Irak’ta süreğen hale gelen iç karışıklıklar, gittikçe derinleşen siyasi fay hatları, ülkede rutin hale gelen toplumsal, dinsel, etnik ve mezhepsel kaosun etkisi sadece Bağdat’ta değil, ülkenin tamamında ve civar ülkelerde de hissedilmektedir.
Bağdat düşme ile yüz yüze kalırken bile bu işe ilk müdahale eden yine ABD oluyor, çünkü Bağdat kendi isminden uzak temsil ettiği halklar ve tebaanın elinden çoktan çıkmış, Batı’yla Doğu’nun çatışma sahası diyebileceğimiz bir noktaya gelmiştir. Medeniyete beşiklik etmiş, Süleyman peygambere ev sahipliği yapmış, kavimler için bütün kadim kapılarını her zaman açık tutmuş bir insanlık abidesidir Bağdat.
Bağdat, Kahire ve Tahran’dan sonra Orta Doğu’nun en büyük üçüncü başkentidir. Dicle ile Fırat’ın birbirine en çok yaklaştığı aşağı Mezopotamya’da engin bir alüvyon ova üzerinde kurulmuş, tarihten bugüne kadar hem jeostratejik hem jeopolitik hem de dünya ticareti açısından da önemli bir konuma sahiptir. Bütün bunlara rağmen bu kadim kent ne yazık ki dinler tarihinden bugüne kadar ne savaşlardan ne de Saddam gibi bir tiranın gazabından kurtulamamıştır.
Her ne kadar birinci ve ikinci körfez Savaşları ve 2003’teki ABD müdahalesiyle anılsa da Bağdat esas itibari ile 1958 yılında Saddam’ın da içinde olduğu varsayılan Abdülkerim Kasım’a karşı düzenlenen suikast girişimiyle birlikte bir daha kendisine gelemedi. Nitekim söz konusu suikasttan on yıl sonra (1968) BAAS Partisi General Ahmet Hasan Bekir öncülüğünde kansız bir darbeyle iktidarı ele geçirerek Bağdat’ın kaderini büyük oranda değiştirdi. O günkü değişim aynı zamanda 1979 yılında General Bekir’in de sonunu getirerek Saddam’ın 23 yıllık çelikten iktidarını pekiştirdi. O günden sonra ABD askeri müdahalesinin yapıldığı 2003’e kadar Irak’ı yöneten Saddam, iktidara gelir gelmez ilk olarak, kendi yönetimine muhalefet etme olasılığı bulunan 450 parti üyesinin idamından Barzan Katliamı’na, Kuveyt işgalinden Halepçe’ye kadar insanlığa karşı sayısız suç işledi.
Tüm bunların bir dışavurumu olarak bugün Bağdat hem küresel hem de bölgesel güçlerin vekâlet savaşlarının sürdüğü bir saha. Bir yanıyla İran eksenli Şiiler ile ABD destekli siyasal İslam’ın bilek güreşi yaptığı, diğer yanıyla bölgenin kaderini belirleyecek bütün jeopolitik ve jeostratejik oyunların kurulduğu bir meşkûkler kulübüdür Bağdat. Bu oyunu kimin kazanacağı, masaya ne tür kozların konulacağı veya kimlerin o masada oturmak istediği değil oyun kuralarının kimin belirleyeceği, zarları kimin atacağı ve kimlerin masaya iştirak edeceği elemelere bağlı olarak sonuçlanacaktır.
Bugün söz konusu o ön elemelere baktığımızda atılan zarların hileli olduğu bilinmesine rağmen oyuna müdahale edecek veya oyunu bozacak bölgesel bir gücün olmayışı zaten oyunu kimin kazanacağını da işaret etmektedir. Mevcut haliyle masanın üçe bölündüğünü ve bu bölünmenin peyderpey kalıcı bir taksimata doğru ilerleyeceğini öngörsek de buna karşı kimi çıkışların ortaya çıkardığı direnç hatlarının daha da radikalleşerek kırılmaya uğrayacağını öngörmek mümkün. Nitekim Irak’ta süren ve son olarak Bağdat’ta ortaya çıkan olayların yekunu zaten kırılmaların keskin hatlarını ortaya koymaktadır. Ayrıca sadece Irak değil aynı zamanda Suriye, Libya, Yemen ve Lübnan’daki olayların tamamını o kırılmaların ardılları olarak görmek gerekir. Dikkat edilirse yukarıda ismini saydığımız ülkelerin tamamında ABD’yle İran arasındaki süreğen ihtilaf ve çatışmaların sonucu olarak giderek derinleşen istikrarsızlaştırma olguları ortaya çıkmıştır. Yer yer olaylar, yer yer ise olgular biçiminde sırtını tarihe dayayan bu kapışma giderek mufassal bir şekilde gelişim göstermektedir. O nedenle Bağdat’ta olup biten her şey nihayetinde ABD ile sembolik olarak İran arasında bölgesel hegemonya çerçevesinde ortaya çıkan hadiseler olarak görmek gerekir birçok yönüyle.
Lakin Suriye Savaşı’nın patlak vermesiyle birlikte küresel bağlamda değişen ittifak blokları ve yer değiştiren merkezler bu kapışma halini daha da komplike bir evreye getirmiştir. Olayların bu hale gelmesinin önemli sebeplerinden biri kimi uluslararası analistlerin tezlerine göre ABD’nin 2011’deki tartışmalı geri çekilmesiyle alakalı bir durumdur. Hem küresel hem de bölgesel jeopolitik ve jeostratejik çıkarsamalara denk düşen bu tezler özellikle İran’ın ve onun küresel müttefiki haline gelmiş Rusya’nın bölgede güç kazanmasıyla örtüşen bir durumdur. Özellikle Suriye Savaşı’nın ortaya çıkardığı kaotik durum ve İran ile Rusya’nın Orta Doğu’daki jeostratejik ve jeopolitik kazanımları hem Bağdat ve Şam özgünlüğünde hem de bölgenin diğer ülkeleri bağlamında Batı dünyasını son derece rahatsız eden gelişmelerdir.
Bunun yanı sıra Rusya-Ukrayna özgünlüğünde ortaya çıkan Avrupa’daki savaş salt NATO müttefikleri değil Batı’nın tamamını derinden sarsan dehşetengiz bir olgu olarak ortaya çıkmıştır. O nedenle ABD başta olmak üzere Batı ve onun Orta Doğu’daki müttefikleri İran’ın bölgesel hegemonyasını engellemek için hem diplomatik hem de askeri olarak daha caydırıcı önlemler alma konusunda yeni projeler üzerinde çalıştıkları muhakkaktır. Irak’ın en önemli Şii lideri Es-Sadr’ın güncel siyasetten tamamıyla geri çekilmesi bir ilk değildir (Es-Sadr’ın bugüne kadar tam dokuz kere siyasetten çekildiğini ilan etmiştir…) ama Orta Doğu devlet geleneklerinden pek rastlanmayan bir durum olmanın yanı sıra bu seferki el çekme işi bir plan ve proje dâhilinde olma olasılığı oldukça yüksektir. El çekmenin siyasi nüfuzunu pekiştiren, kendi kitlesini konsolide etme potansiyeli yüksek bir politik manevra olduğunu, şimdiye kadarki istifa süreçlerinden anlamak mümkündür. Dolayısıyla bu prosesin bugün itibariyle halen netlik kazanmamış kimi gizli ajanda ve projeler dâhilinde ilerliyor olduğu ihtimali oldukça yüksektir.
Başka bir ifadeyle İran’ın Bağdat üzerindeki etkisini azaltmak ve yeni müdahalelerin önüne geçmek için denklem bozan bu hamleyle siyasi işlerden geri çekilen Es-Sadr’ı eskiye nazaran daha önemli bir aktör haline getirmiştir. Nitekim geri çekilmesinden sonra Bağdat’ın sokaklarına inen yandaşlarına yaptığı çağrıyla kontrolün kimin elinde olduğunu bir kez daha kanıtlamış oldu. El çekme ile edilgen bir pozisyon alarak kendi etki gücünü pekiştirmiş oldu. Ayrıca bu kararın Es-Sadr’ın kendi başına verdiği bir karar olmaktan uzak olduğunu hem Irak’taki siyasi rakiplerinin hem de uluslararası güçlerin tutumundan görmek mümkündür. Zira bütün tarafların yaptığı açıklamalar Es-Sadr’ın şahsi saygınlığını dair beyanlardır. O nedenle Es-Sadr’ın siyasetten el çekmesi aynı zamanda İran merkezli Şiiliğe karşı Irak Şiiliğini ruhani bir lider tarafından yönetilmesi anlamına da gelmektedir.
Uzun bir süredir hükümetsiz idare edilen Irak’ın daha fazla İran müdahalesinin yükünün altına girmesini engellemenin yanı sıra Şii merkezli siyaset dışı bir figürün ortaya çıkması oldukça önemlidir. Belki de bu çıkışın arka planında İran’ın dini ve siyasi “yüce” lideri Seyyid Ali Hüseyni Hameney’e karşı son yirmi yıldır Irak siyasetine damga vurmuş Iraklı Şii din adamı Mukteda Es-Sadr’ın sahaya sürülmesi yatmaktadır.
Mevcut durumuyla üçe bölünmüş bir hakikatle karşı karşıya kalan Irak anayasal olarak güvence altına alınmış federal yapısının sağlama alınması açısından da önemli bir adımdır Es-Sadr’ın siyasetten çekilmesi. Bütün taraflarla müttefiklik ilişkileri yürüten ABD federal bir Irak’ın ayakta kalması için jeostratejik projelerini ancak bu süratle gerçekleşebileceğini düşünmektedir. O nedenle Kürtler başta olmak üzere Iraklıları barıştırma ve son 30 yıldır kesintisiz bir şekilde yaşadığı savaşın daha fazla yayılmasını engelleme çabasındadır çünkü kontrol edilemez bir Irak arzulayacağı son şeydir. Lakin her muktedir güç gibi ABD de kontrol edemediği bir yeri yönetemeyeceğini bildiğinden dolayı bu diyalektik olgudan yola çıkarak bütün odaklara birebir etki etmeye çalışmaktadır.
Son otuz yıldır düşük yoğunluklu bir savaşın pençesinde olan Irak ne kendi gücüyle bölge devletlerine ne de küresel güçlerin müdahalelerine kendi başına karşılık veremediğinden birden fazla aktöre sırtını dayamış durumdadır. ABD ise İran başta olmak üzere bölge ülkelerinin Irak’a müdahalelerine son verme arzusu taşımaktadır ama bunu ne zaman ve hangi koşullarda yapacağı hala netlik kazanmış değildir. Aksi takdirde ikinci bir Lübnan olma ihtimalinin an be an yaklaşmakta olduğunu ABD hem sahadaki hareketlilikten hem de istihbarat raporlarının verileriyle bilmektedir.
Böylesi bir durumun ortaya çıkması halinde Bağdat’ın mütemadiyen düşüşü anlamına geleceğini ve Bağdat’ın düşüşünün Babil kulesiyle eşdeğer bir kayıp olacağı siyasi aktörlerin bildiği bir hakikattir. Başka bir ifadeyle Bağdat düşerse Şam de düşecektir, Şam ile Bağdat’ın düşüşü bölgede kendi başlarına buyruk Tahran ile Ankara’nın kazanımı anlamına gelecek ve Batıya karşı Avrasyacılık ekseni galip gelecektir. Bu durum Bağdat’ın bugünkü hegemonya ve paylaşımında hem Doğu hem de Batı bloku için ifade ettiği önemi, merkezi konumunu göstermesi açısından oldukça önemlidir. O nedenle Batı federal bir Irak’ın yeniden inşası, Suriye’de ona benzer federal bir yapının ortaya çıkması ve bölgesel hegemonya arzusunda olan Tahran ile Ankara’nın geri itilmesini bir şekilde ajandasına alacaktır.
Buradan hareketle ne İran’ın hegemonik girişimleri ne de Rusya ve Türkiye’nin emperyal emelleri karşılık bulamayacaktır, çünkü hem sahadaki verili olgular hem de küresel güçlerin kimi haklı kaygıları bu agresif gidişata müsamaha göstermeyecektir. Dolayısıyla tarihin izleklerinden çok geriye gitme gereksinimi duymadan sadece Orta Doğu’daki mevcut ulus devletlerin yönetim aygıtlarına baktığımızda bile hemen hemen tamamını hak ve hukuktan yoksun, adalet ve refahtan uzak, demokrasi ve özgürlükler düşman yapılar olarak görürüz. O nedenle Orta Doğu boydan boya bir haksızlıklar, zalimlikler ve hileler müzesidir. Tarihin o anakronist müzesinin daha da büyümesi anlamına gelecektir Bağdat’ın düşüşü. Vicdanın gözüyle olup bitenlere bakabilen herkes öncelikle 2014’teki Musul’un düşüşünü düşünsün ve sonra Şengal’deki insan manzaraları göz önüne getirsin. Her şehrin düşüşünün nasılda halkların bedenleri üzerinde büyüyen yeni zalimlikleri ortaya çıkardığını görecektir.
Azad Barış kimdir?
Dr. Azad Barış, sosyolog, akademisyen, yazar, aktivist ve Spectrum House Araştırma ve Düşünce Kuruluşu Genel Direktörü. Lisans ve yüksek lisans derecelerini Hamburg Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nden, doktora derecesini ise felsefe alanında Leuphana ve Ruhr Üniversitesi’nden almıştır. Leuphana Üniversitesi’nde Kültürlerarası İletişim ve Uygulamalı Kültürel Çalışmalar alanında öğretim görevlisi olarak görev yapmıştır. 1998’den beri Êzidîler başta olmak üzere azınlıklarla ilgili birçok projede yer almıştır. Avrupa içi entegrasyonu, neoliberalizm ve sosyalizasyon teorileri başta olmak üzere sosyal bilimler alanında çalışmalar yapmaktadır. Ayrıca azınlıklarla ilgili kültürel antropolojik ve inanç kökenleri üzerine birçok çalışması bulunmaktadır. Bugüne kadar uluslararası birçok gazete ve dergide makale ve yazıları yayınlanmıştır. Kuruluşlarından itibaren Yeni Yaşam Gazetesi’ne ve Gazete Karınca’ya yazılar yazmaktadır.