Aysel ve Leyla… Biri yaşamını yitirdi, diğeri hapishanede. Onlardan geriye büyük bir boşluk kaldı. Ama bu boşluk öyle bildiğimiz boşluklardan değil.
Kısaca Aysel’i tanıtmama müsaade edin. 1953 yılında Dersim’de doğan Aysel Doğan, doğup büyüdüğü Dersim’de öğretmenlik yaparken 1980 darbesinde tutuklandı. 2 yıl Evren rejiminin hapishanelerinde esaret altında tutulan Aysel, 1990’lı yılların başında yeniden tutuklandı ve 11 ay cezaevinde kaldı. 1991 Genel Seçimlerinde Dersim’de bağımsız aday olarak girdiği seçimlerde en yüksek oyu almasına rağmen milletvekili mazbatası verilmedi.
Baskılar karşısında Avrupa’ya giden Aysel, İkinci Barış Grubu üyesi olarak 2 Ekim 1999 tarihinde Türkiye’ye geldiği gibi tekrar tutuklandı ve 10 yıl hapishanede kaldı. 28 Eylül 2011’de bir kez daha tutuklandı ve 18 yıl hapis cezası aldı. 7 Mayıs 2015’te Yargıtay’da görülen davası bozulunca ağır sağlık sorunları nedeniyle tahliye oldu. Yeniden görülen davada tekrar hapis cezası verilince bir kez daha yurtdışına çıkmak zorunda kaldı. Ömrünün 18 yılını cezaevlerinde, en az 10 yılını diasporada geçirmek zorunda kalan Aysel, 11 Mayıs 2021 tarihinde 69 yaşında iken kanser tedavisi gördüğü Almanya’da yaşamını yitirdi.
‘Barış suçlusu’ olarak on yıllık hapishane sürecinin sonrasında bir gün Aysel ile yana yana bir otobüs yolculuğu yapmıştık. Ben onu tanıyordum, ama o beni tanımıyordu. Hüzünlüydü. Yanına oturduğumu bile uzun bir süre fark etmedi. Camdan dışarı bakıyordu. Otobüs hareket ettikten sonra hafifçe otobüsün içine doğru dönünce selamlaştık. Pek konuşmak istemediğini hissettim; onun için ikimiz de sessizce yolculuğumuza daldık. Yolculuğumuzun büyük bir kısmı camdan dışarıya bakarak geçti diyebilirim.
Otobüsün camından yola dalmak neredeyse her Kürdün ayini gibidir. Yollar taşlaşır bazen. Siz taşlaşırsınız. Zaman taşlaşır. Bazen yol yemyeşil olur ve uzayıp gider kara asfalt. Gelenler gidenler… bir bir otobüsün camından el sallar size. Vedalaşırsınız, kucaklaşırsınız, sarılırsınız, yolculuğun bitmesini istemezsiniz. Yol musunuz, yolcu musunuz anlamazsınız.
2017 yılında yolumuz Dersim’e düşmüştü. Yanımdaki arkadaş Aysel’i yakından tanıyordu. O akşam onun evinde kalmak istiyorduk. Aysel Dersim’de olmadığını ama ısrarla ablasının evine gitmemizi istemişti, biz de öyle yaptık. O akşam Doğan ailesinden şu ana kadar sadece üç insanın kendi kaderiyle yaşamını yitirdiğini ve Aysel’in Cizre vahşet bodrumundan sonra uzun süre kiraladığı bir binanın bodrumunda yaşamını sürdürdüğünü öğrenmiştik.
Dersim katliamı, Cizre bodrumları ve Aysel’in apartman bodrumundaki yalnızlığının bize anlattığı hakikat çok ağır gelmişti. Sabaha kadar uyumadan bu ağır hikayede insanın direncini, öfkesini ve ayakta kalabilme gücünün sınırlarını anlamaya çalışmıştım.
Leyla ise birkaç asır önce ülkesinden İç Anadolu’ya zorla göçertilen ve egemenlerce bir türlü yok edilemeyen ülkeye kendisini hep borçlu hissederek büyüyen bir Kürt kadınıydı. Leyla yitik ülkenin her bir eksiğini tamamlama telaşıyla yaşıyordu. Ülkesine her zaman geç kalan bir kadındı Leyla. Bir evden diğer eve, bir hasretten diğerine, bir acıdan diğer acıya koşarken, bir şeyler hep eksik kalıyordu yine de… bir taraftan çok hırslı, kararlı ve direngen bir profil çizerken, yalnız kaldığında yoksulluk ve merhamet akardı Leyla’nın gözlerinden. Ben u Sen’in, Sur’un, Nusaybin ve Cizirın yoksulluğu Leyla’da Kürdün ölümcül merhametine dönüşürdü.
Tabi kimse görmemeliydi gözlerden akıp giden gözyaşlarının yalnızlığını.
“Biz kırıldık, daha da kırılırız, kimse dokunamaz bizim suçsuzluğumuza”*
Leyla’nın halkına yaptığı yolculuk, bir şairin şiirlerine yaptığı yolculuktan pek de farklı değildi.
Bir utanç perdesi, yaşamaktan
Acısı topuklara vuran bir yutkunma
Bir gelecek vaadi canımızda halkalanan
Gövdemizde onurlu bir yalnızlık
Al yeşil bir tevazu kalbimizde
Ölülerimizden bir düğün alayı
Öldüreni anlamaya varan bir ceza
Ağzımızda şiirlerden bir gönül
Bir yaşama gücü yaramızdan **
Leyla ile yol arkadaşı olduğunuz zaman yol sadeleşir. Karmaşık hikayeler berraklaşır. Onu her gördüğünüzde uzun süre önce görmediğiniz bir dostu görmüş gibi olursunuz. Bir akşam Cizre kent savaşlarında kardeşi Orhan ile birlikte yaşamını yitiren Mehmet Tunç’un evinde kalmıştık.
Mehmet ile Orhan’ın babası evde yoktu. Baba, neolitik kökleriyle buluşmak için köye yerleşmişti. Anne ise kederli ve bir o kadar öfkeli, eşler direngen, küçük çocuklar hala eksik kalan her şeyin tamamlayabileceğini, büyümüş olanlar ise yaşanan dehşeti hala atlatamamışlardı. O yaşta bir daha hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını idrak etmenin bu gencecik insanlar için ne kadar ağır bir yük olduğunu tahmin edemezsiniz… O acımasız gerçeğin dehşetini ve bu dehşet üzerine bina edilmeye çalışılan yaşamın izlerini dershaneye giden Mehmet Tunç’un oğlunun gözlerinde görmüştüm.
Evde kaldığımız gece boyunca kadınların keder ve öfke arasında bir an ihmal etmeden misafirlerini layıkıyla ağırlama tedirginliği insanı utandıran cinstendi. O evde misafir olarak kalmanın ağırlığını ömür boyunca unutmayacağım.
Leyla tüm bu ağır yükün farkındaydı, belki biraz hafifletirim gayesiyle böylesi ailelerin yükünden kaçmaktan öte daha çok yükün altına girerek ağrının hafifleyebileceğine inanmıştı. Bu açıdan zamane kurnazlıklarından arınmış acıyı omuzlayan abdal misaliydi Leyla…
Gece boyunca Leyla gelmiş diye evin etrafı zırhlı araçlarla çevrildi. Mahalleden çocuklarını çatışmalarda yitiren ve uzak cezaevlerinde olduğundan dolayı görüşe gidemeyen yoksul Kürt kadınları Leyla’yı ziyarete gelmişti. Leyla gelenlerin hepsine tek tek sarılarak ayrı ayrı onları dinlemiş ve ilgilenmişti.
Bu evde de sabaha kadar uyuyamadım. Gece bir ara uyuduğumu sandım. Gözlerimi açtığımda her taraf zifiri karanlıktı. Bir an Cizre vahşet bodrumlarına mi düşmüştüm? Uzun bir süre bu şekilde doğrulmuş ve zifiri karanlıkta bekliyor iken birden yanımdaki yer yatağında yatan arkadaşım “elektrikler gitti” diye seslenince irkilerek kendime geldim. Vahşet bodrumuna beş dakikalığına bile dayanamamıştım; oysa ki bodrumda kalan insanlar uzun süre daya dayandılar, beklediler ve orada katledildiler. Aileleri bir ömür boyunca bu acıya katlanmak ve yaşamı bu şekilde sürdürmek zorundaydılar.
İki evin ilkinde, Dersim’de sanki hayat bitmişti, insanlar birer birer kaybolmuştu ve Munzur sessizce bu yaşamın kıyısından akıp duruyordu. Diğer evde, Cizre’de ise yaşama çabasına karışmış yoksul bir kalabalık vardı, sanki toprağa bolca tohum atılmış, ama bereketli topraklarda boy veren buğday başkalarına dolu vurmuş gibiydi… Sert doluya rağmen Dicle’nin kıyısında kalan ve boyun eğmeyen buğday filizlerinde yaşama dair muazzam bir direnç vardı. Hem Dicle’nin kıyısında yetişen başaklar ne dolular görmüştü bugüne kadar.
İki ev Kürdün hakikatinin taşıyıcısıydı ve hakikat biz olsak da olmasak da vardı.
Leyla şimdi içerde, Aysel ise yaşamını yitirdi. Onların bıraktığı boşlukta yaşamaya devam ediyoruz.
Onlardan geriye büyük bir boşluk kaldı. Ancak bu boşluk öyle bildiğiniz boşluklardan değil. Öyle bir boşluk bıraktılar ki faşizmin duvarları birleşemiyor. Bilirsiniz faşizm boşlukları sevmez, her şeyi görmek ve birleştirmek ister. Biz Aysellerin, Leylaların bıraktığı ve faşizmin dolduramadığı boşluklardan nefes alabiliyoruz. Üzerimize dökülen enkazın arasından bize açtıkları yaşam koridorundan ancak temiz bir nefes alabiliyoruz, hala bu nefes bizi hayata bağlıyor. Bazı insanlar enkazın içinden dışarıya açılan pencere gibidir. O pencere acımasız bir savaşın ortasında açılan yaşam koridorudur! Bazı insanlar bu pencere gibi, koridor olur insanlığa. Leylalar ve Ayseller biraz böyledir.
Aysel Doğan barış suçunu işlemişti ve kısa bir süre önce yaşamını yitirdi. Onu hep sevgiyle hatırlayacağız. Leyla’nın iki yüz gün açlık grevinde kaldığını unutmayalım; o da barış suçlusu olarak hala hapishanede rehin tutuluyor. Bir Aysel daha var. Diğer Aysel ile aynı nehirde yıkanmışlar. Ve o da hala yaşıyor. Hem Leyla’nın hem Aysel’in özgürlüğünü savunmak temel insani görevlerden biridir.