1- Kim bu protestocular?
Jina İsyanı dokuzuncu haftasını dolduruyor. Artık herkes İran’da neler olduğunu biliyordur. Jina (Mahsa) Amini’nin ahlak polisi devriyelerinin elindeyken darp edilerek öldürülmesi birikmiş bir kolektif öfkenin patlamasına neden oldu. Fakat, bu öfke kadınlara yönelik gerici erkek egemen molla rejiminin uygulamalarını hedef aldığı için aslında teokratik rejimin en temel taşlarını sökmeye çalışıyordur. İran’da siyasal İslamcıların 1979 Devrimi ile iktidara gelişi şeriatçı bir devlet erkinin doğuşunu beraberinde getirdi. “Kadın meselesi” devrimin ilk aylarından itibaren siyasal İslamcılar için hemen bastırılması gereken en elzem sorunlardan biri haline gelmişti. Dolayısıyla, yeni İslamcı rejim bir taraftan İslamcı olmayan bütün muhalif ideolojileri yok ederken, diğer taraftan özellikle kadınlara savaş açtı. Humeyni iktidara gelir gelmez ‘zorunlu örtünme’yi bir yasa olarak topluma dayattı. İranlı kadınlar ise 8 Mart 1979’da o tarihten itibaren ilk ve tek kitlesel 8 Mart eylemlerini zorunlu örtünmeye ve kadınlar üzerinde uygulanan şeriatçı dayatmalara karşı gerçekleştirmişti. Bugünlerde cereyan eden Jina İsyanı hem eski aktivist nesillerini canlandırdı hem de yeni kuşakları eskiden devam eden kolektif mücadeleler ile tanıştırdı. Bu anlamda kadınların öncüllüğünde devam eden 2022 İran halkının isyanı sadece zorunlu örtünmeye değil bir bütün olarak İran rejiminin gerici şeriatçı ve eşitsiz temellerine karşıdır. Kadınlar bunu ilk kez dile getirmiyor, yıllar boyu verdikleri mücadele ile aynı şeyleri görünür kılmışlardır. Örtünmeden aile, evlilik, miras, istihdam ve eğitim kanunlarına kadar uzanan hak ihlalleri ve kadın bedenini farklı yöntemlerle şeriat üzerinden kontrol eden kapitalist erkek egemen İran rejimi modern barbarlığın en kapsamlı örneklerinden biri olmuştur. Dolayısıyla, İran’da cereyan eden veya edecek olan ne kadar isyan varsa kaçınılmaz olarak İslam Cumhuriyeti karşıtı olmalıdır. Kadınlar bunu sokaklarda haykırarak, başörtülerini yakarak ve özgürlük adına canlarını feda ederek gösteriyorlar. Ve kuşkusuz bu düzen içinde ezilen birçok kesim kadınların peşinden isyana katılıyorlardır.
‘Jin, Jiyan, Azadi’ adeta İran toplumunun bütün kötülük, baskı, zulüm ve eşitsizliklere karşı verilen geniş çaplı mücadelelerinin özeti gibidir. Dolayısıyla, İran Kürdistan’ından bütün ülkeye hızlıca yayılan bu slogan 43 yıl boyunca hiç görülmediği kadar dayanışmacı, mücadeleci, demokratik, radikal ve kolektif bir hayaleti görünmezlikten çıkararak somutlaştırdı. Bu somutlaşan hayalet artık farklı halk kitlelerinin bedeninde boy gösteriyor ve kadınlar bu bedenlerin kurtuluşu için ön saflarda herkese cesaret vererek duruyorlar. Erkek egemenliğin her çeşidine karşı olduklarını söyleyen protestocu kadınlar bundan sonra geri dönülmez bir isyanı alevlendirmişlerdir. Bundan sonra sadece rejimin ahlak polisine değil, ailenin içindeki ahlak polisliği yapanlara da savaş açtıklarını sloganlarla anlatıyorlar. Bu açıdan, Jina İsyanı her ne kadar önceki isyanlara benziyorsa da onlardan daha dönüştürücü bir çizgide ilerliyor, zira kadınları artık halk isyanlarının bir ‘katılımcısı’ olarak değil, bizzat isyanın ta kendisi haline getirmiştir.
Sokak protestolarıyla birlikte günlerdir kadınlar yapabildikçe kamusal alanlarda başörtüsüz ve hijabsiz çıkıyorlar. Ortaokul ve liseli kızlar, az da olsa, bu harekete katılıyorlar ve artık bütün kamusal alanları zorunlu şeriat kuralları yokmuş gibi kullanıyorlar. Bu mücadeleci ve dayanışmacı ruh son günlerde İran toplumunda çocuklardan yaşlılara o kadar hızlı bir biçimde yayıldığı için rejimin en sert baskılarını bile etkisiz hale getirmiştir. İşçiler, öğretmenler, üniversite ve lise öğrencileri, kuryeler, esnaf ve başka birçok meslek grubu İran’ın farklı şehirlerinde grev çağrısıyla protestolara katılmışlar ancak genel grev şekline daha bürünememiştir. Halk kitleleri artık eskisi gibi korkmuyor ve kendi gücünü gördükçe daha da çok cesaretleniyor. Sokak protestolarında sürekli yeni taktikleri bulmaya çalışan halk bir o kadar da baskıya maruz kaldığı zaman yılmadan yıpranmadan direnişi başka şehirlere sıçratıyor. Bütün bunlar radikal demokratik değerlerin ve taleplerin vasıtasıyla görünür bir hale geldiği için İran halkı açısından tarihi anlar yaşanıyor. Tam da bu yüzden dünyanın her yerinden geçtiğimiz günlerde İranlı kadınlara ve İran halkına destek eylemleri feministler, sosyalistler ve başka radikal gruplar tarafından dayanışma mesajları ile gelmiştir ve onlarca radikal düşünür İran’daki ‘kadın devrimi’ne desteklerini açıklamışlardır.[1]
2- İslam Cumhuriyeti devrilecek mi?
Halk isyanları hemen iktidar değişikliği durumuna yol açmayabilir, ancak devrimci potansiyeli çok güçlüdür. İsyanlar sırasında halk kitleleri kolektif mücadeleye yönelik engelleri birkaç gün içerisinde aşıp gidiyorlar ve elbette ki yeni çelişkilerle karşılaşıyorlar. Ancak İran gibi bir ülkede İslamcı ideolojiden bağımsız örgütlenme arayışlarının yok edildiği bir toprakta, örgütlülük ve örgütlenme deneyimleri kendiliğinden çıkan hareketler-isyanlar sırasında her zamandan çok güçlenebilir. Siyasi partilerin olmayışında sıradan insanlar örgütlerin, kolektif oluşumlarının rolünü sırtlayarak her biri birkaç kişinin görevini yerine getirir. Bu açıdan, halk isyanları isyancı-devrimci öznelerin oluşum sürecini ivmelendirir, insanlara cesareti aşılar ve gelecekteki mücadele biçimlerini etkiler. Dolayısıyla, Marksist bir perspektiften yola çıkarsak, devrimi sadece bir siyasi iktidar değişikliği amacıyla değil, toplumsal ve ekonomik ilişkilerin altüst edileceği bir moment olarak algılamamız lazım. Bu bakımdan, İran rejimi şu an devrilmeyebilir ama bu isyanla birlikte İran rejiminin sonunun başlangıcını görmemek en azından İran halkı açısından mümkün değil. Bu rejimin sonuna merhaba diyen kadınlar ve ezilen halk kitleleri de bu mücadeleyi büyüterek sürdürüyorlar. Son beş yıl içerisinde dört genel halk isyanı yaşanan bir ülkede siyasi iktidar ancak zora dayanarak bekasını yeniden üretebilir, bu da bütün toplumsal ve siyasal alanlarının militarize oluşuna işaret eder. Neden? Çünkü İslam Cumhuriyeti hiçbir zaman kendi vatandaşları için bir kolonyal yönetimden fazlası olamadı ve 1979 Devrimi’nin bütün eşitlikçi ve özgürlükçü ruhunu mollaların gerici sosyo-politik tahayyülüne teslim etti.
İslam cumhuriyeti her ne kadar bir devrimin neticesi olarak iktidara geldiyse de ilk anlarından itibaren karşı devrimci bir güç olarak var olmuştur. Kürtlere, Araplara, Türklere, Beluçlara ve başka ulusal azınlıklara yönelik dışlayıcı, ötekileştirici ve sömürücü baskılar İran rejimini kendi vatandaşları açısından yabancı kolonyal bir güç gibi kılmıştır. Bunu Mahsa Amini’nin isminde bile görebiliriz. Asıl adı Kürtçede Jina olan bu genç kadının kimlikteki ismi Mahsa’dır. Kürtlerin ve başka ulusal azınlıkların isim seçmelerine bile karışan İran molla rejimi aslında Pehlevi Hanedanı döneminde ulus-devletleşme sürecinde güçlenen erkek egemenliği, Fars milliyetçiliği ve Şiiliği İran modernleşmesinin olmazsa olmazı olarak pekiştirmiş ve bu olguyu topluma dayatmıştır.
Ulusal ve etnik azınlıklar ile birlikte dini azınlıkları baskılayan Şii İslamcı yöneticiler Vilayet-i-Fakih ideolojisi doğrultusunda her geçen gün paranoyak bir biçimde farklı halk katmanlarını ‘münafık, dış mihrak, düşman’ ilan ederek aslında kendini toplumdan daha da çok soyutlaştırır. Sendikacılar, üniversite öğrencileri, öğretmenler, gazeteciler, çevreciler, kadın ve farklı etnik aktivistleri İran’da sürekli absürt hükümlere çarptırılıyor ve zaman zaman idam ediliyorlar. İslamcı yöneticilerinin halktan kopuş sürecini son yıllarda kullanılan söylemlerinde de açıkça görebiliriz. Örneğin, 2019’daki yoksul isyanından sonra Hamenei bir konuşma yaparak Humeyni’nin kullandığı ‘ezilenlerin devrimi’ teriminin yanlışlıkla ‘yoksul-işçi’ olarak yorumlandığını dile getirdi ve kendi tefsirini öne sürdü: “Kuran’a göre ezilen aslında yoksul halk kitleleri değil, insanoğluna yol gösteren Şii imamlardır” diyen Hamanei aslında ‘ezilen’in Vali-e-Fakih’in ta kendisi olduğunu dile getirdi. İran’da siyasi İslamcılar bir zamanda sosyalizmin etkisiyle kullanmak zorunda kaldıkları ‘devrimci’ söylemlerini bir kenara bırakarak aslında ne kadar devrim-karşıtı olduklarını gösteriyorlar. İran’da siyasal İslamcıların başını çektiği İslami yönetim toplumu her geçen gün daha da fazla sömürü, yolsuzluk, cinayet, eşitsizlik ve toplumsal tahribat bataklığına sürüklemiştir. Böyle bir yönetimin akıbeti kuşkusuz İran halkı tarafından devrilmek olacaktır. Nesnel koşullar her zamankinden çok bu gidişatı ortaya çıkarıyor. Ancak, rejimin muhaliflerinin başını eski Şah’ın oğlu Reza Pehlevi ve Halkın Mücahitleri Örgütü gibi Amerikancı, gerici ve emperyalist yanlısı güçler çektiği için iktidar değişikliğinin bu güçlere yol açacağını düşünenler vardır. Ancak, 2022’de Jina isyanı bütün bu pusuda bekleyen gerici siyasi güçleri de şaşırtmıştır, öyle ki “Jin, Jiyan, Azadi” sloganı artık padişahlık sistemini savunan grupların ağızından da duyuluyor ancak bütün bu gerici güçler kendi yorumlarını ona katarak süreci manipüle etmeye çalışıyorlar. İran halkı eğer İslam Cumhuriyetini devirecekse bunu ancak İran’ın sınırları içinde yeni örgütler, komiteler, konseyler kurarak yapabilecektir. Siyasi partilerin yokluğunu devrimci halk komiteleri doldurabilir.
3- Bu isyan ‘Emperyalizmin işi’ mi?
Halk mücadelesi açısından herhangi bir gelişmeye yönelik hemen ilk bu soruyu soran insanların iyi niyetinden kuşku duymalıyız. Niye? Çünkü bir ülkede sınıf mücadelesi, özgürlük mücadelesi, kadın ve farklı azınlıkların mücadelesini görmezden gelen, içsel mekanizmalara bakmayan, insanların ödediği ağır bedelleri hafife alan ve o ülkenin burjuva devletinin bekasına yönelik kullanılan ve her türlü muhalefeti ‘dış mihrak’ söylemiyle damgalayan insanlar aslında ezilenlerin safında değil ezenlerin yanında yer alıyorlar. Hele idam cezasının uygulandığı İran bağlamında halk isyanlarına yönelik ‘emperyalizmin işi’ demek oradaki protestocuların hapse atılmaları ve gerekirse idam edilmelerini de meşrulaştırır.
Peki, bunu demek emperyalizmi hafife almak mı demek? Hayır. Emperyalist ülkeler her zaman kendi menfaatleri için dünyanın her yerinde savaş çıkararak diğer ülkelerin iç işlerine müdahale etmeye çalışmışlardır. İran ise 1953 CIA darbesinden bu yana hep emperyalistlerin odağında olmuştur. Fakat emperyalistler, yarı-emperyalistler ve yayılmacı ülkeler arasındaki paylaşım savaşları dolayısıyla ortaya çıkan zıtlıkları bir halk mücadelesi çerçevesinde değerlendiremeyiz. Basit bir ifadeyle, İran gibi bir ülkede ne olursa olsun emperyalist güçler o isyan ve mücadeleyi ‘sözde’ savunmaya çalışır. Ya da tam tersi, ABD, İngiltere ve Fransa gibi ülkelerde ne kadar isyan çıkarsa İran rejimi o isyanlardan yana bir tavır alır. Bu isyanları İran ve ABD rejimlerinin onlara yönelik olumlu veya olumsuz tavırlarına göre değerlendiremeyiz. Her iki örnekte de bu ülkelerin egemen sınıfları diğer ülkelerde çıkan halk isyanlarını var olan iktidarları zayıflatmak amacıyla savunur ve o isyanların demokratik, özgürlükçü, eşitlikçi içerikleriyle ilgilenmezler. Başka bir deyişle, işleri geldikçe bu ‘insan hakları savunuculuğu’ jestini sergiliyorlar. Örneğin, şu an emperyalist ülkeler dahil olmak üzere dünyanın her yerinden İran halkının mücadelesine destek açıklamaları geliyor, ABD gibi ülkeler bu durumdan faydalanarak kendilerini ‘insan hakları savunucuları’ olarak pazarlıyorlar ve her türlü yardıma hazır olduklarını dile getiriyorlar. Ancak İran halkı 43 yıl boyunca her zaman yaptığı gibi kendi mücadelesini bağımsız ve kendi gücüne dayanarak sürdürüyor. Dolayısıyla, emperyalistler bir halk isyanını ‘sözde’ savunduğu için kimse o halkın mücadelesini emperyalistler savundu diye itibarsızlaştıramaz. Hele o isyan ilerici, radikal ve devrimci bir hareket olduğu zaman bunu demek gericilerin saflarında yer almak demek oluyor.
Sokaklarda mücadele eden insanların herhangi bir yabancı devletten beklentileri yoktur; bu insanlar kendi güçlerine dayanarak İran rejimine karşı çıkmaktadırlar. Protestocular yabancı devletlere değil, dünyanın her yerinde kadınlar başta olmak üzere bütün ezilenlerin desteğini bekliyorlar. Kendi inisiyatifleri, taktikleri ve mücadele biçimlerini sürdürerek bu insanlar sırtlarını halkın gücüne, ezilenlerin direnişine ve enternasyonal dayanışmaya vererek mücadele ediyorlar. Emperyalistlerden dayanışma ve yardım umulmaz duruşunu bilen bu protestocular tam da bu yüzden kolları sıvayarak sokaklarda mücadele veriyorlar.
Bunun başka bir yanı da var. İslam Cumhuriyeti döneminde İran rejimi emperyalistlere sözde karşı çıkarak (ve arka planda aslında sürekli anlaşma yollarını arayarak) onlara yöneltemediği bütün hınç ve düşmanlığı kendi halkına karşı kullanmıştır. Bu da halk kitlelerinde aidiyetsiz ve aşırı nefret duyguları beraberinde getirmiştir. Dış siyasette hamaset yapan gerici İran rejimi kendi iç meselelerinde emperyalistlerin ekonomik ve baskı modellerini uygulayarak kendi halkını kapitalist sömürüye maruz bırakmış, temel haklarını ellerinden almış, toplumu örgütsüz bir şekle büründürmüş ve dolayısıyla her türlü radikal, eşitlikçi ve demokratik fikirlerin ve eylemlerin önünü kesmeye çalışmıştır. Kapitalizmin özündeki aşırı yoksulluk, gelişmemişlik, sömürü, gelir eşitsizliği ve doğa yağmalanmasını pekiştiren politikalarla birlikte İslam Cumhuriyeti burjuva bir gerici devlet biçimini canlandırmıştır. Bunları kendi halkına reva gören bir anlayış aslında emperyalistlerin yönetim biçimini içselleştirmiş ve kendisi emperyalist olamadığı için ve yayılmacı bir konumla kısıtlı kaldığı için bütün hıncını kendi halkından çıkarır.
4- Genel Halk İsyanı mı ‘Ulusal Devrim’ mi?
1979 Devrimi’nden bu yana İran’da çokça halk isyanı yaşanmıştır. 1990’larda kent yoksullarıyla birlikte öğrenci hareketi toplumda isyan yaratmıştı. 2009’da Yeşil Hareketi olarak bilinen seçim hırsızlığına yönelik protestolar devrimden sonraki süreçte orta sınıflılar öncüllüğünde en geniş halk isyanına sebep olmuştu. 2000’lere kadar isyanlar arasında on yıllık zaman dilimi söz konusuydu. Ancak 2017’den itibaren halk isyanları açısından önemli gelişmeler yaşandı. Birincisi, 2017’den bu yana neredeyse her yılda bir öncekine göre daha radikal, daha kapsayıcı ve daha geniş isyanlar yaşanmakta. 1979’den 2009’e dek yalnızca üç genel protesto dalgası yaşanmışken, 2017’den 2022’ye dek dört genel halk isyanına tanıklık etmişiz. Demek ki artık İran toplumu farklı baskı biçimlerine ve eşitsizliklere karşı tereddüt etmeden ayaklanır. 2017’den bu yana başlayan halk isyanları, özellikle 2019 ayaklanması, başka önemli bir hususu da ön plana çıkardı. İşçi sınıfının farklı bileşenleri örneğin fabrika işçileri, hizmet sektöründe çalışanlar, güvencesiz işçiler, kuryeler, otobüs şoförleri ile birlikte kent ve kır yoksulları bu yeni isyanların baş aktörü olmuştur. Jina İsyanı ile birlikte kadınların devrimci bilinç ve eylemleri de bu bağlama oturarak daha fazla bir sinerji yarattı. Bu yeni isyanlar ‘taşra’ şehirlerden başlayıp metropollere doğru ilerliyor. Ekonomik taleplerinin yanı sıra her çeşit baskı ve ayrımcılığa karşı haykıran İran ezilen halkı özgürlük mücadelesini her geçen gün daha farklı radikal taleplerle bir araya getiremeye çalışmakta. Bu da gittikçe radikal, demokratik ve özgürlükçü talepleri ülkenin dört tarafında birleştirecek ve böylece ister istemez bölgesel ve sektörel ayaklanmaları şu anda olduğu gibi ‘ulusal’ bir mesele haline getirerek devrimci bir duruma yol açabilir. Ancak ‘ulusal devrim’ tabiri İran’daki gelişmeler açısından olumlu bir tabir olmayabilir. Ulusal devrim denildiğinde daha çok ulus-devletlerin oluşum süreçleri çağrıldığı için tek bir ulusun başka ulusal azınlıklara yönelik baskıcı, dışlayıcı, merkeziyetçi ve sömürücü ilişkilerini görmezden gelebilir. Dolayısıyla, ‘ulusal devrim’ tabiri daha çok İran milliyetçilerini tatmin eder.
5- Sosyalistler ne yapmalı?
İran’daki halk isyanı başta komşu ülkeler olmak üzere bütün dünyada ilerici, radikal, feminist ve sosyalist örgütlerin desteğini alıyor. Sosyalistlerin görevi bu destekleri enternasyonal bir mücadelenin parçası haline getirmektir. Sosyalistler bunu yapmazsa, her zaman olduğu gibi, bu boşlukları dolduracak liberal, sağcı ve milliyetçi cereyanlar vardır. Tarihte bu gibi kritik anlarla her zaman karşılaşmayabiliriz.
İran sol partilerinin tarihsel çöküşünü göz önünde bulundurarak sosyalistler bütün imkanlarıyla bu mücadeleye katılmalılar. Enternasyonal dayanışma ağlarını canlandırmak bugünlerde en gerekli araçlardan biridir. Sosyalistler ile Kürt aktivistleri sınıf mücadelesini, kadınların mücadelesini ve ulusal azınlıkların mücadelesini bir araya getirmeli ve bu doğrultuda kendi ülkelerindeki mücadeleleri İran halkının mücadelesiyle olabildikçe birleştirmeli. Unutmayalım ki hem İran’da hem de dünyanın birçok yerinde ‘solcu’ların bir kısmı zaman zaman İran İslam Cumhuriyeti’ni ‘anti-emperyalist’ bir güç göstererek aslında İran halkının özgürlük mücadelesini paydos ettiler ve baskıcı İran rejiminin ‘beka’ söylemini pekiştirdiler ve bu şekilde kendilerini gerici İslam Cumhuriyeti’nin muhafızları konumunda yerleştirdiler. Bu gibi solcular bunu yaparak hem 1980’lerde başka solcuların ve nihayetinde kendi örgütlerinin İran rejimi tarafından yok edilmesini hem de bugünlerde sokaklara dökülen ve toplumun en ezilen kesimlerinden gelen insanların öldürülmesinin söylemsel arka planını hazırladılar. Aynı yanlışı tekrar etmekte ısrarcı olan bu tarz solculuk refleksleri ifşa edilmelidir. Başka ülkelerin sosyalist ve feministleri sosyal medya üzerinden İran medyasının sağcı ‘ana akım’ organlarını veya ünlü kişileri değil daha alternatif kaynakları bulmalı ve kendi ülkesinin insanlarına alternatif haber kanalları, kollektifleri ve analizleri aktarmalılar. Bu gibi destekler kolayca yapılabilen desteklerdir ve ‘İran halkı arasında sadece eski Şah yanlıları güçlüdür’ gibi mitlerin ne kadar yanlış olduğunu başka ülkelerin radikal aktivistlerine gösterebilir. Son olarak, Jina İsyanı sadece İran halkının bir mücadelesi değildir. Şu ana kadar Kabil’den Beyrut’a, İstanbul’dan Kahire’ye ve dünyanın her tarafında kadınlar bu mücadeleyi benimsemiş ve yaşadıkları ülkelerde ataerkil ve sömürücü yapılara karşı mücadelelerini sürdürüyorlar. Böyle bir tarihi anda halk kitlelerinin eşitlikçi ruhunu elimizdeki bütün imkanlarla geliştirmeliyiz. Neden? Sokaklarda çokça atılan bir sloganla yanıtlayayım, çünkü ‘ya hep birlikteyiz ya da hep yalnız’.