2022 ve Kürtler

2022 ve Kürtler

Mehmet Nuri Özdemir

“Çiçeklerin üzerine düşen şiddet gölgesi
görülmediği anda,
bahar dalı bile yalana dönüşür!”

T.Adorno

Son günlerde bir taraftan HDP Bahçelievler ilçe binasına bir saldırı düzenlendi; diğer taraftan DİAYDER iddianamesi üzerinden İstanbul belediye başkanı İmamoğlu’na yönelik iktidarın hamlesi gündemdeydi. Deyim yerindeyse “İstanbul” odaklı tartışmalar yılın son ayına damgasını vurdu.

Bahçelievler saldırısına karşı olay yerinde HDP’nin sıcağı sıcağına yaptığı açıklama ve parti aktivistlerinin olay esnasındaki sağduyulu refleksleri adeta hayat kurtardı. Ancak Konya Kürtlerine yapılan katliamla başlayan, İzmir ve Bahçelievlerle devam eden bu tip saldırılar sadece HDP’yi hedeflemediği için salt HDP ve bileşenlerinin tepkileriyle de bertaraf edilemez. Bu tip saldırıların, geniş kitleleri etkileyebilecek ve ülkenin siyasal gidişatını değiştirebilecek kapasiteye sahip olduğunu akılda tutmakta fayda var. Bu açıdan bu saldırıları ciddiye almak, dahası “abartmak” gerekiyor. Zira kontrolden çıkması halinde OHAL ilanına kadar gidebilecek otoriter uygulamalara kapı aralayabilirdi. Bu açıdan bakıldığında hem sivil toplumun hem de muhalefetin bu saldırılar karşısında HDP’den bağımsız olarak tepki göstermeleri bekleniyordu; lakin bu muhteşem sükûnet hayra alamet değil. Bu gidişle sessizlikten güç alanlar, yaşadığımız sıradanlık zincirinin halkalarına asılmaya devam edecekler gibi görünüyor.

İkinci bir olay ise Bahçelievler saldırısına paralel olarak İBB başkanı İmamoğlu şahsında cereyan eden iktidarın klasik hamlesiydi. İktidar, muhtemelen döviz kuruna yapılan müdahalenin motivasyonuyla İstanbul’a yönelik bir fetih hareketine girişmişti; bu hamleyle hem İmamoğlu’nu yıpratıp hataya zorlamayı hem de belediyelerde çalışan bir avuç Kürdü kriminalleştirmeyi hedeflemişti. Herhalde AKP’nin İstanbul belediyesini kaybetmesi ve İstanbul nostaljisinin yara almasıyla beslemeye başladığı intikam ve öfke, Kürtleri vatandaşlıktan çıkarana kadar geçmeyecek. “İstanbul’u alan, Türkiye seçimlerini kazanır” önermesini de hatırlarsak iktidarın bu tür hamlelerinin süreceği rahatlıkla söylenebilir; ve büyük bir olasılıkla önümüzdeki yılın içinde Kürtlere yönelik sürdürülen Makkarticilik veya “Kamusal Alandan Temizleme” konsepti, Kürtlerin nefes aldığı her yerde devam edecek. Kayyım belediyeleri başta olmak üzere Kürt siyasetçi ve emekçilerine yönelik bu suçlayıcı akıl, Cumhuriyetin ilk yıllarında uygulanan Şark Islahat Kanunu’nu hatırlatıyor.

AKP’nin Kürt fobisini eksene alarak tetiklediği bu tür kaotik senaryoların toplumda tedirginlik yarattığı biliniyor. Ülkede uçan kuştan bile haberi olan iktidarın elbette yaşanan her olayda sorumluluğu var; ancak artık karşımızda tüm rasyonalitesini kaybetmiş ve her şeye taktiksel ve de dar bir ufukla bakan bir iktidar var. Haliyle şaşırmamak gerekiyor. Kaldı ki savaş ekonomisinden seçim ekonomisine koşuşturan, yangın çıkarıp itfaiye kılığında söndürmeye gelen bir iktidar, bir yangını söndürüp diğerini çıkarmaktan başka bir işlev görmez. Siyaseti bir grup oligarkın inisiyatifine indirgemiş, aşırı merkezileşen, yerel dinamikleri tamamen iradesiz bırakan bir iktidarın toplumsal sorunlara çözüm olması beklenemez. Dolayısıyla sorun çözme becerisi konusunda iktidara yönelik beklentilerin dibe vurmuş olması, bu dar ufkun getirdiği doğal bir sonucudur.

İmamoğlu’nun iktidarın hamlesine karşı Kürtleri inciten çiğ açıklamalarını bir kenara not edip devam edersek; her iki olayın ortak noktası elbette Kürt meselesi ve meselenin çözümsüzlüğünün yan etkileridir. Konya, İzmir ve Bahçelievler gibi saldırılar her gerçekleştiğinde ve buna iktidarın onayı ve muhalefetin sessizliği de eklendiğinde, Kürtlerde bir yalnızlık duygusuna neden olsa da Kürtlerin politik bilincini ve direncini de beslediğini söylemek mümkün. Bu durumda elbette Kürtlerin yükü ağırlaşıyor. Çünkü Türklerle Kürtler arasında köprü olabilme ihtimali olan solcu Türklerin bile çoğu zaman Kürt barışı gibi bir derdi olmuyor. Solcuların kahiri ekseriyeti, çözümün koşullarını yaratmaktan öte ya sınıf analizine çakılı kalıyor ya da Türklerin ulus hegemonyasına teslim oluyor. Kürt barışına yönelik bu “bilinçli ilgisizlik” İslamcılar açısından da geçerli; onlar da Türklerle Kürtler arasında barış yerine devasa bir kapitalizm ve rant köprüsü kurdular; kapitalistleştikçe barışa dair başta söylediklerini zamanla unuttular; zaten uzun süreden beri de sorun yokmuş gibi davranıyorlardı. 2022 yılına girerken İslamcıların “sermayemizi nasıl koruyabiliriz ve rövanşist bir iktidara karşı kendimizi nasıl savunabiliriz” kaygıları dışında başka bir dertleri olduğunu sanmıyorum. Son olayların da gösterdiği gibi 2022 yılına girerken kimi Kürt dostu, sol ve sosyalist dinamikler dışında geriye kalan kesimler, Kürt barışını gündem yapmadıkları gibi bu kafayla demokratik Kürt muhalefetini ve dolayısıyla Kürtleri bir tehlike olarak görmeye devam edecekler gibi görünüyor.

Arka planı yeniden hatırlamak

Aktüel krizlerin tarihsel bağlantılarını ıskalayan analizler birer tuzak olarak karşımıza çıkabiliyor. Bu yüzden yaşanan krizlerin objektif tahlili, olayların tarihsel arka planına bakmayı ve hakikatle yüzleşmeyi zorunlu kılıyor. Bu teknikle meseleye bakıldığında HDP’yi ve Kürtleri hedef alan güncel saldırıların münferit olaylar olmadığı daha iyi anlaşılıyor; dahası Kürt fobisine odaklı güncel şiddetin, malum konseptin uzantısı olduğu daha da netleşiyor.

Kuşkusuz Kürt fobisini yeniden köpürten genel konsept, içişleri bakanının kişisel hikayesine indirgenecek kadar basit değil. Mevcut devlet politikası, eş zamanlı olarak hem Kuzey Kürtlerinin demokratik siyaset alanını daraltmak, hem de Başur ve Rojava’daki jeopolitik kırılmayı düzleştirmek için meseleye daha geniş bir “güvenlikleştirme stratejisi” ile bakıyor. Bu nedenle geleneksel devlet şiddeti, farklı versiyonlarıyla sadece ülke içinde değil, Kürtlerin yaşadığı her yerde sürdürülmek isteniliyor. Kürtlere karşı her türlü şiddeti meşru gören bu konsept, Kürt inkarının son sürümüdür. Bu da gösteriyor ki Ortadoğu’da kartlar yeniden dağıtılırken Ankara, Kürtsüz bir Ortadoğu hesabıyla hareket edecek; Kürtleri kart dağıtan bir aktör olarak değil, kart olarak dağıtılmasının planlarını yatırım yapacak. Bu politika, Kürtlerin Ortadoğu’nun “ortak sömürgesi” olarak kalmasını onaylayan baş politikadır ve bunun öncülüğünü Türkiye yapıyor.

Hali hazırda bu konsept ile Kürtlere dayatılan seçenek, siyaseten kendini inkar etmesini talep etmekten başka bir anlama gelmiyor. Kürtler bu seçeneği reddettiği için, Türkiye sınırlarının dışında yaşayan Kürtleri bir yana bırakırsak; Kürt nüfusunun dörtte üçünün yaşadığı Türkiye’de siyasal, kültürel ve iktisadi alanlar yargı ve kolluk marifetiyle tamamen onlara kapatılıyor; büyük bir Kürt nüfusu belediyelere kayyımların atanması ve yaşanan toplu ihraçlarla kamusal alanın dışına çıkarıldı. Kürtlerin tüm siyasal, kültürel ve ekonomik alanları otoriter popülizmin kıskacına alınarak kriminalize ediliyor, Kürtler rahat siyaset yapamıyor, belediyelerini yönetemiyorlar. Her türlü insani hakları suçlulaştırılıyor. Öyle ki 21. Yüzyılda hala Kürtlerin düğünlerine bile polis baskını yapan bir devlet aklı var. Tüm bunlara bakıldığında devletin şimdilik “güvenlikleştirilmiş Kürt fobisi” dışında herhangi bir bagajı olmadığı anlaşılıyor.

Peki devletin Kürtleri “suç öznesi” olarak gören politikası ne zamana kadar sürecek? Türkiye geleceğin olası denkleminde Kürtleri nerede görüyor, dahası Cumhuriyetin ikinci yüzyılında devlet, Kürt meselesinde, 1924 Anayasası sonrasında başlatılan “inkar ve imha” siyasetini güncelleyerek mi devam edecek, yoksa Kürtlerle barış siyasetini önceleyen “ortak gelecek tahayyülü” ile mi hareket edecek? Mesela Kürtler devlete niye güvenmiyor, neden Kürt illerinde yıllardır savaş, hapishane, ölüm ve göç var? Bu bir fantezi olamaz, bir tercih de olamaz. Acaba Türkiye bir yüzyıl daha kendi Kürtlerini asker, polis ve yargıçlarla mı yönetmeyi düşünüyor, yüz yıllık olağanüstü rejim bir yüzyıl daha mı sürecek? Türkiye’nin batısında yaşayan Türkler, Kürtlerin yaşadığı coğrafyayı hep çatışmaların, ölümlerin olduğu ve gidilmemesi gereken bir savaş bölgesi olarak mı görecekler? İçerde ve dışarıda kırk milyon Kürdün kaderini tekeline almaya çalışan Ankara siyaseti, günün sonunda nereye varmayı düşünüyor ve neyi murad ediyor? Türklerin ve Kürtlerin ortak kaderi AKP sonrası Ankara’nın yapacağı tercihlere bağlı.

Mevcut duruma bakıldığında devletin Kürt politikasının sürdürülemez olduğu, aklı başında olan herkes idrak etse de buna rağmen hala sessizlik hakim. Çünkü hali hazırda barışı savunanların geleneksel devlet retoriği ile “vatan haini” ilan edilme riski hala canlı. Fakat tüm bu olumsuz politikalara rağmen her zaman olduğu gibi şimdi de devletin Kürtlerin değişen durumuna yönelik bir ikilem yaşadığı söylenebilir. Bunun politika değil “ikilem” olduğunu özellikle vurgulamak gerekir. Devlet elitlerinin bir kısmının Kürt savaşından, bir kısmının ise Kürt barışından yana olduğu başından beri biliniyor. Yeni iktidar, bu ikilemi ortadan kaldıran sağlam bir programla toplumun karşısına çıkabilirse önümüzdeki yüzyılın siyasetine damgasını vurabilecek; zira niteliksel bir sıçrama yapmasının ön koşulu, çoklu krizlerle Kürt meselesinin bağlantılarını doğru kuran sağlıklı bir programa sahip olmasına bağlı.

Siyaset kurumu, yaşadığımız temel krizlerin kaynağına önyargısız bir şekilde dönüp bakarsa; ekonomik krizin, toplumsal şiddetin, ırkçılığın, faşizmin, kutuplaşmanın, sınıfsal uçurumun ve ötekileştirme gibi toplumu radikal ayırımlara götüren uygulamaların kökeninde Kürt meselesi olduğunu görecektir. Bu anlamda yeni iktidarın normalleşme ve büyüme arzusunun başarısı, Kürt barışını doksanlı yıllardan bu yana olagelen deneyimlerini güncelleyerek, içerde toplumsal barışın omurgası, dışarıda ise Ortadoğu barışının temel harcı haline getiren bir stratejiyi benimsemesine bağlı. İlk yüz yıllık deneyimler ışığında bakıldığında, sırtında Kürt meselesi kamburuyla, Kürt barışına mesafeli duran bir ikinci yüzyıl cumhuriyetinin, ne normalleşme ne de büyüme şansı var.

Rasyonel akıl çözümü zorunlu kılıyor; irrasyonel akılla sürdürülen politikanın sonuna gelindiği çok açık. Konjonktürel olarak hem dünya ülkeleri hem de toplum Kürt barışına hazır. Gerisi muhatapların cesaretine kalmış bir şey. Dolayısıyla Türkiye tarihinde hiç olmadığı kadar demokratik siyasetin belirleyici olabileceği bir satha girmiş bulunuyoruz. Bu tabloda belki de en çok umut veren asıl nokta, demokratik Kürt muhalefetinin ve HDP’nin Kürt meselesinin çözümünü merkezine alan rasyonel bir diplomasi ile seçim süreçlerini barış ve normalleşme lehine çevirmeye yönelik stratejik rolüdür. Bu rolün barışı getirmesini umuyor ve tüm okurlara demokrasinin, hukukun ve adaletin hakim olacağı yeni bir yıl diliyorum.