Ankara Garı’nda kalan barışın anısına

Ankara Garı’nda kalan barışın anısına

Mehmet Nuri Özdemir

Bundan altı yıl önce, bu yazının yazıldığı saatlerde barış umudumuz dimdik ayaktaydı. On binlerce insan tam da bu saatlerde yollardaydık; barış ve kardeşlik yolu diye yıllarca kendimizi kandırdığımız şehrin yolunda, çoğumuzun bir daha ayak basmak istemediği, bizi topluca öldürmeye hazırlandığını henüz bilmediğimiz Ankara yolundaydık.

Her zamanki gibi barışın sıcak yataklarda uyuyarak gelemeyeceğini bilen on binlerce emekçi ve fedakar insan; daha önce kitlelerin içinde patlayan bomba gerçeğine rağmen (6 Haziran’da  Diyarbakır, 2 Temmuz’da Suruç) annesini, babasını, kardeşini ve sevdiklerini geride bırakarak, onlara rahat edebilecekleri bir yaşamı ve barışı getirmek umuduyla Ankara’ya; yıkılan bir İmparatorluğun üzerine kurulan modern cumhuriyetin başkentine, muasır medeniyete hiçbir zaman erişemeyecek bozkıra; taşranın en uzak merkezlerinden, bu merkezlerin en yoksul mahallelerinden, yoksul mahallelerin en fedakar insanlarından on binlerce insan; 3. kuşak insan hakkı diye bize ezberletilen, aslında doğuştan atalarımızın doğal ilişkilerinin uzantısı olan “barışı”, bin yıllarca birlikte yaşamayı başarmış halkların kadim ve doğal yaşamını geri istemeye, Ankara’ya gidiyorduk. Barışmaya gidiyorduk…

Herkes büyük bir telaşla işlerini bitirip otobüslere yetişmeye çalışırken kederli bir yolculuğun yolcuları olabileceğimizi henüz bilmiyorduk; ne yazık ki bazılarımız hiçbir zaman bilmeyecek, bazılarımız bıraktı tüm yolculukları, bazılarımız ise hala Ankara yolunda barışı aramaya devam ediyor. Aramak bu, yaşamak gibi.

Nedense yitirdiklerimizin bu kederli yolculuğu önceden hissettiklerini düşünüyorum, bu düşünceyi bir türlü kafamdan atamıyorum. Fakat Ankara’ ya gidiyorduk. Barışmaya gidiyorduk.

Ne olursa olsun yollarımız hep Ankara’ya çıkıyordu. Ankara’dan bir türlü vazgeçemiyorduk. Ankara çoğumuza selam vermekten acizken bile… yine de Ankara’ya gidiyorduk. Barışmaya gidiyorduk.

Bizler her zaman Ankara’ya ağırlığından daha fazla değer vermiştik, her şeye rağmen umudun burada olduğuna inanmıştık; şayet Ankara’nın merkezinde umut yoksa Hakkari’den, Hatay’dan, Artvin’den, Edirne’den buraya umut taşınabilirdi. Yurttaşlık sadece devlete vergi veren kitlelerden, sabah işine akşam evine dönem sıradanlığın bir inşası değildi; gerektiğinde iradesini teslim ettiği  egemeni eleştirebilmeli, eksikliklerini tamamlayabilmeli ve barışa davet edebilmeliydi. Bu eksikliği tamamlamanın yolculuğuydu bizimkisi…

Bu açıdan bakarsak yolculuğumuz Yezid soyundan habersiz Muhamedin arkasına takılmış ve ona inanmış bir Bedevi kabilesinin hac yürüyüşü gibiydi; bir Ortaçağ yolculuğuna da benzetilebilirdi; Leviathanın soğuk yüzüyle hala tanışmamış ve katolik kilisesinin zulmünden kaçan saf bir yurttaş grubunun umut dolu yolculuğuna, nükleer icad eden uygarlığın kısırlaştırılmış aklına inanan yurttaşların yolculuğuna…Ankara’ya gidiyorduk.

Barışmaya gidiyorduk.

Ankara’yı başkent yapmak için ödenen ortak bedelleri unutanlara yeniden kardeş olduğumuzu, barışın savaştan daha kıymetli, yaşamın ölümden daha değerli, ancak ve sadece insanın insana insan olabileceğini yeniden hatırlatmak için yola çıktığımızda; kimin geri dönmeyeceğini daha bilmez iken, dönüşte yanımızdaki koltuğun boş kalabileceğini, henüz aramızdan kimin koparılıp alınabileceğini bilmemenin sıradan dinginliğini yaşar iken… yine de Ankara’ya gidiyorduk. Barışmaya gidiyorduk.

Arkadaş kahkahalarının stranlara, türkülere ve şiirlere karıştığı, halayın ve horonun masumiyetiyle yüzümüzü otobüs camına dayayıp “acaba savaşı durdurabilir miyiz, insanımızın birbirini boğazlamasının önüne geçebilir miyiz, ölümü durdurabilir miyiz” diyerek saatlerce umudun ve kederin ağır basıncı altında düşünen ve o an, o saatlerde düşündüğü barışçıl yaşam hayalini gerçekleştirmek için tüm ömrünü bağışlamaya hazır on binlerce fedakar, savunmasız ve masum insanla birlikte barış yolculuğuna çıkmıştık… Ankara’ya gidiyorduk. Barışmaya gidiyorduk.

Ankara bizi duyacak mıydı, bizi anlayacak mıydı? Sanki bu sorular çok önemli değildi; önemli olan doğru bildiğin yolun yolcusu olabilmekti, önemli olan yolda olabilmekti.

Seksen üç milyon insanı bu yolun yolcusu yapabilmek büyük bir ütopyaydı belki, fakat kitlemiz ütopyalarla avutulmuş, iyiliğe inanarak büyütülmüş bir çocukluğun uzantısıydı; iyi bir yaşam nasıl olabilir? sorusunun teorisine yıllarını vermiş kuşakların, öldürmemek için yıllarca ölen, ısrarla kötülükle arasına bariyerler çeken bir halkın sezgilerinden süzülüp gelen insanlardı bizimkiler…

Onlar için barış bir ütopya olsa da her zaman mümkündü; bir çocuk saflığıyla; “yıllarca aynı fırından ekmek alıyorsa insanlar, neden birbirinden nefret etsin, neden savaşsın, neden birbirlerini öldürsün? diyebilen on binlerce dürüst insan 21. yüz yılda yeni bir sayfa açmanın mümkün olabileceğini yeniden hatırlatmak için yola düşmüştü… Ankara’ya gidiyorduk. Barışmaya gidiyorduk.

Yol her zamanki gibi uzundu. Ankara’nın bize kapılarını sonuna kadar açabileceği varsayımının verdiği saflık bir süre sonra yerini tedirginliğe bırakmıştı. Katil saat 10:04 ile 10:07 arasında, 3 saniye içinde 104 insanın hayatına el koymuştu. Sen misin barış isteyen, sen misin kardeşlik isteyen, sen misin kötülüğe karşı iyilikle duran, sen misin duyarlı yurttaş olmaya çalışan…

Katledilen 104 insanımızın gözleri açık, yaraları açık bir şekilde, Ankara’nın önce hepimize sonra kendine çok gördüğü barışa hasret kalarak gitti. Yüzlerce yaralı insanın barış umudu yaşam ile ölüm arasında ince bir çizgiye beton asfalta asılı kaldı.

Modern cumhuriyetin başkenti, ülkenin en çağdaş ve barışçıl insan kitlesinin kanının aktığı bir mezbahaya dönüşmüştü. Şüphesiz hepimizin övmekten geri durmadığı medeniyet kandan çıkmaydı, ve muasır medeniyetin isteksiz bozkırı Ankara’nın caddeleri 9 yaşındaki Veysel’den 70 yaşındaki Meryem anaya kadar farklı kuşaklardan yüzlerce suçsuz, günahsız ve masum insanın kanıyla sulandı. Nihayet Ankara’ya varmıştık, ne Ankaraydı ama…Varmak için yüzyılımızı verdiğimiz Ankara, ha babam de babam öldürüyordu bizi…

Dünyanın en şöhretli 10 hapishanesinden biri olarak seçilen Diyarbakır 5 nolu zindanından yarım yamalak çıkabilmiş bir Kürt köylüsü o dönemi anlatan belgesellerin birinde şöyle söylemişti: biz çıkabildik ama bazıları çıkamadı. Bizim ki de öyleydi; biz evimize döndük ama 104 insanımız evine dönemedi ve onlarla birlikte bizler de evimizin kapısında kaldık.

Ankara yolunda kaldık, Ankara  garında bıraktığımız barışta kaldık, kulaklarımızda kalan 104 canın sesinde kaldık,

elimize, gövdemize, kirpiklerimize yapışmış kanlı et parçalarıyla birlikte yaşamaya iten travmada kaldık…

Ankara’da bıraktıklarımız, yaşadıkları kentlerin gökyüzüne, yıldızlarına bir daha bakamayacaktı; sularını içemeyecek, dağlarına uzun uzun bakamayacaktı, kendi insanına hafiften gülümseyip bir selam veremeyecekti bir daha…

Bayram akşamında telaşla berbere yetişmeye çalışan gençlerdi Ankara garında bıraktıklarımız,

9 yaşında barış işçisi olmaya gelmiş çocuklar,

yaşına rağmen hala geride kalanlara iyi bir yaşam, onurlu bir barışı bırakma umuduyla yola düşen yorgun yaşlılardı. Onlar Ankara yolunda, bizler onların yolunda barışsız kaldık. Onlar geri dönemedi, biz onların dönemediği yolda kaldık.

Her acı yaşandığı anda, üzerindeki toprak parçasıyla iç içe geçerek bütünleşir ve hiçbir yapay güç bu Hakikati değiştirme kudretine sahip değildir.

Toprağa düşen her insanın geride bıraktığı büyük bir boşluk var… geride kalanlar günlerce o boşluğun içinde kalarak yaşarlar; gerçekle yüzleştikleri zaman asılı kaldıkları o boşluktan kafa üstü sert zemine çakılırlar ve uzun süre kendilerine gelemezler.

Kendilerine bu acıyı yaşatan failller çetesinin peşine düştüklerinde ise yüksek duvarlarla karşı karşıya kalırlar, sonra o duvarlardan bizmezmiş daha sert bir şekilde bu sefer sırtüstü yere çakılırlar.

10 Ekim’ de Ankara’da katledilenler barış için samimiyet talep ettiler. Herkesin bu samimiyete dört elle sarılması artık ne kadar mümkün onu bilemiyorum. Fakat her şeye rağmen herkesin o samimiyete dört elle sarılmasının vicdani ve ahlaki bir görev olduğunu düşünüyorum; çünkü Ankara’da katledilen herkesin barışıydı!

Barışı haykırmak için bir daha Ankara’ya gider miyiz, diye sorsalar ve en azından kendi adıma söylersem, ilkesel olarak barışa inanmamın ötesinde artık Ankara yoluna büyük bir şüpheyle baktığımı söylemeliyim. Ve benim gibi düşünen milyonlarca insanın olduğunu bilmek bana büyük bir acı veriyor.

Katliamları yazmak cüret ister; benimkisi cüret değil, kaybettiğim arkadaşlarımın, halkımın ve dostlarımın, Rıdvan’ın geriye bıraktığı üç çocuğunun gözlerinin içine baktığımda barış borcunun altında hergün, ama her an ezildiğim için bir nefes alabilmek sadece benimkisi…zira 10 Ekim Ankara Gar Katliamı üzerine bir daha yazı yazabileceğimi zannetmiyorum.

Nefretimiz yoktu bizim, hiçbir zaman kimseden nefret etmedik, sadece insanca bir yaşam ve onurlu bir barış istemenin dışında kimseyi incitmedik. Buydu katlimize ferman’…katilimize cesaret veren de bu iyimserliğimiz, bu kötülük karşıtı tutumuz!

Toprağa düşen her ağırlığın geride bıraktığı hafiflik, bu dünyanın yükünden çok daha ağır ve bu bunun bilinciyle filizlenen keder ve umut kar topu gibi iç içe büyür, kendisinden daha büyük bir şey olur.

Öfkeliyiz…Ernst Bloch “Öfke insan haysiyetini hiçe sayan saldırılar karşısında, bizim dik duruşumuzdur” der. Nefret ise soluktur, depresiftir, korkaktır, içten içe kendini yiyip bitirendir. Biz nefretin değil öfkenin tarafındayız! Öfkeliyiz…

Olay yerinden uzaklaşınca, olay bitmiyor efendim, öyle değil işte!

Ne katil için ne katledilen için ne de geride kalanlar için hiçbir şey bitmiş olmuyor…rahatsız ettik efendim, özür dileriz!

Ankara’ya gidiyorduk,

Barışmaya gidiyorduk,

Barışamadık…

Çünkü bizi katlettiler!

Yitirdiklerimize saygıyla…