Özgür Sevgi Göral
Bu hafta Cizre’ye geri dönelim. Geçmişi Ermeni Soykırımı’na, 24 Nisan 1915’te evlerinden alınarak katledilen “180 kadar” Ermeni aydınına kadar götürülebilecek zorla kaybetme suçunun 1990’lı yıllarda Kürdistan’da belki en yoğun biçimde uygulandığı Cizre’ye gidelim. Sadece zorla kaybedilenleri değil, Kürt savaşının pek çok veçhesini Cizre’ye bakarak kavrayabiliriz. Çünkü Cizre Kürt hareketi etrafında çok güçlü bir biçimde mobilize olmuş politik bir merkezdir. 1990’lar Kürt savaşının şiddetlendiği ve aynı zamanda Kürt hareketinin yeni kurumlar ve örgütlenme biçimleri üreterek güçlendiği, kurumsallaştığı ve kitle desteğini artırdığı yıllar. Cizre işte bu politik mobilizasyon dalgasının sembollerinden biri olduğu için aynı zamanda çok büyük bir devlet şiddetiyle karşı karşıya kalır.
12 Eylül darbesinden sonra zorla kaybedilenleri 3 gruba ayırabiliriz: Birinci grupta erken dönemde yani 1980 cuntasından hemen sonra ve 1990’ların başında, çoğunluğu radikal/silahlı sol örgütlerin militanı olan öğrenciler, işçiler ve sendikacılar vardır. Yerelde Kürt hareketinin sözcülerinin oluşturduğu ikinci grup, Kürt siyaseti etrafındaki politik mobilizasyonu temsil eden gazeteciler, siyasetçiler, taban örgütü militanları, avukatlar ve insan hakları savunucularından oluşur. Üçüncü grup ise, PKK örgütüne lojistik destek vermekle ya da milis olmakla suçlanan ve Kürdistan’da yaşayan yurttaşlardır; zorla kaybedilenlerin çoğunluğu işte bu üçüncü gruba aittir. Dolayısıyla zorla kaybetme suçunu, Türkiye Cumhuriyeti devletinin, Kürt savaşının şiddetlendiği 1990’lı yıllarda Kürt hareketi etrafında yaşanan büyük siyasallaşma dalgasına özel harp aygıtı eliyle verdiği bir cevap olarak görebiliriz. Cizre, işte bu üçüncü gruba giren, yani milis olduğu ileri sürülen çok sayıda insanın, özellikle 1992-1994 yılları arasında zorla kaybedildiği yerlerden biridir.
Kayıp yakınları 1990’lı yıllar boyunca Cizre’de, kentteki hem çok güçlü politizasyon hem de çok güçlü devlet şiddeti ikliminin içinde, yakınlarını aramışlar, cenazesi teslim edilmeyenlerin bedenlerine ulaşmaya çalışmışlar ve aslında neredeyse hepsi hukuk mekanizmalarının kapısını çalmışlar. Kayıp yakınlarıyla yaptığım mülakatlarda, kentteki devlet baskısı yüzünden hiçbir yere başvuramadığını söyleyenlerin bile aslında, başka bir yakını, tanıdığı ya da akrabası eliyle kayıptan bir süre sonra hukuk yollarına başvurduğunu farketmiştim. Kayıp yakınları, 1990’lı yılların savaş ortamının içindeyken dilekçeler yazmışlar, savcılara ulaşmaya çalışmışlar, suç duyurusunda bulunmuşlardı. Ancak 1990’lı yıllar boyunca savcıların çoğu türlü bahanelerle bu dilekçelerini kabul etmedi; dilekçeyi kabul edenler arasında ise neredeyse hiçbiri soruşturma başlatmadı. Bazıları askeri görevliler karşısında güçsüz olduklarını belirtti, kimisi dilekçeyi kayıp yakınının gözü önünde yırtıp çöpe attı, kimisi de kayıp yakınlarını tehdit etti. Kayıp yakınlarının çok büyük bir kısmı, dilekçelerini kabul ettirememe, işleme koyduramama, hukuk yollarından hiçbir sonuç alamama hikayeleri anlattılar. Diğer bir deyişle, 1990’lar tam bir cezasızlık dönemi oldu.[1]
Cezasızlık teriminin, suçu işleyen devlet görevlisi olduğu durumda hukuki ya da fiili mekanizmalarla ceza almaması anlamına gelen teknik açıklayıcılığı bir yana, durumu ortaya koymak açısından ne kadar doğru bir kelime olduğundan emin değilim. Tıpkı adaletin tesisi, hukukun üstünlüğü gibi kavramları kullanmanın bir mücadele etme stratejisi olarak bile olsa ne kadar işe yaradığından emin olamadığım gibi. Burada mutlak biçimde fail ile özdeşleşme, onu korumak için kendini siper etme, şikayetçiyi ise çok büyük bir apatiyle hukuk sisteminin içinde hak sahibi bir özne olarak görmeme gibi bir tavırla karşı karşıyayız. Adalet konu Kürdistan’da işlenen insanlığa karşı suçlar olunca imkânsız bir hayale dönüşür ama bunun da ötesinde yargı dediğimiz karmaşık yapı bir bütün olarak failin etrafına bir zırh örerek suç işleyeni kanının son damlasına kadar korur. Şikayetçi olan Kürtleri ise en hafifinden tamamen görmezden gelerek en ağırından ise hakaret ve tehdit ederek yıldırmak için mücadele eder. Kürdistan’da hukuk, hakimleri, savcıları, jargona boğulmuş anlaşılmaz Türkçesi, Kürtçeyi reddetmesi, şikayetçilere aslan kesilen mübaşirleri ve içinde adaletten başka her şeyin olduğu adliyeleriyle, sömürgeci sistemin organik, yapısal bir parçasıdır; o sömürgeci sisteme içkindir.
Bu iç karartıcı tabloda 2007 sonrasında bir şeylerin değişebilmesi ihtimali belirdi.2007 yılında, bazı askerlerin darbeye teşebbüs suçlamasıyla yerel mahkemelerde yargılandığı çok ses getirmiş iki dosya olan Ergenekon ve Balyoz soruşturmaları başladı. Yargılanan askerlerin, 1990’larda Kürdistan’da işlenen suçlara da karışmış olmaları nedeniyle, bazı askerler ve paramiliter grupların faaliyetleri hakkında ayrı ceza davaları açıldı. Bu askerler, Kürt savaşının otuz yılı boyunca işlenmiş ağır insan hakları ihlalleri için mahkemeye çıkmış Türk ordusunun en kıdemli mensuplarıydı. Toplam 11 önemli davada, askerler, köy korucuları, itirafçı grupları ve emniyet üyelerinden oluşan farklı JİTEM grupları işledikleri suçlar nedeniyle yargılandılar. Cizre JİTEM dosyası olarak da anabileceğimiz ve Cizre ile Silopi’de zorla kaybedilen ve infaz edilen 21 kişinin öldürülmesini içeren Temizöz ve Diğerleri dosyası bu politik konjonktürün davalarından biriydi.
İlk yazımda da bu dosyadan söz etmiştim, sanıklar Cemal Temizöz, Kamil Atak, Temer Atak, Kukel Atak, Adem Yakin, Fırat Altın (Abdülhakim Güven), Hıdır Altuğ, ve sonradan şikayetçi avukatları tarafından açığa çıkarılarak dosyaya eklenen “Yavuz hoca” ya da “Yavuz Güneş” kod adıyla bilinen Uzman Çavuş Burhanettin Kıyak da dahil olmak üzere 8 kişiydi. Bu yazıda sanıklardan değil, kayıp yakınlarının tavrından ve onlar için bu yargılamanın anlamından söz etmek istiyorum. JİTEM yargılamaları başlar başlamaz kayıp yakınları duruşmaları çok büyük bir dikkatle ve kalabalık gruplar halinde izlemeye başladılar. Aynı zamanda da hem yaptığımız mülakatlarda hem verdikleri başka röportajlar ve yaptıkları konuşmalarda, kimi zaman daha incelterek kimi zaman da en apaçık haliyle şunun altını çiziyorlardı: Yargılamalardan en ufak bir beklentileri yoktu. Yargılamaların sonunun ne olacağı belli olmazdı, onlara kalsa bu sanıklar yüz yıl bile ceza alsa içleri soğumazdı ama zaten mahkemenin nasıl biteceğine dair ciddi şüpheleri vardı. Devletin mahkemelerine kesinlikle güvenmiyorlardı, çünkü mahkemeler onlar için şu anlama geliyordu:“[…]mahkeme salonları bizim yerimiz değildir. Devletin mahkemesi Cemal yüzbaşının, Kamil’in yakın arkadaşıdır.”
Peki hiç inanmadıkları, aslında devletin sopasının bir uzantısı olduğunun, sömürgeciliğin bir parçası olduğunun bu kadar farkında oldukları bu davaları neden bu kadar dikkatle, bu kadar sistematik bir biçimde takip ediyorlardı? Aslında 1990’lı yıllarda JİTEM yapısının organik bir parçası gibi hareket eden savcılara hiçbir işe yaramayacağını bildikleri dilekçeleri verirken yaptıklarına benzer bir şey yapıyorlardı. Elbette bu kez, yani Temizöz ve Diğerleri yargılaması başlamışken ve sürerken, yargılananların gerçekten ceza almaları ihtimal dahilindeydi. Ama kayıp yakınları gerçekten işin bu kısmının yanı sıra, yani mahkemenin sonucunda ne olacağının yanı sıra, aynı zamanda mahkemeleri başka türlü mekanlar olarak da görüyorlardı. Sonuç konusunda her zaman çok beklentisizlerdi, faillerin yargılanmasından çok memnun olmalarına rağmen bu işlerin Türkiye’de çok çabuk değişebileceğinin altını çiziyorlardı. Onlar aynı zamanda bu davaları takip etmenin kendileri için politik ve ahlaki bir görev, kaybettikleri yakınlarının mücadelesine sadakat göstermenin bir yolu, kayıplarının peşinde olduklarının bir ispatı, zaman ne kadar geçerse geçsin onu unutmadıklarının bir işareti olarak görüyorlardı. Mahkeme salonu onlar için faillerin yüzüne bakıp hesap sormanın, ifade verirken anlatmak istediklerini devletin kayıtlarına geçirmenin, yıllardır çektiklerini ve ayakta kalarak mücadele ettiklerini Kürtçe ifade etmenin, Cemal Temizöz’ün, Kamil Atak’ın ve diğer faillerin karşısında sevdiklerinin anısına ve mücadelesine sahip çıkmanın, hesap sormanın mekanıydı. Mahkemeler sadece adaletin ne kadar tecelli edeceğine dair mekanlar değil aynı zamanda politik ve ahlaki bir karşılaşma ve hesaplaşma mekanıydılar da. Çoğu kayıpların eşleri olan Kürt kadınları, başlarında beyaz yemenileriyle her duruşmayı en ön sıraya oturarak izlediler. Failler konuşurken Kürtçe mırıldanarak ve beddua ederek, her ifadelerinde yakınlarının nasıl kaybedildiğini bütün ayrıntılarıyla anlatarak, onları hiç unutmadıklarının ve sevdiklerinin anısını yıllardır nasıl taşıdıklarının altını çizerek, eşlerinin kaybedilmesinden sorumlu gördüklerini isim isim sayarak, parmaklarıyla işaret ederek konuştular.
Kayıp yakınları için sadece içinde yaşadıkları gerçeklik değil hukuk alemi de mücadelelerinin bir parçasıydı. Ben bu mücadeleyi, kayıp yakınlarının hem gerçek Kürdistan’da hem de sömürgeci hukuk aleminde tezahür eden yasal Kürdistan’da verdikleri bir tanınma, kaybedilene sadakat, inat ve devlete ve zamanın geçişine meydan okuma mücadelesi olarak görüyorum. 1990’lı yıllar boyunca kayıp yakınları açısından gerçek Kürdistan ne kadar yoğun bir zor ve şiddet içerse de yasal Kürdistan’ın tüm hukuk yolları denenmeli ve sonuna kadar zorlanmalıydı. Şüphesiz gerçek Kürdistan ve yasal Kürdistan aynı zamanda hem ayrı hem de birbirinin içinde kurulan iki alana işaret eder. Başka bir deyişle, yasal Kürdistan ve onun pratikleri kolonyal matrisin yani gerçek Kürdistan’ın içinden geçerek oluşur. Ancak kayıp yakınları, belki de bunun böyle olduğunu en iyi bilenler olmalarına rağmen, bu iki düzeyi ayrıştırmak üzere siyasi bir çağrı yapar. Bu çağrı, bu iki alanın içiçeliğini bedeninde, gündelik pratiklerinde ve siyasi mücadelelerinin her somut adımında hissedenler tarafından aynı zamanda bir politik edim ve ahlaki meydan okuma olarak da yapılır. Bu yaklaşım gerçek bir umuttan kaynaklanmaz, daha çok bir hakkı kazanmak için o hakkı şekillendiren hukuk yollarının takibi zorunluluğundan kaynaklanır.[2]
Kayıp yakınları Temizöz ve Diğerleri yargılaması sürerken de aslında benzer bir şekilde düşündüler. Mahkemenin sonucu kadar süreci örgütlemek, o süreçte orada bulunmak ve faillerle yüzleşerek hesap sormak yasal Kürdistan’ın gereklerinden biri gibi gözüküyordu. Sonuç kayıp yakınlarını haklı çıkardı. AKP hem dosyaların açıldığı sıradaki müttefiklerini değiştirdi hem Kürt savaşını diyalog ve müzakere yoluyla çözme iradesi ortadan kalktı hem de hükümetin yeni ittifakı Türkiye’nin kök faşist hareketi MHP olunca bu dosyalar birer birer kapatılmaya başlandı. Bu durum davayı büyük bir dikkatle takip eden kayıp yakınları tarafından öngörülmüş olmasına rağmen, duruşmalar aynı zamanda bir karşılaşma ve hesaplaşma yeri olduğundan yine de yasal Kürdistan’da kendilerine ayrılan yeri aldılar. Sevdiklerine sadakat ve kaybedilenin politik kavgasını yaşatma mücadelesinin parçası olduğundan ve elbette yine de dosyanın ilk aşamada öngörülemeyecek gidişatını takip etmek için duruşmaları takip ettiler. En nihayetinde, bu dosyaları tüm temel eksikliklerine rağmen yaratan politik konjonktür ortadan kalktığı için, tüm dosyalarda sanıkların tümü beraat etti. Kamil Atak, üstelik, politik konjonktürün değişmesinin ve muhtemelen ceza almayacağının verdiği rahatlıkla “[…] tüm sanıkların beraat ettiği 5 Kasım 2015 tarihli son duruşmada, ‘Ben JİTEM’i değil, Fransızca Jötem’i bilirim,’ diyebilecek kadar yargılama süreciyle dalga geçebiliyordu.”[3] Dalga geçmekte de haklı çıktı; sadece Temizöz ve Diğerleri dosyasında değil diğer dosyalardaki tüm sanıklar da, haklarında kayıp ve infaz edilmiş Kürtlerin yakınları tarafından verilmiş yüzlerce ifade olan bu failler, bu dosyalardan beraat etti. Hepsi aklandılar; insan bazen yargılanmasalar belki daha iyiydi diye düşünmeden edemiyor zira artık bu suçları işlemedikleri mahkeme kararıyla ortaya konulmuş oldu.
Fransa Türkiye’ye çok benzer bir şekilde, katı bir cezasızlık zırhıyla ya da hukukun sömürgeciliğin yapısal bir unsuru olması sorunuyla malul. Fransa’da örneğin Nazi dönemi işbirlikçileri çok sınırlı da olsa yargılandılar ancak sömürgecilik döneminin failleri, suça bulaşmış Fransız devlet görevlilerinin neredeyse hiçbiri mahkeme karşısına çıkmadı, Cezayir’de ya da Fransa’da Cezayirlilere karşı işledikleri insanlığa karşı suçlar nedeniyle hesap vermedi. Fransa Cezayir Bağımsızlık Savaşı’nın bitmesinden hemen sonra, 1968 yılında, tam da 68 hareketi ülkeyi kasıp kavururken çok kapsamlı bir af yasası çıkardı. 31 Temmuz 1968 tarihli bu yasanın birinci maddesi şöyledir: “Cezayir’deki olaylarla ilişkili olarak işlenmiş tüm suçlar bu yasa ile af kapsamına alınmıştır. Bu Maddenin birinci fıkrasında kapsanan süre boyunca Cezayir’de görev yapan askeri personel tarafından işlenen suçlar, Cezayir’deki olaylarla ilgili olarak işlenmiş sayılır.”[4] Bu yasa ile Cezayir Bağımsızlık Savaşı boyunca, özellikle de Fransız askeri personeli tarafından işlenen ve işkence, zorla kaybetme, infaz etme gibi çok temel devlet suçlarını da barındıran fillerin tamamı, af kapsamına alınarak yargılama konusu olmaktan çıkarılır.
Tıpkı kayıp yakınlarının yaptığı gibi pek çok kez Cezayirli ve onların Fransa’da yaşayan sonraki kuşakları, hafıza militanları ve farklı demokratik kitle örgütleri pek çok kez Cezayir’de insanlığa karşı suç işlemiş askeri personelin yargılanması için girişimlerde bulunurlar. Örneğin General Paul Aussaresses’in 2001’de yayımlanmış Cezayir’de Özel Hizmetler. 1955 – 1957 başlıklı, 1955-57 yılları arasında bizzat emir verdiği işkence ve yasadışı infazları anlattığı kitabı hakkında, Halklar Arasında Arkadaşlık ve Irkçılığa Karşı Hareket (MRAP) tarafından mahkeme huzurunda yapılan şikâyet sonuçsuz kalır. Temyiz mahkemesi Fransız Ceza Kanunundaki insanlığa karşı işlenen suçları düzenleyen maddenin geriye yürümeyeceği ve Cezayir’de askeri personel tarafından olaylarda işlenen tüm suçların af kapsamında olduğu gerekçesiyle General Aussaresses’i yargılamayı reddeder.[5] Dolayısıyla Fransa yargısı Cezayir’de sömürgecilik döneminde işlenen insanlığa karşı suçlar açısından tıpkı Kürdistan’da işlenen suçlar açısından Türkiye yargısının aldığı tavra çok benzeyen bir tavır alır: mutlak ret ve inkar, failleri yargılama kapısını açmamak, şikayetçilerin mahkemeleri bir karşılaşma ve hesaplaşma alanına çevirmeye dair tüm politik mücadelelerini boşa düşürme çabası hukuk alanını belirler. Fransa’da mutlak cezasızlık zırhı asla kırılamaz zira Fransız yargısı da sömürgeci sistemin organik, yapısal bir parçasıdır; o sömürgeci sisteme içkindir.
Bu yazıyı yazarken, Cizre’de 24 Ocak 2022 günü, dershaneye gittiği sırada eski köprüde, Yafes Caddesi’nde, sivil polislere ait Ranger tipi zırhlı aracın çarpması sonucu 23 yaşındaki Abdulgaffar Dayan yaşamını yitirdi. Olaydan sonra kayyım tarafından yönetilen Cizre Belediyesi bir açıklama yaparak aracın kendisine ait olduğunu açıkladı. Bu yazının yazarı, bu yazıyı okuyanlar, kayyumla yönetilen Cizre belediyesinden o açıklamayı kaleme alanlar, zırhlı araçla Dayan’a çarparak katledenler, Cizreliler ve aslında tüm Türkiyeliler, bu cinayetten sonra bu suçu işleyen faillerin cezalandırılmayacağını çok iyi biliyor, biliyoruz. Bu suçu işleyen faillerin bir de sırtları sıvazlanarak kollanacaklarını ve terfi ettirileceklerini çok iyi biliyoruz. Cizre’de gencecik yaşında yolda yürürken katledilen Abdulgaffar Dayan’ın yaşamının bu ülkenin mahkemeleri, yargıçları, savcıları, hukuku tesis etmekle yükümlü kamu görevlileri nezdinde miskal kadar kıymeti olmadığını hepimiz çok iyi biliyoruz. Dayan’ın yakınları ellerinden geleni yapsalar, suç duyurusunda bulunsalar, mahkemeye hazırlansalar, tanıklar dinletseler, avukatlar ellerinden gelen çabayı gösterseler de sonucun milim değişmeyeceğinden hepimiz adımız gibi eminiz. Kürdistan’da suç işleyen devlet görevlilerinin cezasızlığı, bu konu üzerine çalışırken bile, insana tahammül etmesi çok zor gelen bir süreklilik ortaya koyar. Hal böyle iken bunun adına cezasızlık demenin ya da hukuk mekanizmasının sömürgeciliğin bir parçası olduğunu söylemenin, tartışmanın ya da yazmanın bir anlamı var mı, inanın bazen ben de bilemiyorum. Elimden başka bir şey gelmiyor, yazıyorum.
[1] 1990’lı yıllarda kaybedilenlere dair hukuki manzara Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi önüne götürülen dosyalar bakımından ise Türkiye’deki tablonun tam tersidir. Her ne kadar zorla kaybedilenlerin ailelerinden çok küçük bir bölümü şikayetlerini AİHM’e taşıyabilmiş olsa da AİHM birçok kararında resmi yetkililerin zorla kaybetmeleri soruşturma konusunda isteksiz olduğunu ve Türkiye’de hukuk yollarının etkisiz olduğunu belirledi. AİHM’e taşınan en önemli davalar Kurt/Türkiye, Çakıcı/Türkiye, Timurtaş/Türkiye, Orhan/Türkiye ve İpek/Türkiye dosyaları idi. AİHM’in zorla kaybetmelerle ilgili gerekçelendirmesinin, Türkiye ve Çeçenistan/Rusya Federasyonu davalarıyla şekillenip dönüştüğü ve zorla kaybetmelerin ayırt edici özellikleri üzerine önemli bir içtihadın ortaya çıkmasıyla sonuçlandığı iddia edilebilir. Özellikle Timurtaş dosyası çok önemli bir yerde durmaktadır. Çünkü bu dosyayı değerlendirirken AİHM, normal şartlarda aranan makul şüphenin ötesinde ispat standardının, somut öğelere dayanmaları durumunda “yeterince güçlü, sarih ve tutarlı birtakım çıkarsamalar ya da benzer nitelikteki çürütülemeyen maddi karinelerin bir arada var olması”yla karşılanabileceğini öne sürmüştür. Hafıza Merkezi’nin çalışmalarına göre, Türkiye, aleyhine AİHM’e taşınan zorla kaybetme davalarının yüzde 87’sinde sorumlu bulunmuştur. Öte yandan, söz konusu AİHM kararlarının çarpıcı bir özelliği de başvuranlarca çok defa ileri sürülmesine rağmen, Mahkeme’nin hiçbir zaman Kürt vatandaşlara yönelik etnik ayrımcılık yapıldığı iddiasını kabul etmemesidir. Diğer bir deyişle, Mahkeme hiçbir zaman Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin ayrımcılık yasağını düzenleyen 14. maddesinin ihlal edildiği iddiasını kabul etmemiştir. AİHM önündeki dosyaların analizi için bkz. “Zorla Kaybetmelerle İlgili Hukuki Bulgular,” Hakikat Adalet Hafıza Merkezi (Link için tıklayın)
[2] Gerçek Kürdistan ve yasal Kürdistan terimlerini nasıl geliştirdiğime dairayrıntılı bilgi ve özellikle de Temizöz ve Diğerleri dosyasının etraflı bir incelemesi için bkz. Özgür Sevgi Göral, “ ‘İmkansız bir talep’ olarak adaleti beklemek: Kaybedilenler ve Yakınları”Beklerken. Zamanın Bilgisi ve Öznenin Dönüşümü içinde, der. Zerrin Özlem Biner, Özge Biner, İletişim Yayınları, 2019, ss. 45 – 87 (Link için tıklayın)
[3] Hülya Dinçer, “90’lardan bugüne Türkiye’de cezasızlık politikalarının bilançosu: Savaşın gölgesinde ‘adalete bağırmak’ ”, Toplum ve Bilim,no. 152, 2020, s. 49. Dinçer bu makalesinde aynı zamanda cezasızlık olgusunu pek çok dosyaya birlikte bakarak etraflı biçimde inceler. Yine tüm bu dosyaların son derece ayrıntılı bir analizi için bkz. Emel Ataktürk Sevimli, Esra Kılıç, Gülistan Zeren, Melis Gebeş, Özlem Zıngıl, 1990’lı Yıllardaki Ağır İnsan Hakları İhlallerinde Cezasızlık Sorunu: Kovuşturma Süreci, Hafıza Merkezi Yayınları, 2021 (Link için tıklayın)
[4] William B. Cohen, “The Algerian War, the French State and Official Memory”, Historical Reflections / RéflexionsHistoriques, cilt. 28, no. 2, Summer 2002, s. 224.
[5] Juliette Lelieur-Fischer, “Prosecuting the Crimes against Humanity Committed during the Algerian War: an Impossible Endeavour?”,Journal of International CriminalJustice, no. 2, 2004, s. 231.