyetçi çizginin denetimindeydi. Bunlar da gelinen aşamada büyük oranda kişisel iktidar ve ekonomilerini palazlamaya devam ediyorlardı. Artık eskisi gibi memleketin ‘beka’ sorunundan çok dünyevi işlere ağırlık vermeye başlamış, devletin ve iktidarın ortağı olmaya soyunmuşlardı.

Bu durum siyasal İslam’ın, yani AKP’nin işini zorlaştırıyor, ulusalcı ve milliyetçi çizgiye karşı irtifa kaybetmesine neden oluyordu. Bu nedenle kontrollü darbe sürecini fırsata dönüştürerek içte ulusalcı ve milliyetçi çizgiyi zayıflatmak istedi. Bu da hem ilişki hem de çelişkileriyle bir arada yürümek, ‘beka’ yani vatan, millet, Sakarya naraları atarak Kürtlerle savaşı içte ve dışta büyüterek olabilirdi. Böyle de yaptı. Ama diğer yandan tüm bu kara para, örtülü ödenek ve ekonomik gücü tek elde biriktirmesi gerekiyordu.

İçişleri Bakanı Süleyman Soylu profil olarak savaş ve beka sorunu için en ideal temsilciydi. Derin devleti ve milliyetçi kesimleri çok rahat kendine yedekledi. Mafya, bürokrasi ve siyaset üçlüsünü bir potada buluşturdu. Yeni dönemin Mehmet Ağar’ı Soylu, Alaattin Çakıcı’sı da Sedat Peker olacaktı. Peker tüm bu mafya ve uyuşturucu ticaretini siyasal ve sosyal bir kimliğe büründürerek yürütecekti.

Son 6-7 yıldır yürütülen savaş tam da bu birleşmenin bir sonucuydu. 2014’ten sonra 90’ları aşan bir özel savaş stratejisi (Şok Doktrini) devreye girdi. Beşli şirketler, kara para trafiği ve uyuşturucu ticaretini yöneten tüm yapılar tek elde birleşti. Mersin ve İzmir’den yürütülen uyuşturucu trafiği Türkiye’nin Suriye ve Libya’ya müdahalesiyle bu ülkeler üzerinden işlemeye başladı. Eğer Azerbaycan’daki savaş istedikleri gibi sonuçlansaydı hem Avrupa’dan gelen hem de Ortadoğu’ya giden tüm uyuşturucu ve kara para trafiği tümden bu yapıların kontrolüne geçecekti. Tam da bu noktada iç çelişki ve çatışmalar derinleşti.

MİT’in kontrolündeki Soylu ve Peker’in esas görevi ‘Derin Devlet’e yeniden şekil vermek ve eski ekibin kontrolünden çıkarmaktı. Peker’in “Nisan ayında dönüş biletimizdin” dediği ise Ağar’ın yargılandığı JİTEM dosyasının bozulduğu zamana işaret ediyor. Bu dosyanın bozulmasıyla Ağar ve ekibine ‘Köşenize çekilin’ mesajı verilmek ve etkileri sınırlandırılmak istendi. Ancak durum tam olarak öyle değildi. Ağar hala emniyet, bürokrasi ve siyasette etkin konumdaydı. Üstelik AKP içinde de ciddi bir nüfuz elde etmişti. Derin Ağar’ın Bodrum Yalıkavak Marina’da Alaattin Çakıcı, Korkut Eken ve Engin Alan ile verdiği poz, eski derin devletin yerinde olduğunun göstergesiydi.

Zaten Alaattin Çakıcı’nın AKP-MHP eliyle cezaevinden çıkarılması Peker için meydanı tümüyle daralttı. Ulusalcı ve milliyetçi çizgiye tümüyle teslim olan iktidar da bu dengeler içerisinde operasyonu sürdüremedi. Peker’e sahip çıkamadı. Her zamanki gibi yeniden ‘Kandırıldık’ diyerek kenara itti.

Soylu ve Peker’e verilen görevler bumerang gibi kendilerine dönmeye başladı. İmha ve inkar savaşı istenildiği gibi sonuçlar doğurmadı. Evdeki hesap çarşıya uymadı. İçte ve dışta uygulanan kirli savaşın uzaması ve sonuç alınamaması ekonomik, siyasal ve sosyal olarak sorunları daha da büyüttü. İçteki çelişki ve çatışmalar derinleşti. AKP ve MİT açısından ilk plan istedikleri gibi yürütülmedi. Hem Soylu hem Peker’e yeni bir şans tanıdı. Açıkçası başka şansı da yoktu. Ne Soylu’yu ne de Peker’i devre dışı bırakamazdı. İkisinin de 6-7 yıl boyunca kirli savaşın tüm ayrıntılarına hakim olduğunu bildikleri için, tümden karşılarına almaları halinde tıpkı Ağar’ın dediği “Bir tuğla çekersek tüm duvar yıkılır” durumundalar.

Bu sebeple siyasal iktidar, Soylu ve Peker kapışmasında dengeleri bir süre daha gözetip ona göre pozisyon alma eğiliminde. Hala tümüyle her ikisi açısından nihai kararı vermiş değil.

Peker çektiği videolarda her ne kadar Soylu’yu hedef alsa da esasında MİT ve AKP tarafından kullanıldığını ve bunun Soylu üzerinden yürütüldüğünün farkında. Taktik olarak Soylu’nun Ağar ve ekibiyle uzlaştığı ve 2023 sonrasına hazırlık yaparak Büyük Reis’in kuyusunu kazmaya çalıştığını öne sürüyor. Bu retorikle AKP-MHP tabanını etkileyerek pazarlıkta elini güçlendirmeye ve hala Büyük Reis’e bağlı olduğunu kanıtlamaya çalışıyor.

Tüm bu ilişki, çelişki ve çatışma içerisinde ise toplumsal muhalefetin tepkisinin sanal medya alanından sokağa yansıması esas belirleyici olacak gibi duruyor.




Önceki Haber
İstanbul’a ihanet etmek
Sonraki Haber
Mevcut en güncel haber.