Abdullah Çavuş, Silistre Kalesi’nin komutanı Miralay Sıdkı Bey’in çavuşu. Her lafının sonunu “Kıyamet mi kopar?” ile bağladığından koskoca koloneli de deli eder. Abdullah Çavuş’un dilinden düşürmediği “Kıyamet mi kopar?” cümlesi, Namık Kemal’in Vatan -ya da sonradan meşhur olan namıyla Vatan yahut Silistre– adlı tiyatro eserinin leitmotifidir.
Erdoğan’ın hukuksuzluklarına ses çıkarmamak, daha da acısı çıkaramamak, sessiz kalmak, derin biz sinizm içinde pusup kalmak da CHP’nin politik-leitmotifi oldu sanırım. 20 Mayıs 2016’da TBMM’de milletvekili dokunulmazlıklarının kaldırılması sürecinde de CHP, “HDP’ye arka çıkıyor!” görünmemek adına dokunulmazlıkların bir defaya mahsus kaldırılmasına ses etmemiş, akabinde 15 HDP milletvekili bir gecede tutuklanmıştı. Tevekkeli, “Anayasa değişiklik çalışmalarına resmi olarak 4 Kasım 2016 gece saat 01.30’da başlandı.” dememiş o zamanlar Selahattin Demirtaş.
Hoş, aylar sonra aynı yangın CHP Milletvekili Enis Berberoğlu’nu da yakınca, bu gelişme, Kılıçdaroğlu’nun Adalet Yürüyüşü’nün de tetikleyicisi olmuştu. Hakkını yemeyelim, Türkiye siyasî tarihinin adı her daim anılacak sivil itaatsizlik eylemlerinden birisiydi bu yürüyüş. Ne ilginç bir ülkede yaşıyoruz: Ana muhalefet partisi, iktidarın hukuksuzluğuna destek oluyor, çünkü rejimin “ötekisi”, “hostis”i ile yan yana görünmek istemiyor; kendi milletvekilinin dokunulmazlığının kaldırılması süreci ise siyasî hayatımızın en renkli sivil itaatsizlik eylemlerinden birine vesile oluyor.
Bugün de Erdoğan’ın üçüncü kez aday olup olamayacağını konuşuyoruz; aslında konuşmuyoruz, havanda su dövüp duruyoruz. Aklı başında hiçbir hukukçunun, değil hukukçu Anayasa Hukukuna Giriş dersi almış herhangi bir Hukuk Fakültesi ya da İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi öğrencisinin sınav kâğıdında dahi bunu savunması mümkün değildir. Yeri gelmişken, Erdoğan’ın aday olabilmesinin tek yolunun Meclis’i feshetmek olduğunu da bilmemek mümkün değil. Unutmadan, Meclis’in fesih ve/ya özfeshinin parlamento kurumunun lağvı anlamına gelmediğini de belirtmek lazım; bunu bilmek içinde allame-i cihan ya da mütebahhir olmaya lüzum yok ama asgarî bir nosyona ihtiyaç var.
Aslında yazmak istediğim konu ne Namık Kemal’in tiyatro eseri ne de Adalet Yürüyüşü; CHP sinizmi. Fatih Altaylı, Habertürk’te bu sinizmi öğrenilmiş çaresizlik[1]olarak tanımlamış; Orhan Gökdemir[2]ise Resneli Niyazi örneğini koyuyor.
Dersimli Kemal’in önüne. Ama nafile, Kılıçdaroğlu Sloterdjik’in “sinik akıl”ındaki[1] gibi “Ne yaptığını gayet iyi biliyor, ama yine de yapıyor.” En azından bu kez olsun bunun bir sinizm, bir “bile bile lades” değil de “eşeği sağlam kazığa bağlama” tepkisi olduğunu düşünmek istiyor insan. Önce olayı bir anlatayım:
Kılıçdaroğlu, salı günkü grup toplantısında YSK’ya güvenmediğini dile getirmişti.[2]21 Ocak’ta İzmit Belediye Başkanı Fatma Kaplan Hürriyet’in, ilin ilk belediye Başkanı Leyla Atakan adına açtığı kütüphanenin açılışına katıldığında da seçim sürecine ilişkin açıklamalarda bulundu ve Erdoğan’ın adaylığı ile ilgili olarak şu hususların altını çizdi:
Diyelim ki ses çıkardık, nereye gidecek? Yüksek Seçim Kurulu’na. O üyeleri atayan kim, Erdoğan. Verdiği karara kim itiraz edecek? İtiraz edeceğin hiçbir yer yok. Anayasa Mahkemesi bile bakmıyor bu karara. Hatırlarsanız İstanbul seçimlerinde aynı zarfın içerisine dört tane oy pusulası koyuyorsunuz. Efendim üçü doğru, biri yanlış… Talimat geldi de onun için yaptılar. Dolayısıyla bizim Erdoğan’ın aday olup olmamasına kilitlenmek gibi bir düşüncemiz yok.
Aslında Kılıçdaroğlu, Erdoğan’ın adaylığı ile ilgili düşüncelerini ilk defa dile getirmiyor; daha önce de defaatle aynı şeyi söylemişti. Örneğin geçtiğimiz yıl yaklaşık bu günlerde TV100’de Kemal Kırçuval’ın programına[3] katıldığında da benzer şeyleri söyleyerek, “Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın aday olup olmayacağına kilitlenmediklerini…Erdoğan, aday olur veya olmaz ama [kendilerinin] sandık güvenliğini sağlayarak seçimi almak ve Türkiye’yi demokrasi eksenine getirmek [istediklerini]… Altı liderin hedefi[nin bu]” olduğunu belirtmişti.
Fatih Altaylı Martin Seligman’dan mülhem bir kavram öğrenilmiş çaresizlik kavramıyla Kılıçdaroğlu’nu eleştirerek bu sözlerin bir “Kazanılmış başarısızlık sendromu veya öğrenilmiş çaresizlik sendromu, kişinin ya da organizmanın göstermiş olduğu tepkilerin sonuca ulaşmaması nedeniyle, sonucu değiştiremeyeceğine karşı oluşan inanç ile gelen bir ruh hâli” olduğunu söyleyerek siyasetin bundan fazlası olduğunu iddia etti; baştan sona da haklı.
Siyasetin öğrenilmiş çaresizlikten fazlası olduğunu Orhan Gökdemir, Resneli Niyazi’den, Geyikli Niyazi, “ne şehit ne gazi olup b*k yoluna giden” Niyazi’den, emrindeki askerlerle birlikte 3 Temmuz 1908’de Makedonya’da Ohri yakınlarındaki dağlara çıkarak Meşrutiyet’in yeniden ilanında önemli rol oynayan Kahraman-ı Hürriyet Resneli Niyazi’den örnekler vererek anlattı. Ben, onların bu tüm anlattıklarını farklı bir pencereden sinizm olarak tanımlamayı yeğliyorum: Peter Sloterdijk Sinik Aklın Eleştirisi’nde modern çağın sinik ruh halini eleştirir ve onun karşısında hicvi ve ironiyi koyar. Žižek, Sloterdijk’in, Marx’ın Kapital’de bahsettiği “bilmiyorlar ama yapıyorlar”ını[4] “biliyorlar ama (yine de) yapıyorlar”a tahvil ettiğini iddia eder[1]: Sinik özne “…ideolojik maske ile toplumsal gerçeklik arasındaki mesafenin gayet” iyi farkındadır, ama yine de maskede ısrar eder. Demek ki Sloterdjik’in önerdiği formül şöyle bir şeydir: “Ne yaptıklarını gayet iyi biliyorlar, ama yine de yapıyorlar.”[2]Sinik aklın “bile bile yapması, bilmesine rağmen yapması” tam da öğrenilmiş çaresizlikteki gibi bir kazanılmış başarısızlık sendromudur.
Tamam, en doğrusu “Erdoğan’ı yasaklı hale getirmek değil, sandıkta yenmek”; elbette, Kılıçdaroğlu’ndan Erdoğan’ın adaylığına karşı elde silah, yanında geyik Elmadağ’a çıkmasını isteyen de yok; ve yine elbette, YSK’nın Erdoğan’ın emrinde olduğunu bilmemek de mümkün değil. Eyvallah, eyvallah da siyaset de “gerçekçi olup imkansızı istemek” ne olursa olsun hukukun izini sürmek değilse ne?