Son yılların en az katılımlı 8 Martlarından biriydi geçtiğimiz Cumartesi günü Londra’daki yürüyüşümüz. Tabii ki pek çok nedeni var bunun. Ama sisteme çuvaldızı batırırken iğnenin ucundan da sakınmamak lazım.
Zaten biz yürüyenler de hep ötekilerdik. Kürtler, Türkler, Latinler, Siyahlar (Afrika ve Karayipler), Asyalılar ve Afrikalılar… Kadın örgütlerinde fon almakta ve yönetimde aslan payını kapan beyaz Avrupalılar bu tür etkinliklerde numuneyle yer alıyorlar. Zaten sorun da biraz burada. Beyaz Avrupalılar kadın sorununu sadece aile içi şiddet üzerinden değerlendirip onu da bireysel erkek şiddetine indirgeyince sisteme ve patriyarkaya karşı eleştirel bir duruş da geliştiremiyor doğal olarak. Mesela son iki yıldır katil ve tecavüzcü polisler ile şiddete uğrayan kadınlara ayrımcılık yapıp görevini yerine getirmeyen polisler tartışılıyor. Ama bunun aynı zamanda sistemsel bir sorun olduğu, yükselen sağcı politikalarla bağı, erkek devletin koruyucusu erkek polislerle ilişkisi bir türlü görülmüyor. Yapılanları kınamak, evin küçük haylaz oğlan çocuğunu babasına şikayet etmekten öteye gitmiyor. Peki otoriter devlet baba ne yapıyor? Kadın örgütlerine, ‘Ben size daha fazla para vereceğim, siz de karşılığında elinizdeki kısıtlı bütçeyle hem şiddete uğrayan kadınları korumaya çalışın, hem de benim haşarı oğullarımı eğitmeye kalkın’ diyor.
Daha önce de belirtmiştim. Avrupa’daki, özellikle İngiltere’deki kadın hareketini dinamik tutan, yine etnik gruplardan kadınlar. Çünkü Batı’nın o her şeyi aştığı yanılsaması maalesef işte, parlamentoda ve günlük yaşamda işliyor ve Avrupa feminizmi, ikinci dalga feminizmden bu yana yaşlanıp devrimci yapısını kaybediyor. Diğer yandan Avrupa’daki kadın hareketini dinamik ve genç kılan, eski sömürge ülkelerinin yeni göçmen kadınları. Biz göçmen kadınlar, kendi coğrafyalarımızdan getirdiğimiz yerel feminist dinamiklerle İngilizlerin soğuk ve mesafeli günlük yaşamında var olmaya çalışıyoruz.
8 Mart yürüyüşlerinin bir diğer eksikliği de gündemi pek takip etmemesi. Dünya gündemini geçtim, bulunduğumuz ülkenin gündemi bile yeterince takip edilmiyor. Mesela geçtiğimiz Şubat ayına kadar İngiltere’de 16 yaşındaki çocuklar ailelerinin rızası dahilinde evlendirilebiliyordu. Yani devlet eliyle ve ailelerin müsaadesiyle küçük çocuklar cinsel taciz ve tecavüze maruz kalıyorlardı. İşim gereği, zaman zaman polislere zorla evliliklerin nasıl önleneceği, kendilerinden yardım istendiği taktirde görevlerini nasıl yerine getirecekleri üzerine eğitimler veriyorum. Polislerin çoğu istisnasız şunu söylüyor: “Bu o ailenin kültürel ve dinsel inançlarından dolayı yaptığı bir şey. Müdahale edersek, aile bizi ırkçı olmakla suçlar.” Oysa gözden kaçırılan şu: Irkçılık yapmamak adına küçük bir çocuğun hayatının kararmasına göz yumuyorlar ayrıca o küçük çocuğun insan haklarını hiç düşünmüyorlar bile.
Yine biz sonradan vatandaş olan kadınların mücadelesiyle İngiltere’de evlilik yaşı 16’dan 18’e yükseltildi, ama buna ilişkin tek bir söz bile edilmedi yürüyüşte. Çünkü biz kadınlar biliyoruz ki yasaların varlığı, onun biz kadınların lehine işleyeceği anlamına gelmiyor. Mesela, 19 yaşında bir danışanım vardı. Ailesi onun 16 yaşına bile gelmesini beklemeden 13’ündeyken memleketine götürmüş, 27 yaşındaki kuzeniyle dini nikah kıymışlardı. 13’ünde, ailesinin gözetiminde ve rızasıyla kuzeninin tecavüzüne uğramış ve bu tecavüzler, kız 18 yaşına gelene kadar her okul tatilinde devam etmişti. 18 yaşına gelince de baba kızını kendi şirketinde maaşlı çalışan olarak gösterip, kızının tecavüzcüsünü, yani kendi yeğenini evlilik vizesiyle getirebilmek için başvuruda bulunmuştu. Genç kadın ailesinin kendisine koca diye seçtiği adam Londra’ya gelecek diye ödü kopuyordu. Neyse ki zor ve baskıyla yapılan evlilikleri durdurma birimine başvurarak (Forced Marriage Unit) adamın gelmesini önledik, ama bu binlercesi içinden bize ulaşabilen şanslı bir genç kadındı.
Yine bu yıl biz etnik gruplardan kadınların mücadelesiyle değişen diğer yasa da bekaret testi. Okuyanlar için şaşırtıcı olabilir ama medeni Batıda kadınlarla ilgili pek çok gerici yasa, hep aman etnik kökenli vatandaşlarımızı üzmeyelim, onların gözünde ırkçı ve ayrımcı olmayalım adı altında uzun yıllar değişmeden yaşatılabildi. Ama kimse şunu sorgulamadı: Üzmemek için çaba gösterilenler yine etnik kökeni, dini, inanışı, rengi farklı gruplardaki erkeklerdi. 15’inde, ya da 18’inde bekaret testine sokulan genç kadının üzülmesi, onurunun ayaklar altına alınması, bedeninin ve ruhsal sağlığının bütünlüğünün önemi, özel hayatının korunması gibi unsurlar göz önüne bile alınmıyordu. Türkiye’de Kürt kadınlar öldürüldüğünde ‘töre cinayeti’ olarak adlandırılan durum, burada ‘kültürel şiddet’ kavramıyla örtüşüyor. Egemenin zulmünün kaynağı aynı olduğu gibi ezilene uygulanan ayrımcılık da aynı.
Sözün özü, Batı cephesinde değişen bir şey yok. Hükümetler giderek sağcılaşıyor, yoksulluk, faiz ve zamlar artıyor. Erkek şiddeti de bütün bunlara paralel olarak büyüyor. Avrupa’da da ırkçı olmayan, politikadan korkmayan, biz ötekileri kurtarmaya kalkmadan kendini, kendi devletini ve kurumlarını da sorgulayan, kapsayıcı bir kadın hareketi doğmak zorunda.
Jin, Jiyan, Azadi! Yani yaşamın tam merkezinde olarak bu sistemi hep birlikte değiştireceğiz. Her ne kadar 8 Mart yürüyüşlerinde sayıca az oluşumuz bir özeleştiri vesilesi olsa da her türlü patriyarkal erkek şiddetine dur demek için sokaklardayız ve her günümüz bununla mücadeleyle geçiyor. Umarım erkekler de bir gün kadınlar öldürüldüğü ya da tecavüze uğradığı için sokaklara çıkıp eril şiddetten utandıklarını haykıracaklardır. Ya da hemen yanı başındaki erkeğin maçoluğundan, cinsiyetçiliğinden, ayrımcılığından şikayetçi olup onu değiştirmek için bir şeyler yapacaklardır. Şimdilik hayali bile güzel…
Suna Parlak kimdir?
Feminist aktivist ve eğitimci. Yüksek lisansını 2019’da Essex Üniversitesi’nde mülteci çalışmaları alanında tamamladı. 2016’dan beri Asyalı Kadınlar Dayanışma Merkezi’nde şiddete uğrayan mülteci kadınlarla çalışıyor. Merkez bünyesinde eğitmenlik yaparken pek çok farklı kadın derneğinde de gönüllü olarak çalışmaya devam ediyor.