Ana SayfaManşetSiyasetsizliğin yeni sendromu: Irkçılık

Siyasetsizliğin yeni sendromu: Irkçılık


Mehmet Nuri Özdemir


Demokratik ülkelerde iktidarın el değiştirmesi demokrasinin bir rutini iken Türkiye siyaseti açısından 1946’dan beri olagelen vaziyet hep bir olağanüstü duruma ihtiyaç duydu. Sürekli kesintiye uğrayan demokrasinin üzerindeki en büyük handikap uzun süre boyunca ordu vesayetiydi; şimdi ise sivil siyasetin (iktidarıyla-muhalefetiyle) demokrasiyi krize sürüklediğini görüyoruz ve bu da siyasal alanı tekelleştiren, değişimin önümü tıkayan tuhaf bir vesayete dönüştü. İktidar birçok konuda kükremekten vazgeçmesine rağmen muhalefetin ıslah edilmiş gibi afallamaya devam etmesi bu tuhaflığın bir sonucu. İktidar-muhalefet ilişkisine bakınca müesses nizamın (yerleşik düzen) yarattığı psişik bir vaka ile karşı karşıya olduğumuzu rahatlıkla görebiliyoruz. Bu vakalık siyaset biçimi yaşanan alt üst oluşun sürmesine ve toplumun her olaydan sonra etki-tepkilerle işi anlamaya çalışarak daha da tedirginleşmesine neden oluyor. Kürt meselesi, ırkçılık, mülteci sorunsalı, iklim krizinin yarattığı ekolojik tahribat ve her gün biraz daha büyüyen işsizlik toplumu bezginliğe ve de kaderci bir eşiğe doğru sürüklüyor.

İktidarın ve muhalefetin siyaset üzerinde sorun çözmeyen, vesayete dönüşen, benzeşen ve kriz üreten siyasal karakterinin en tehlikeli yanı ‘hem iktidarın el değiştirmesinden hem de onun yerini alacak olan olası iktidardan korkan bir toplum’ gerçekliği yaratmasıdır.[1] Bu tip toplumların en büyük handikabı uzun vadede mevcut sorunlarla yaşamayı öğrenmesi, mevcudu filtresiz onaylaması, itiraz etme yeteneğini kaybetmesi; alt tabakalara karşı etikten, hukuktan, adaletten uzaklaşan bir acımasızlık ve kayıtsızlık; ama iktidar ve muhalefet elitlerine karşı sınırsız rıza aralığında yaşayan bir toplumsal realite.

Kutuplaştıran popülist siyaset tarzının topluma verdiği bir diğer hasar sağlıksız bir iletişim ortamı yaratmasıdır. Birbirinden korkan, birbirini düşman olarak gören bir toplumda insanlar doğal olarak birbiriyle konuşmayı anlamsız ve içi boş bir çaba olarak görmeye başlarlar. Siyasal toplumun sivil topluma kurduğu tuzaklardan biri de budur. Herkesin ve her şeyin politikleştiği ve karşıtlaştığı bir iklimde siyasal iletişimde yaşanan arızanın toplumsal iletişimi tıkamaması mümkün olamazdı; ve bilinçli bir şekilde kapatılan iletişim kanallarının elbette bir hesabı, bir hedefi vardı: Daha çok milliyetçilik, daha çok ırkçılık, daha çok sınıfsal eşitsizlik üzerinden büyümeye çalışan toplum karşıtı devlet arzusu.

Ana akım siyasetin bir türlü yüzleşmek istemediği Kürt Meselesi’nin yukardaki tabloda payı çok belirleyicidir. Bu meselenin çözümünün geciktirilmesi ve zaman zaman konjonktürel iktidarların menfaatlerine kurban edilmesinin yarattığı fiili durum ülkeyi siyasal zihniyet olarak ortaçağ koşullarına geri götürdü. Yaşanan temel krizin arka planında Kürt meselesinin olduğunu görmemek çözümsüzlük aklının yeni taktiğidir. Buna bağlı olarak işsizliğin artması, mülteci sorununa insan onuruna yakışır bir çözüm bulunamaması; ama daha da önemlisi bu çözümsüzlük siyasetinin çürümeye dönüşerek çağımızın en büyük barbarlığı diyebileceğimiz “ırkçılığı” tetiklemesidir. Kürtlere yönelik ırkçılığın yanısıra mülteci sorunsalında AKP’nin mülteci stratejisini tersinden istismar edecek sağ popülist ve ırkçı bir damarın hortladığı görülüyor. Bu damarı ciddiye almak gerekiyor. Yakın zaman önce Avrupa da sağ popülist partilerin yabancı düşmanlığı propagandasıyla ırkçılıktan beslenerek seçimleri kazandığını hatırlayalım. Avrupa’yı geriden takip eden bir ülke olarak Türkiye’nin içinde bulunduğu politik atmosfer AKP sonrası siyaseti doğrudan etkileyecek böylesi bir riske göz kırpıyor.

Yanının buraya kadar olan kısmına özetle ortaya çıkan iklim iktidarın el değiştirmesi gerektiğinin ilanı olmasına rağmen oluşan tablodan yeni bir darbecilik[2] yeni bir ırkçılık, Kürt meselesinde yeni bir çözümsüzlük, yeni bir Türklük montajı devşirme gibi niyetlerin kamuoyunda yerli yersiz tartışılıyor olması muhalefetin bu niyetlere tamamen kapıyı kapatmamasından kaynaklanmaktadır.

Kürtler ve ırkçılık

Modernite ile birlikte Anadolu ve Mezopotamya toplumunun ithal ideolojilerle zehirlendiklerini her zaman akılda tutmak gerekiyor. Ötekiye karşı canlı tutulan öfke ve düşmanlık sayesinde ayakta kalabilen toplumlar bu ithal ideolojilerle önünü göremez hale geldi. Irkçılık modernitenin en barbar yüzü; modernite paradigmasının iyimser anlatısını toza, çamura ve kana bulayan çirkin bir parçasıdır ve hızla yayılan mikrop gibi birçok topluma bulaşmıştır.

Türkiye’de de siyaset alanının yüzleşmek istemediği ve sosyal bilimlerin göz ardı ettiği ırkçılık ideolojisi zayıf bir literatüre sahip olduğundan (kuvvetle muhtemel literatürü boş bırakmak bilinçli bir tercihti) Kürtlerin ve başka halkların yaşadığı ırkçılık pratikleri her zaman “başka bir şeymiş gibi” maniple ediliyordu; ancak Kürtlerin hafızası ırkçılığın yarattığı hasarlarla, izleri asla silinmeyecek kötü hatıralarla doludur. Son zamanlarda yapılan ırkçı saldırı ve katliamlar bu hafızanın güncellenmek istendiğini göstergesidir.

İktidarın HDP üzerinden geliştirdiği radikal güvenlikçi retoriğin faşist güruhların mobilize olmasına ön ayak olduğunu bir çok kesim dillendirdi ki bu çok yerinde bir tespitti; özellikle minik ortağın HDP’lilere “haşere” benzetmesi ırkçılara açık bir çağrı niteliğindeydi. Deniz Poyraz’ın katledilmesiyle başlayan ve birçok yerde HDP’lilere yönelik devam eden ırkçı saldırılar Konya’da göz göre yaşanan katliamla devam etti. Bu saldırıların tümü şüphesiz hakim siyasetin yarattığı ırkçı motivasyonla bağlantılıdır.

Türklerle başlayan bin yıl önceki tarihsel komşuluk ilişkisi Kürt Meselesi siyasallaştıkça kan davası haline geldi. Konya’da altı çocuğuyla birlikte katledilen Yaşar Dedeoğlu’na yeğeni daha önce “bu mahalleden gidelim’ dediğinde ‘70 yaşında adamım bana kimse karışmaz’ demişti; baba Dedeoğlu umudunu bu kadim komşuluktan alıyordu, ama onun bu naif komşuluk arzusu birçok atası gibi onun katledilmesini engellemeyi başaramadı. Kürtlerin tarihsel olarak baş edemediği ve sömürgeciler için taktiksel bir övgü olarak ifade edebileceğimiz bu “ölümcül iyi niyet” geleneksel bir intihar ritüeline dönüştü. Kürdi sosyoloji, bu iyi niyetin arkeolojini yapmakla mükelleftir.

Irkçılığın teşhir edilmesinde istikrarlı ve kararlı davranmak olası ırkçılık vakalarına karşı büyük bir direnç oluşturabilir. Böylesi dönemlerde bir kesimin bile kararlılığı çok belirleyici olur. Haliyle ırkçı saldırıları durdurmak için saldırılar ve katliamlar olduktan sonra kurulan sözü, sağduyuyu ve çabayı katliam öncesine taşımak, Kürtleri zavallı göstermek yerine Kürtlerin belirleyiciliğine, iradesine ve çözüm gücüne odaklanmak, Kürtleri kurbanlık koyun olarak görmek yerine, tam tersine ırkçılığa geçit vermeyecek olan özne olarak görmek ırkçılığa karşı büyük bir direnç oluşturacak pratikler olabilir. Zira Kürtlerin demokratik siyaset birikimi ve teorisi bu direnç ile uyumlu pratiklere sahiptir.

Aslında Kürtler uzun süreden beri ırkçılığa karşı mütevazi bir mücadele yürütüyor. Cumhuriyet tarihi boyunca tüm yaşam alanlarına sistematik bir şekilde monte edilen ırkçılık ideolojisi kültürden siyasete, ekonomiye, eğitime ve sağlığa, tüm kamusal alanlarda çeşitli pratiklerle yürütülüyordu. Tüm tahriklere rağmen Faşizmin önündeki en büyük bariyer olan Kürtler ırkçılığa teslim olmadı; özellikle iki binli yılların başından beri kadın, emek, ekoloji, demokrasi ve sivil toplum mücadelesi başta olmak üzere tüm makro-mikro iktidar biçimlerine karşı amansız bir mücadele verdi. Bu bağlamıyla Kürdün geleceği ile diğer halkların geleceğinin iç içeliği ulusçuluk ve milliyetçilik bağlamlarının ötesine geçen hayati bir muhtevayı içeriyor.

Gelişen ırkçılığın en büyük hesabı Kürtleri hataya zorlamak ve demokratik siyasal birikimini heba etmekti. Oysaki ırkçılık Kürtlerin büyümesi karşısında gelişen en büyük çaresizliktir. Eğer bugüne kadar Türk-Kürt iç savaşı çıkmamışsa ve ırkçılık-faşizm her şeye rağmen kaybetmeye mahkumsa bu durum Kürt halkının sağduyulu ve de ırkçılığa karşı ilkesel tutumuyla yakından ilgilidir. Buradan hareketle 200 yıllık Kürt meselesine dönüp bakınca Kürdü “risk” olarak gösteren ırkçılık ideolojisinin aslında ne kadar başarısız olduğunu da rahatlıkla görebiliriz; üstelik son zamanlarda iktidarın tüm siyasal yatırımını Kürt karşıtlığına yapmasına rağmen bu teori kaybetmiştir. Toplumun her zamankinden daha fazla sağduyuya ihtiyaç duyduğu bir dönemde yaşam siyasetini toplum gibi geniş bir evren ile paylaşma zeminlerini güçlendirmek gerekiyor. Haliyle HDP’nin “Irkçılığa Geçit Yok” sloganını doğru anlamak şart; bu slogan toplumsallaşmalı.


[1] Normalde muhalefet partileri soru işaretleri yerine toplumda umut yaratarak iktidar olurlar; sanırım iktidarı hedefleyen bir muhalefet için şimdiden toplumda gereğinden fazla tedirginlik ve soru işareti bırakmaktan daha büyük bir talihsizlik olamaz.

[2] Orman yangınlarından bile darbe ihtimalini devşiren akıl ile her olayda iktidarın yetersizliğinden kaynaklı kışlaya göz kırpan akıl aynı amaca hizmet ediyor. Asker özlemi demokratik kurumların tahrip edildiği, insanların temel hizmetlerden bile yeterince faydalanmadığı durumlarda “rutin kaygı ile rutin kurtarıcı arama” ritüeline dönmüş




Önceki Haber
Antroposen'de son durum: "Feci ama ciddi değil"
Sonraki Haber
Ekşi Sözlük hakkında 'halkı kin ve düşmanlığa tahrik' iddiasıyla soruşturma