‘Babanı Diyarbakır’a götür’

‘Babanı Diyarbakır’a götür’

Sedat Yılmaz

Kızıma söz vermiştim, “çufçufla Ankara’ya gideceğiz” diye, ta ne zaman. Yaptım sonunda; düştük yollara! Önce bir sarsıntı, sonra yavaş yavaş tekerleklerin dönüşü ve siren sesinin yerini rayların cızırdayan sürtünme sesinin alması… Dağlar, dereler, ormanlar, tüneller sıra sıra, ağır ağır akıyor. Çevresini kirletmeyen bir şey demiryolu; kilometrelerce ağaçların arasından gidebiliyorsunuz bazen. Virajlarda kendisini gösteren lokomotif, peşine taktığı vagonlar ve raylardan yükselen ritimli sesler… Kızımda heyecan, bende belirsiz bir ruh hali.

Bir gece iki yarım günün sonunda “Ankara Garı”nı gören kızım, “Baba çok güzel, çok büyük” şeklinde uzayan sevincini paylaşıyordu. “Evet, çok büyük” dedim ama bendeki belirsiz, huzursuz ruh hali taş gibi duruyor içimde. “Çok büyük, 103 insanı burada, bu garın önünde yitirdik” dedim kendi içimde. Kızım büyük, şatafatlı, camlı binaları, ilk kez gördüğü görselleri gösteriyor, ben ise o meydanda yükselen bomba sesleri, çığlıklar ve kan revan içinde boylu boyu uzanan insanlar olarak görüyorum her şeyi. Bunları küçük bir çocuğa nasıl anlatabilirim ki, bu “büyük” meydanda anne, baba, eş, dost, kardeş, çocuklarımızı yitirdiğimizi! Bu kez kızımın çekiştirmesiyle irkildim. Tren sesi yerine TOMA’nın ölüler üzerine sıktığı su sesi… Utandım, gözlerim doldu kızımın sevincini nasıl paylaşabilirdim ki! Ve hızla uzaklaştım.

Bir bardak soğuk su, bir çay ve hoş geldin diyen çalışma arkadaşlarımla hal hatır sorduk önce. Bedenimde, beynimde hala 10 Ekim Gar Katliamı dolaşırken, aramıza birkaç sene önce katılan bir arkadaşımız, “Diyarbakır’da ne var ne yok” dedi. Soru ucu açık, genel ve geniş. Nesini anlatayım, nereden başlayayım… Ama sonra o konuşmaya başladı; yıllardır acısını unutamadığı babasının ölümüyle ilgili bir yaşanmışlığını anlattı.

“Ben babamı 2015’te kaybettim” diye başladı söze. İlk defa 15 yaşında Diyarbakır’lı bir gençle gözaltına alındıktan sonra Kürtlere neden böyle davranıldığına kafa yormaya başlamış, o dönem de yeni yeni Kürtlerle yolu kesişmiş arkadaşımızın. Sonrası onun hikayesiydi, sustum ve dinledim: “Babam siroza yakalanmıştı. İstanbul’da Florence Nightingale hastanesinde tedavi görüyordu. Karaciğer nakli gerekiyordu. Ben babama karaciğer veremiyordum. Kardeşim de. Bizim sağlık sorunlarımız nedeniyle. Hiçbir yerde de bulamadık…”

Sonra, o cümle geldi: “Doktor bize babanızı Diyarbakır’a götürün dedi.”

Şaşırdım. Neden Diyarbakır? Bu hastalığa dair daha iyi doktorlar mı var? Teknik ve bilimsel olarak daha gelişmiş hastaneleri mi var Diyarbakır’ın? Türkiye’nin en gelişkin hastanelerinden birinin doktoru, niye karaciğerini yitirmek üzere olan bir insanı Diyarbakır’a gönderir?

Cevap, doktorun teklifini reddeden arkadaşımdan geldi. Ağır bir külçe gibi aramıza oturdu kaldı: “Orada ölüm çokmuş!”

Ölüm çok, zulüm çok, acı çok, kahır çok, dert çok, yoksulluk çok. Evet, bizde insanın taşıyamayacağı ağırlıkta o kadar çok yük var ki! Adı gibi “Yaman” doktormuş adam! Nasıl da anlamış, kimin canında, acısında, ölüsünde alınacak ciğer olduğunu!

Ah doktor ah! Ah “Yaman” doktor; gel de ben sana gömmek için cesedini bulamadığımız, bulduğumuzda da gömemediğimiz, gömdüğümüzde de başındaki taşını balyozlardan koruyamadığımız ölülerimizi anlatayım. Panzerin arkasında sürüklenen Hacı’yı, sokak ortasında bir hafta bekletilen Taybet Ana’yı, küçük bedeni buzdolabında bekletilen Cemile’yi… “Babanı Diyarbakır’a götür” demişsin ya hani, o sahipsiz gördüğün ciğer 22 Ocak 2016’da Sur’da yaşamını yitiren ve hala cenazesi bulunmamış Hakan Arslan’ın olabilir mesela! Ağır oldu değil mi? Evet, ağır olacak. Bu topraklarda hafif olanın sadece insan bedeni olduğunu sana nasıl anlatabilirim ki?

Bak doktor! Senin ciğer bulmaya çalıştığın Diyarbakır’ın o döneminin kısa bir özetini çıkaracağım. Sen de, “Ey tarih, bunlar yaşandı ve unutma” diyerek kuşa, kurda, dosta, eşe anlat, anlatabilirsen! Olmadı “Babanı al Diyarbakır’a getir.” Belki ciğerini istediğin düşmanına saygı gösterirsin belki de onun cesaretini almış olursun.

Türkiye İnsan Hakları Vakfı’nın (TİHV) raporuna göre, 16 Ağustos 2015 ile 18 Mart 2016 tarihleri arasında 7 il 22 ilçede uygulanan 63 sokağa çıkma yasağından 1 milyon 642 bin kişi etkilendi, 310 sivil hayatını kaybetti.

Diyarbakır’da ölüm çok doktor! Haklısın. O dönem Diyarbakır’ın Silvan ilçesinde 15, Bismil ilçesinde 8, Sur ilçesinde 24, Bağlar ilçesinde 2 kişi yaşamını yitirmişti. Hangisinin ciğeri lazımdı sana? Tabii sonra daha çok insanımızı kaybettiğimizi cenazeler çıktıkça öğrendik.

Arkadaşımın acısı büyük, bizim acımız büyük ama tarih unutma, unutturma diyor yine de. Trenin takırtılarını her duyduğumda yeniden aklıma geliyor o gerçek, o ağır yük ruhuma işliyor… Ve yanımda, daha yaşamaya yeni başlamış biri var; kızım. Ona nasıl anlatılabilir ki bütün bunlar?