Ruşen Seydaoğlu
“Ne mutlu krala, dilediğini söyleyebilmek
bir onun ayrıcalığı”
Doğruların üstünde bir doğru varsa o da tecavüzcüye tecavüzcü demektir, hem de yüksek sesle. Bir yasa adaletsizse ona da adaletsiz demek gerekir. Diğer taraftan tecavüzcüye tecavüzcü dediniz diye bir yasayı çiğnemiş olabilirsiniz ama bu sizin doğru söylediğiniz gerçeğini değiştirmez. Üstelik sizi adil bir sivil itaatsiz bile yapabilir. Bazı gerçekleri su götürmez. Bir kadın, bir erkek yüzünden intihar etmeden hemen önce tecavüze uğradığını söyledi. Diğer kadınlar da onun sözünü tekrar etti. Ama tecavüzcüye tecavüzcülüğün taşıdığı tüm diğer sıfatlarla birlikte tecavüzcü demek, tecavüz etmekten daha hızlı yargılandı. Bunu söyleyen kadınlar ise yargılanmaktan kaçmadı, sözlerini geri almadı. Para cezasını da öderler elbet.
Hannah Arendt sivil itaatsizliğin anlamlı sayıda yurttaşın artık itirazları duyulmuyorsa ya da hükümet yasal/anayasal meşruluğu olmayan bir politikada ısrar ediyorsa ortaya çıkacağını söyler. Yani yasa adaletsizse, gayrimeşruysa ama ısrarla uygulanıyorsa buna bir araya gelerek itiraz etmek yasal olmayabilir; ancak son derece meşrudur. Yine çok sayıda itaatsiz düşünür, sivil itaatsizliğin omurgasının edilen sözün ve gerçekleştirilen eylemlerin sonuçlarına katlanmak olduğunda hemfikirdir. Peki anlamlı sayıda yurttaş, nüfusun yarısı olan kadınların büyük bir çoğunluğu olabilir mi? Tecavüz suçu bu kadar yaygınken ve cezasızlık bu suçta da bir politikaya dönüşmüşken kadınların itirazı sivil itaatsizlik sayılır mı?
Antigone, kardeşinin gömülme yasağına uymadığı için kralın karşısına çıkarıldığında sizin yasalarınızdan daha üstün bir yasa vardır, der. Adalet tanrıçasına ve Zeus’a gönderme yaparak daha üstün olan yasanın adil ve toplumu koruduğuna inanılan olduğundan bahseder. Zeus’un yasalarına gönderme yapması ne kadar tatsız olsa da… Bu toplumsal kurala göre herkes gömülme hakkına sahiptir. Kralın yasağı ise toplumsal olanın istisnasıdır. Ve Antigone öldürüleceğini bile bile bu yasağa itaat etmemeyi seçer.
Antigone yazıldıktan-oynandıktan neredeyse 2400 yıl kadar sonra Rosa Parks ile karşılaşırız. Rosa Parks ırkçılığın Jim Crow Yasaları halini aldığı 1955’te, otobüste yerini bir beyaza vermeyerek yasayı çiğner ama siyahların o görkemli sivil itaatsizliğini başlatır. Tutuklanacağını bilerek gerçekleştirdiği bu eylem, anlamlı sayıda siyah kadının-birinin ya da hepsinin, köleliği kabul etmediğinin ilanıdır. Çünkü hâlâ, daha üstün bir yasa vardır; aslında kölelik, kadın köleliği yasaktır.
Her ikisi de toplumsal amacını ortaya koyar, haksız eylemin en önemli aracı olan şiddeti de ters yüz eder. Özgürlük ve eşitlik kazanımları için egemenin aygıtlarına ihtiyaç olmadığını, kadınların adalete dayalı itirazlarını kolektif yaratıcılıkla üretebileceğini gösterir ve savunur.
Rosa Parks’ın eyleminden bu yana ise 66 yıl geçmiş. Hâlâ yolunda gitmeyen hayatlar-yasalar- uygulamalar karşısında duran kadınlar var. Bugün de varoluşlarına karşı işlenen suçlarda yönetimlerin ortaya koyduğu politikalar ve hakların istisnasını düzenleyen yasalar, kadınların gündemindeki yerini koruyor. Çok iyi biliyoruz, istisna alanı kadınların bir yandan fiziksel olarak ölümüne diğer yandan ise sivil ölümlerine kapı aralıyor. O yüzden bu kadınların tamamı sivil itaatsiz olmasa da “bozuk” sisteme itaat etmeme halleri kadınların sivil itaatsizliğini tartışmak için alanlar açıyor. Örneğin tecavüz gibi bir suç karşısında nasıl konumlanacağını düşünmek yerine haber yapma yasaklarıyla suçun konuşulmasını engelleyerek aslında failin korunduğunu biliyoruz. Haliyle bu tavır karşısında “konuşulması yasaklananı konuşmak suretiyle” yasayı düzeltmek adına çiğnemek pekâlâ sivil itaatsizlik oluyor. Ya da kadına yönelik şiddetin önlenmediği, kadınlar için hiçbir güvenli alanın kalmadığı, kadın kırımının devrede olduğu bu dönemde “tüm ilde eylemler belirsiz bir tarihe kadar yasaklanmıştır” denerek kadınların protesto hakkına yöneldiklerinde “bir yasağın gereğini yerine getirmemek” suretiyle sivil itaatsizlik ortaya çıkıyor.
Yasaların özgürlük, eşitlik, adalet gibi arzularımızın gerçekleşmesi için birer araç olduğu zaman zaman baskıyla-korkuyla unutturulmaya, arzuların yerine yasalar koyulmaya çalışılsa da her defasında en çok kendimize hatırlatmalıyız; Azla yetinmek zorunda değiliz, aza razı olmamalıyız. Bu yüzden demokratik ya da demokrasi eğilimi taşıyan toplumsal düzenlerde toplumsal sözleşme-kadının toplumsal sözleşmesi, modern formuyla anayasalar vardır. Genel ölçüleri, ilkeleri belirler, meşruiyetini toplumsallığından alır. Herkesin biricikliğini ve aynı zamanda toplumu bir bütün olarak korumak ve sistemini de buna göre kurmak zorundadır. Anayasa adaletten, özgürlükten, eşitlikten bahsediyorsa ve fakat uygulayıcılar bazılarına imtiyazlı alanlar yaratarak başkalarına kasten kör bakıyorsa-ki hikayedeki başkaları kadınlar oluyor- anlaşma bozulmuş demektir.
Seçimle yönetilmek demokratik bir yasa varmış gibi düşündürebilir ama kadınlar bir türlü seçilmiyorsa anlaşma bozulmuş demektir. Yaşam hakkı anayasaya yazılmış olabilir ama kadınlar bağımsız ve özgür iradeleriyle yaşayamıyorsa, hayatta kalmak bile marifet haline gelmişse, bir yerden kurtulmaya çalışırken daha kötüsüne sürükleniyorsa anlaşma bozulmuş demektir. Çünkü anayasallık salt yazılı bir anayasanın varlığı ile açıklanamaz.
Her bir sözün yaşam içinde karşılığını bulması gerekir. Öyleyse sözleşme kadın muhataplarla da birlikte yeniden yazılana kadar askıdadır.
Unutmadan; tüm bunlar en çok kadınları bağlasa da saldırı aslında sözleşmenin tüm taraflarınadır. Çünkü adaleti sağlayacağına ayrımcılık yapanların yönetme kabiliyeti, taraflar açısından meşruiyetini yitirmiştir. Kadına yaklaşımı sonucu ifşa olanlar artık farklı inanç grupları, kültürler ve halklar için de gayrimeşru görülmelidir zira risk onların da kapısındadır.