Kürt yönetmen Ali Kemal Çınar ile Diyarbakır’da, Kürt sinemasını konuştuk. Çınar’ın sinemasında sesler oldukça önemli bir yerde. Sur’daki sokağa çıkma yasaklarının yaşandığı dönemi konu alan son filmi “Geceden Önce”de savaş uçaklarının seslerini yoğun bir şekilde işlediğini görüyoruz. Tam da Ali Kemal Çınar ile bunu konuşurken, söyleşimiz sık sık savaş uçaklarının sesleriyle bölünüyor. Çınar’ın vurgu yaptığı bir şey bana çok etkileyici geldi. Ali Kemal Çınar, Yılmaz Güney’in “Yol” filminde de Diyarbakır’a gelindiğinde karakterleri uçak sesinin karşıladığını anlatıyor. Sinemanın, özellikle de ötekilerin sinemasının belki de bellek gibi bir işlevi de var -ki Ali Kemal Çınar, gişe derdinin olmadığı filmlerinin bir arşiv niteliğinde olduğunu düşünüyor. Onun deyimiyle, bu filmler belki de “Bugünden 50 yıl sonrasına bir mektup.” Ali Kemal Çınar, sinemasını, Diyarbakır’da yaşamayı ve geleceğe dair projelerini Gazete Karınca’ya anlattı.
Diyarbakırlısın, Diyarbakır’da yaşıyorsun. Burası çok politik bir kent zaten ama aynı zamanda yakın tarihte çok ciddi çatışmalı süreçlere de tanıklık ettik hep beraber. O süreçte burada mıydın, o süreci nasıl yaşadın anlatır mısın bize?
Buradaydım. O dönemdeki durumumuzu “dışarıdakiler” diye tabir ediyorum. Gerçekten dışarıdaydık, yani Suriçi’nde olmayanlar. Biz de sabah akşam onun etkisindeydik, sesleri duyuyorduk, olayları takip ediyorduk ama bir yandan da Sur’un dışındakiler olarak var olan rutin hayatımız devam ediyordu. Tabii aklımızın bir köşesinde de o sesler vardı hep. Ben o dönemi zaten bir filme de dönüştürdüm. Dışarıda kalan bir aile üzerinden şekillenen bir hikayeye dönüştü. Seslerin çok yoğun olduğu ve baskın olduğu bir filme dönüştü. O dönem bizim belki sadece sohbetlerimiz değişti ama hayatımız bir şekilde kendi rutininde akmaya devam etti. Bu hal de psikolojik olarak çok zorladı. Bir şeyi değiştiremiyorduk ve o rutinlik de bize ağır geliyordu. Son filmim “Geceden Önce”yi çekmem de o ağırlığın etkisiyle oldu.
Evet belki filminle birlikte konuşabiliriz o süreci. Filminde uçak sesi vurgusu oldukça ön planda. Seni en çok rahatsız eden şeylerden bir tanesi bu muydu?
Uçak sesleri, top, silah sesleri yaşanan sürecin bize yansıma biçimiydi. Bizi travmatize eden bir durumdu. Gerçi bu coğrafyada bu sesler yeni değildi, hala da var. Bunu nasıl tolere ediyoruz diye düşünüyorum bazen. Ben mesela bir sinemacı olarak belki film yaparak tolere ediyorum. Bir başkası başka bir şey yapıyordur tolere etmek için ya da kimisi hiç düşünmüyordur, direkt dışarıda bırakıyordur o hissiyatı. Yani bunu tolere etme şekli kişiye göre değişen bir şey.
Filmlerinde bu hikayeleri görünür kılmak seni sağaltıyor diyebilir miyiz?
Ben bu yaşananları filme katıyorum, filmin parçası kılıyorum. Hikaye onunla ilgili olmasa dahi bakıyorsun bir ses (uçak sesi) geçiyor oradan, bu da bana nerede olduğumuza dair bir konum atma gibi geliyor. O yüzden içine girmesini istiyorum, filme dahil olmasını istiyorum. Ki bir arşiv niteliğinde oluyor benim için. Aslında bir hikaye anlatırken sadece bir hikayeyi anlatmıyorum ya da bir hikaye üzerinde bir düşünceyi aktarmıyorum. Bir taraftan da kişisel bir hikayenin arşivlenmesi gibi bakıyorum meseleye. Belki 20 sene, 30 sene sonra o filmlere bakıldığında, Diyarbakır’da ne yaşanmış ne bitmiş sorusuna bir cevap olmasını da istiyorum. Mesela Yılmaz Güney’in “Yol” filminde uçak sesi var mesela, Diyarbakır’a geldiği gibi bir uçak sesi karşılıyor onları, karakterleri. Bu çok ilgimi çekmişti. Bu durum o günden bugüne bir mektup göndermek gibi bir şey aslında. Uçak sesi dinmedi hala Diyarbakır’da mesela. İşte 50 yıl sonra da bakıldığında hala uçak sesi geliyorsa bu da bundan 50 yıl sonrasına bir mektup olur diye düşünüyorum.
“Geceden Önce” filmini yasaklar bittikten ne kadar zaman sonra çektin?
Filmi 2019’da çektim ama 3 sene sonra gösterilme olanakları oluştu. Araya pandemi girdi, festivaller iptal oldu. O yüzden gecikti aslında. İlk olarak 2021’de gösterim şansı bulabildik.
Şimdi nasıl Diyarbakır’da hayat? Çünkü ben geldiğimden bu yana savaş uçaklarının hareketliliğine tanıklık ediyorum ve evet şehir içindeki çatışmalı süreç sona ermiş olsa da halen devam eden ve kente de yansıyan bir gerilim var aslında.
Herkes bunu kanıksadı bence. Ben öyle bakıyorum. Yani artık bu hayatın bir parçası. Kimse oturup her gün savaşı düşünmüyor yani. Bunu söylerken şunu kastediyorum, insanlar hayatlarını buna göre şekillendirmiyor. Bu artık hayatın bir parçası haline geldi ve öyle yaşamayı öğrendi insanlar, hepimiz öyle öğrendik. Bu kanıksama iyi bir şey mi, kötü bir şey mi tartışılır tabii ki.
Senin için Diyarbakır’da yaşamak nasıl bir şey?
Ben o farkı bilmiyorum açıkçası. Hep Diyarbakır’da yaşadığım için dışardan bakarak ele alamıyorum. Sadece askerlik yaptım başka bir şehirde 6 ay. Ama ben memnunum. Diyarbakır bana yetiyor. Sanatsal anlamda da sosyal hayat anlamında da çok iyi hissettiğim bir kent. Büyükşehir olmasına rağmen bir rutinliği var, bir sakinliği var. Lüks diyebileceğim bir tarafı var.
Benim dikkatimi çeken çok entelektüel bir kesim var Diyarbakır’da. Edebiyat, sanat etkinlikleri çok yoğun ve epey mekanlar var bu alanda. Aynı zamanda çok okuyan bir genç nüfusa sahip. Mesela şimdi söyleşi yaptığımız kafede bile bir kütüphane bölümü var. Sence neden böyle bir kitleye sahip Diyarbakır?
Bu siyaset atmosferiyle ilgili bence. Okumak zorunda hissettiriyor. Herkesin bir tolere etme refleksi olduğundan bahsettim ya yani bu sürekli savaş atmosferini soluyan kentte bir nefes alma çabası gibi geliyor bana. Böyle toplumlar çok üretir zaten. Kentin kültür altyapısı zaten sağlam. Tutunabilecek şeylere ihtiyacımız var. Bende öyle oldu. Ben sanat yapmasam, sinema yapmazsam ne yapabilirim diye düşündüğümde belki intihar bile bir seçenek olabilir. Varoluşsal bir sıkıntın varsa hayatla ilgili ve bir şey de yapamıyorsan bence sonu kötü olabilir. O yüzden herkes bence bir teselli olarak okumaya, sanata yöneliyor.
Söylediğin bir şey dikkatimi çekti, “Sinema yapmaya başladım ve belki de bunu yapmasaydım intihar bir seçenek olabilirdi” dedin. Bu çok ağır bir cümle değil mi? Bir de buradan yola çıkarsak sinema senin için bir aktivizm diyebilir miyiz?
Sinema benim için hayatım ciddi bir alanı kapsıyor. Bunu yapmak adına ciddi bedel ödediğimi düşünüyorum. Ailemi karşıma aldım, arkadaşlarımı karşıma aldım. Hayatımda verdiğim büyük bir bedel varsa bu sinema için oldu. Sinemasız bir hayat düşünemiyorum kendi açımdan. Çünkü ben çok huzursuz biriydim. Hala da öyle. Huzur yoktu bana. Hep bir arayışım vardı, bir rahatsızlığım. Sinema oradan yetişti bana aslında, uğraşabileceğim bir alan varsa o da budur dedim ve bütün bu huzursuzluğumu buna akıtabilirim diye düşündüm. İşte sinema olmasaydı bu huzursuzluğum nereye varırdı diye düşündüğümde o zaman intihar bir seçenek olabilirdi belki de diyorum.
Peki sinema yaparken derdin ne? Bahsettiğin huzursuzluk ne? Anlatır mısın biraz?
Hep meraklıydım, çocukluktan beri. Büyüdükçe lise, ortaokul yıllarında daha da yoğunlaşmaya başladı. Üniversitedeyken artık tam olarak karar vermiştim. Artık meraktan öteye geçmişti. Sinema yapmaya başlayabilirdim. Zaten o karardan sonra ben de bütün plan programımı buna göre yaptım. Eğitimlere, atölyelere katıldım, film ya da öykü yazmakla okumakla geçen bir süreçten bahsediyorum. Üniversiteyi bitirdim ama öğretmenlik yapmadım çünkü o zaman sinema yapamazdım. Asıl işim bu olsun istiyordum.
Ailen ve arkadaşlarınla çatışman da burada başladı değil mi?
Evet, düzenli bir gelirin olsun, sigortan olsun diyorlardı.
Sen korkmadın mı peki? Çünkü gerçekten de belki de aç kalacağın günler seni bekliyordu aslında.
Ben biraz inatçıydım herhalde.
İnat mı yoksa idealist miydin?
İdealistim de diyebiliriz ama onu tetikleyen o motivasyonu sağlayan şey inadımdı bence. Yani babamla konuşurken “Baba ben çok idealist bir insanım o yüzden bu idealimi gerçekleştirmeden bırakmayacağım” demiyordum. Sadece sinema yapma inadımdan bahsediyordum. Zaten onlar da farkındaydı. Sinema yapmadan bu hayata dahil olamayacağıma inanıyordum.
İyi ki inat ettim diyor musun peki?
Ülkenin durumuna, şartlarına baktığımda düşündüğümün altında seyrediyorum sinema alanında. Kürtçe’nin daha serbest olduğu, daha özgürlükçü bir ortamda, Kürt sinemacıların kendilerini daha rahat koşullarda ifade edebildiği bir mecrada sinema yapmak isterdim elbette. Tabi ki öyle olduğunda daha çok izlenebilir de olurdu filmlerim. Ama fonlar, destekler eşit değil. Ben sinema alanına giriş yaptığım ilk uzun metrajlı filmimi 2013’te çektim. Çözüm sürecinin sona erdiği süreçlere denk geldi ve talihsiz bir başlangıç yaptım diyebilirim. Şu anda da şartlar Kürt sineması açısından olumlu değil. Festivallerde de yeterince yer bulamıyorum. Son filmimi bazı festivaller gösterime almıyor mesela.
Sur’u anlattığın için mi?
Büyük ihtimalle, yani ben öyle tahmin ediyorum. Çünkü ona cesaret edememiş olabilirler yani. Burada da bende bir inat başlıyor. O yüzden bahsettiğim aslında idealizmden ziyade bendeki bu inat diye düşünüyorum. Mevcut koşullara hiçbir zaman uymadım ben. Bütün bu zorluklarına rağmen insanların sevebileceği ya da kabul edebileceği “makul” bir sinema yapmaktansa kendi bildiğim sinemayı yapmayı yeğledim ve onun bedeli de neyse taşıyabileceğimi düşünüyorum. Bunu hiç problem etmedim bugüne kadar.
Filmlerini konuşmak istiyorum biraz. Gişe kaygısı olmayan zaman zaman fantastik diyebileceğimiz filmler yapıyorsun. Hayal gücün göze çarpıyor bu filmlerde. Çocukluğundan beri geniş ve renkli miydi hayal dünyan?
Çok hayal kurardım çocukken ve bunun filmlerime katkısı kesinlikle çok büyük. Ben evin tek erkek çocuğuydum ve Kürt toplumunda erkek çocuğun ayrı bir önemi olduğu için aslında biraz da yalnızdım. Çünkü erkek kardeşi ya da abisi olanlar daha güçlüydü ve ben onların arasında olamıyordum, tek olduğum için bana rahat dokunabiliyor, dövebiliyorlardı. O yüzden de kendi dünyamı kurmuştum. Onlar dergi falan takip etmezlerdi. Ben ise hatırlıyorum sanat dergileri falan elime düştüğünde ya da bir yerde falan gördüğümde saklıyordum. Arada bir gidip bakıyordum gizli gizli. Sonra hayal gücümle hikayeler üretiyordum. Hatta resimli roman gibi bir şey yazmıştım. Televizyon tam benim çocukluğuma denk geldi. Çok izliyordum. Sonra özel televizyonlar çıktı. Ergenlik dönemine denk geldi bu. O dönem sinema filmleri oynuyordu TV’de. Onları takip ediyordum. Yabancı klipleri çok seviyordum, Michael Jackson’ın, Madonna’nın klipleri gibi. Televizyonun şu ana göre daha iyi olduğu bir döneme denk gelmem büyük bir şans oldu. Bundan beslendim aslında.
Sen bir sinema atölyesinde, “Kürtler filmlerde bugüne kadar hep iktidarın gözünden, dilinden temsil edildi” dedin. Sen bunu aştığını düşünüyor musun? Yani daha açık sormak gerekirse, Kürt sinemasında iyi bir temsil olduğunu düşünüyor musun?
Ben filmi politize etmekle uğraşmıyorum. Öyle bir çabam yok. Hikaye oluştuktan sonra o bir yere varıyor. Yani hikayenin kendisi politik oluyor bir şekilde. Onu özellikle politize edeyim düşüncesinden ziyade aslında tam tersine bir motivasyonum var. Slogan atmadan film yapmaya çalışıyorum. Çünkü zaten hikaye politik, zaten Kürtçe film yapıyorum, zaten bakışım sistemin bakışı değil, ötekinin bakışı. Bu nedenle sinemada söylediğim söz ya da hikaye olarak değil de teknik olarak yer yer yetersiz bulduğum noktalar olabiliyor. Yani işin estetik kısmında eksiklikler görüyorum bazen.
Son filminde diğer filmlerine göre estetik kaygının daha öne çıktığı yorumları var. Öyle mi?
Bu son film hiç mizahı olmayan bir film. Tamamen dramatik bir film. O nedenle bu filmin daha düzgün çıkmasına özen gösterdim. Çünkü mizah filmlerimde ya da o absürt filmlerde teknik de bunun bir parçasıydı benim için. Kötü görünmesinin hiçbir problemi yoktu benim gözümde. Zaten istediğim hikaye öyleydi ve öyle kurgulanması gerekiyordu. Ama mizahın olmadığı filmde bunun kabul edilebilirliği daha zor olacaktı. O yüzden bunu biraz daha estetik tutma ihtiyacı hissettim. Çok ciddi bir hikaye anlatıyordum ve onu da o ciddiyetle anlatmalıydım. Aslında hikaye ile ilgili bir durum bu.
Filmlerinde oyunculuklar dikkatimi çekiyor, genelde arkadaşların ve ailen oynuyor. Oyunculuğa önem mi vermiyorsun, ben filmimi bu oyunculuklarla da gayet iyi çekerim mi diyorsun?
Ben başlarken en yakınımda olanlarla başladım filmlerimi çekmeye. En başta tabi ki az bütçeli filmler olduğu içindi ama sonra bunun benim için bir doğru olduğunu düşündüm. Profesyonel oyuncularla çalışmadım ama biraz profesyonel oyuncularla bile çalıştığımda kendimi iyi hissetmiyordum. Çünkü oyuncu olsun ama tam olarak oyuncu da olmasın hissiyatının görünmesini istiyordum. Bir filmde “Çok iyi oynamış oyuncu” denmesi beni yabancılaştırıyordu o filme.
Oyunculukların senaryonun önüne geçmesini mi istemiyorsun?
Hayır, bahsettiğim şey o değil. Ben filmdeki karakterlerin kendi hayatını da taşımasını isterim filmde. Karakterlerin isminin gerçek hayattaki isimleriyle birebir olmasının nedeni de biraz bu. Ali Kemal ise Ali Kemal’in aslında gerçek hayatta da buna yakın biri olabildiği hissinin o oyunculukta görülmesini isterim.
Yani hem bir kurmaca dünyası var hem de bir belgesele de çekilebilecek başka bir dünyaya da açılabilecek bir yönünün olmasını isterim. Ama hikayeyi tümüyle bir profesyonel oyuncuya teslim etsem bunun hissedilmeyeceğini düşünüyorum.
Tiyatro oyunculuğuna nasıl baktığını merak ettim. Çünkü çok daha deyim yerindeyse abartılı bir oyunculuktan bahsediyoruz. Tiyatro oyuncularının sinemada olmasına nasıl bakıyorsun?
Hiç hoşlanmıyorum. Ben tiyatrodan da hoşlanmıyorum. O teatral olayı sevmiyorum sinemada. Tabii ki ben de filmlerimde duygunun olmasını istiyorum ama o duyguyu bir oyuncu taşımaya başladığı andan itibaren bende o hissiyat bitiyor. O duyguyu oyuncunun değil filmin kendisinin taşımasını istiyorum. O yüzden de oyunculuğun daha silik daha nötr olmasından yanayım.
Ben amatörüm diyorsun ya böyle kalmaya özen mi gösteriyorsun?
Sinema ortamında, sanat ortamında hep kötü lanse ediliyor ya amatörlük, ben bunu karşıma alıyorum. Profesyonel dediğimiz şey ne? Kimse açıklayamıyor. Büyük bütçeli filmler yapmak mıdır, yoksa o yaptığın işten para kazanmak mıdır? Nedir yani? Profesyonel deyince büyük filmler mi ortaya çıkıyor mesela?
Sinemada bu kategorize etme hali seni rahatsız ediyor yani…
Tabii ki hoşlanmıyorum yani. İlk başlarda amatör olmayayım kaygısı bende de vardı elbette. Sonra neden bu kaygıya gireyim diye düşündüm. Amatörsem amatörüm ve oradan üretmeyi de seviyorum. Eğer bu birilerine iyi gelmiyorsa yapacak bir şey yok yani. Çünkü zaten onların inandığı dünyayla benim inandığım dünya arasında dağlar kadar fark var. Onların profesyonel diye önüme sürdüğü filmlerin aslında düşünsel olarak, hissiyat olarak çok amatör olduğunu biliyorum. Ben onu görüyorum. Meselenin özü bu aslında. Yoksa amatörlük yapılan iş anlamında, özensizlik anlamında söyleniyorsa elbette ben de özensiz, baştan savma görünmek istemem.
Ama aslında profesyonellik ya da amatörlük çok kapitalist bir düzlemde ele alınıyor diyorsun değil mi?
Sinemada şu var artık, adeta para bulamıyorsan film yapma kardeşim deniliyor. Ben profesyonel diye sunulan birçok film izliyorum ama filmde hiçbir şey yok. Peki o amatörlüğü nasıl telafi edeceğiz? Düşünsel amatörlük var mesela o filmi yapan kişide.
Filmlerinde popüler kültürden etkilendiğini düşünüyor musun zaman zaman?
Elbette. Filmlerimde bile isteye buna yer verdiğim oluyor. Yani bir haber programı da girebiliyor. Bir film de girebiliyor. Bir aksiyon filmi de olabiliyor, romantik bir film de olabiliyor. Bundan hiç gocunmuyorum. Buzdolabının üzerinde bir magnet şeklinde de olabiliyor bu. “Sanat filmi” de yapıyor olsak bu kadar katı bir sanat dünyası, sanat filmi de kurmak istemiyorum.
Peki sinemada kadına bakış açını konuşalım mı biraz da? Buna özel bir önem gösteriyor musun?
Tabii ki özen gösteriyorum. Ancak sinemada kadını özel olarak güçlü kılmak ya gibi bir tarzım yok. Kadını bir karakter, birey olarak ele almayı daha çok tercih ediyorum. Elbette, kadının sinemada temsil edilmesi konusunda ben çok titizim. İlk filmimden bu son filmime kadar da bunu hep gözettim. İzlediğim filmlerde de toplumsal cinsiyet mevzusuna özellikle dikkat ediyorum. Kadın karakterleri nasıl almış ya da bir lubunyayı nasıl almış diye. Bunlara dikkat ediyorum ama bayraktarlığını da yapmıyorum.
Son filminde bir LGBTİ+ vurgusu var. Yani bir eşcinsel ilişki görüyoruz. Sur’u anlattığın bir film olmasından kaynaklı aslında biraz cesurca da buluyorum bu çıkışını. Bütün bu homofobik ortamda savaşa isyan ederken bir yandan da homofobiye bir isyan olarak yorumlayabilir miyiz bunu?
Bu Erhan Sunar’ın romanından uyarlanan bir senaryo. Ben biraz serbest uyarladım. Baş karakteri erkekti onu kadına çevirdim. Bir ilişkisi vardı onu da kadın yaptım. Bunlar hep böyle kurgulanan şeyler ama dediğim gibi ben temsil meselesini önemsiyorum. Filmlerimde sadece erkeğin anlatıldığı, sadece erkek dünyasının olduğu bir görüntü istemiyorum. O yüzden de hikayenin durumunu, estetiğini, doğalını bozmadan bunu yerleştirmekten keyif alıyorum ve bunu bir görev olarak görüyorum. Yani bana göre filmdeki ilişki de yönelim de hepsi doğal akışında ve bunun ayrı bir konu olarak konuşulmasını da doğru bulmuyorum. Çünkü her şey baştan sona çok normal.
Kürt bir yönetmen olarak Kürt sinemasında karşılaştığın zorlukları anlatabilir misin?
Türkiye’de hala çok sınırlı sayıda dağıtımı var, çok sınırlı sayıda fon bulabiliyor Kürt sineması. Ya da çok özel iştirakler üzerinden fon bulunabiliyor. Hala ciddi anlamda sahipsiz bir sinema. Diğer yandan estetik ve sinema dili, sinema anlatımına girersek orada da sorunlar var. Kürtler de bence artık farkında. Yani sinemacılarda hep benzer hikayeler oluşmaya başladı. Hep aynı dil kullanılıyor. Hatta 4-5 tane film üst üste izlediğinde sanki bütün bu filmleri aynı yönetmen yapıyormuş gibi hissediyorsunuz. Son zamanlarda kısa filmlerle bunu aşmaya çalışan, kırmaya çalışan yönetmenler oldu ama genel olarak maalesef durum böyle. Bir dönem, çözüm sürecinde epey filmler çekildi, içlerinden iyiler de çıktı ama çoğunlukla maalesef vasat filmlerdi. O bir fırsattı ama o fırsat maalesef biraz geriye tepti. Yani şimdi mesela hiçbir şey yapılmıyor neredeyse. Çok az üretiliyor. Sinemacıların oturup bunu konuşması gerektiğini düşünüyorum. Festivallere gelince de maalesef gittikçe temsiliyeti azaldı. Tek tük festivallerde Kürt filmleri gösterilebiliyor. O da yine siyasetin izin verdiği ölçüde olabiliyor. En son zaten bu benim filmim de festivallerde seçilmedi hatta hiç konuşulmadı bile. En son Kazım Öz de sansürden yakındı. Açıktan yapılmasa da Kürt sinemasına yönelik sansür festivallerde de kendisini gösteriyor. Ben bu son filmimde bunu net olarak gördüm. En iyi film ödülü aldığım festivale bile seçilmedi filmim, bundan daha bariz bir şey olabilir mi?
Demoralize olmuyor musun?
Bu yeni bir durum değil. Bu uygulamalar hep vardı ve devam ediyor. O yüzden de geri adım da atmıyorum demoralize de olmuyorum. Biz inadına devam edeceğiz diyoruz. Bu yapılan ikiyüzlülük zaten. Bu siyaset yarın değişebilir. O zaman bu filmler değerli mi olacak yani? Gösterilmeye değer kazanan filmlere mi dönüşecek? Birilerinin çıkıp bu sansürden söz etmesi gerekiyordu ve Kazım da söyledi. Ama ben bunu dillendirmeyi çok istemiyorum çünkü buradan da bir mağduriyet devşirmek gibi algılanıyor maalesef. Öyle bir mağduriyeti ne dilendiririm ne de bunun siyasetini demagojisini yaparım. Biz kendimizi festivallerle var etmedik ya da birileri gösterime soksun diye film yapmadık. Sanat, sinema mecrasını buluyor. Dijital kanallardan tutun da YouTube gibi birçok olanak da var.
Kürt sinemasını yasaklarla, engellemelerle gündeme getirmek sinemacılar üzerinde de bir olumsuz motivasyona neden oluyor mu sence?
Kesinlikle. Film çeksem de zaten gösterilmeyecek diye düşünen yönetmenler var mesela. Çözüm süreci varken herkes Kürtçe film çekiyordu ama şimdi o çekenlerin birçoğu çekmiyor ya da Türkçe çekiyor.
Ali Kemal Çınar filmlerinde Türk karakter yok, neden?
Filmlerimde Türkçe diyaloglar var ama Türk karakter yok evet. Buna hiç dikkat etmemiştim aslında. E Türk’ün olmadığı bir yer de olsun ne olacak? (gülüyor)
Bunu özellikle yapmadın mı yani?
Hayır, asla filmlerimde Türk olmaz diye bir tavra girmedim, aklıma da gelmedi yani. Ama yoksa da yoktur yani. Yapacak bir şey yok.
Filmlerinde mekan seçimlerin de hep çok sade. Genelde de iç mekanları kullanıyorsun.
Genelde iç sahneler oluyor filmlerimde, evet. Ya evde, dışarısıysa kafede çekiyorum. Hikayeye göre değişebiliyor ama genelde tercih ettiğim iç sahneler oluyor. Dışarıda daha güzel görüntülerin olduğu bir şey çekeyim kaygısı yok bende. Bir de Kürt sineması çok dışarıda kaldı, biraz içeri girsin. (Gülüyor)
Hayalinde çekmeyi istediğin ama henüz çekemediğin bir film türü var mı?
Hayal demeyeyim ama bir korku filmi çekmeyi istiyorum. Bir de bilimkurgu projem var.
Daha önce çekilmiş hiç Kürtçe korku filmi var mı?
Benim bildiğim kadarıyla yok.
En çok hangi yönetmenlerden besleniyorsun? Kürtçe film yapan yönetmenlerden etkilendiğin isimler var mı?
Dünya sinemasının üzerimde çok etkisi var. Robert Bresson, Carl Dreyer, Agnes Varda, Tsai Ming Lian, Jim Jarmusch, Aki Kaurismaki gibi yönetmenler benim için çok önemli bir yerde. Kürt yönetmenlerden doğrudan etkilendiğim birini söyleyemem ama etkilendiğim işler yapanlar var tabi. Mesela Nizamettin Ariç’in “Klamek Ji Bo Beko” filmi benim için önemlidir. Çünkü 1990’lardaki Kürtçe filmdir. Ama çok etkilendiğim bir Kürt yönetmen maalesef sayamam. Yine en sineması olan Bahman Ghobadi’dir ama o da bana çok zıt gelen bir yönetmen. Benim en sevmediğim sinemalardan biri Ghobadi’nin yaptığı maalesef.