Seçim gündemi giderek ısınırken, AKP’nin başörtüsü teklifi de hem iktidar hem de muhalefet açısından seçmenin oyunu önemli ölçüde etkileyecek bir gündem maddesi olarak karşımızda duruyor. Feminist, aktivist yazar Berrin Sönmez’e göre AKP’nin “başörtüsüne anayasal güvence” diye sunduğu bu teklif aslında iktidarın erkek egemen aile yapısını inşa etme politikasının kılıfı. Berrin Sönmez, bu düzenleme ile erkek çok eşliliğinin önünün açılacağını ve çocuk yaşta evliliklerin meşrulaştırılacağını söylüyor. Buna karşı muhalefetin tavrını da eleştiren Sönmez, “Muhalefet partileri bu teklifin Meclis’ten geçmemesi için elinden gelen her şeyi yapmalı. Çünkü bu teklif Meclis’ten geçerse AKP seçmen nezdinde güç kazanacaktır” diyor.
Yazar Berrin Sönmez, başörtüsü teklifini, İstanbul Sözleşmesi’nden çıkılmasını ve geleceğe dönük öngörülerini Gazete Karınca’ya değerlendirdi.
Siz başörtüsü takmaya nasıl karar verdiniz? Aileniz inançlı olduğu için doğal bir şekilleniş mi oldu, yoksa kendiniz mi karar verdiniz?
Ben Ankara’da doğdum, büyüdüm. Ailem, o zaman için orta sınıf diye tabir edebileceğim bir memur aileydi. Annem çalışmıyordu. O zamanki Türkiye’nin orta halli, dindar bir ailesiydi. Herhangi bir cemaate veya tarikata bağlı olmayan fakat inançlı, ibadetinde bir aileydi. Annem başörtülü ama herhangi bir şekilde bana başörtüsü konusunda hiçbir baskı yapılmadı ki benim ailem içinde de geniş aile diyebileceğimiz kuzenler arasında tek başörtülü benim.
Kaç yaşında verdiniz bu kararı?
Üniversite 2. sınıftaydım.
O dönem üniversitede yasak değil miydi peki?
Üniversite 1. sınıfı darbe öncesi okudum. O zaman yasak yoktu. 12 Eylül darbesi geldi ve o zaman başörtüsünün yasaklanacağına dair söylentiler dolaşıyordu ama henüz yasaklanmamıştı. Ben öyle bir ortamda örtündüm. Üniversite son sınıfa geldiğimde yasaklar kesinleşti. Ben de son sınıfta bunun sıkıntısını çektim. Bu kararımdan ailemin de hatta o dönem arkadaşlık, flört sürecinde olduğum şimdiki eşim Naim’in de hiç haberi yoktu. Şaşırmışlardı ve hatta babam, “Kızım çok zorluk çekeceksin ama. Devlet dairesinde örtemezsin ki” dedi. Ben o zaman hem devlet memuruyum hem de okuyorum. ‘Tamam baba’ dedim, ‘kurumda açarım’. Kuruma gidiyorum, masamın başına oturup açıyorum ama fakültede aç dedikleri zaman acayip derecede geriliyorum. Çünkü orası üniversite. Üniversite insanın tek özgür olabildiği yer diye düşünüyordum. Toplum baskısından, kurumsal etkilerden tek uzak kalabildiğimiz yerdi üniversite benim için. Böyle bir ortamda ben fakülteyi bitirip araştırma görevlisi oldum. Üstelik inkılap tarihi enstitüsünde araştırma görevlisiydim. Ben yakın çağı, Atatürk dönemini, öncesini ve sonrasını çok merak ederdim hep.
Üniversitede bu yüzden mi tarih bölümünü tercih ettiniz?
Evet, zaten öteden beri tarihe tutkum vardı. Ben lisedeyken bile dil-tarih hocalarının makalelerinin yazıldığı dergileri alır okurdum, dergilere abone olurdum. Ama yakın çağa ayrı bir merakım vardı.
Araştırma görevlisi olduğunuz üniversitede de başörtüsü yasaktı…
Maalesef. İnkılap tarihi enstitüsünde de başımı örtmek mümkün olmadı. Çok yıpratıcı bir süreç oldu. Ama ben akademik kariyer yapmayı çok öncesinden düşünmüştüm ve bunu yapabilmek için de başörtümü Allah’ın affına sığınarak açtım.
Aynı zamanda 28 Şubat’ı da yaşadınız. O günlerden bahseder misiniz?
Emekli olmadan önceki son yıllarımda 28 Şubat darbesi oldu. Benim o zaman başım açıktı, çünkü öğretim görevlisiydim ve emekli olduğumda yeniden örtünürüm diye açılmıştım. Ancak başım açık olmasına rağmen ben tasfiye edildim. Çünkü orada mesele başörtüsü, inanç, ibadet değil; kul sisteminin üniversitede inşa edilmesiydi. Kul sistemi derken Osmanlı’nın kul sisteminden bahsediyorum; her şeyiyle devlete bağlı, iradesini çalıştığı kurumun yöneticisine ipotek edecek insanlar aranıyordu. Akademide bugün de hâlâ böyle. Hatta bugün belki daha belirgin olarak böyle. Velhasıl üniversitede yaptığım tartışmalar ve yasaklara rağmen öğrencilerin benim derslerimde başlarını örtmelerine izin vermem gerekçe gösterilerek, üniversite ile ilişiğim kesildi. Ben derslerimde herkesin istediği gibi olmasını istedim hep.
Bursa’dan gelmiş şortlu bir kız da vardı, Mardin’den gelen küpeli, uzun saçlı bir erkek de ve tamamen çarşaf benzeri siyah bir pardösü giyinen bir kız da. Birbirleriyle gayet iyi de anlaşıyorlardı. Ama 28 Şubat zorbalığıyla bu öğrencilerin sesleri kısıldı. Başını açmak zorunda kalan da onun arkadaşları da duygusal olarak çok zorlandılar. Olduğu gibi görünerek eğitime erişmek isteyen insanlara yapılan bu şey gerçekten çok inciticiydi. Bu özgüven yitimi önemli bir şey. Ben bunu özellikle LGBTİ+ bireylerde de görüyorum.
Nasıl yani?
Biz başörtüsü yasaklarına karşı mücadele ederken yanımızda en çok onlar vardı. Onlar ayrı yaralı biz ayrı yaralıydık ama aslında aynı yerden yaralıydık. LGBTİ+ örgütleri ile yaptığımız konuşmalarda çok net bir şeyi fark etmiştim. Bizim, hissettiğimiz gibi olmak, olduğumuz gibi görünmek ve kabul bulmak derdimiz onların da derdi. Biz birbirimizle çok iyi anlaşabiliyoruz aslında. Evet, ideolojik saplantılar, endişeler, korkularla dindar, başörtülü kadınların çok büyük bir kısmı uzak durmayı seçse de içten içe yapılan konuşmalarda o aradaki benzerlik görülüyordu. Yani insanların toplumsal kabule olan ihtiyacı her iki kesim için de aynıydı aslında. Bu giyim ve ifade özgürlüğü ama LGBTİ+ da bir varoluş biçimi. Hatta ifadeden ziyade bir hak. Dolayısıyla birbirimizi buradan doğru anladığımızı düşünüyorum.
28 Şubat’a bugünden baktığınızda ne hissediyorsunuz?
Bugün üzüldüğüm bir şey varsa o da 28 Şubat’ın bugün pek çok kişi tarafından bir darbe olarak kabul edilmemesi. Halbuki hukuk devre dışı bırakılmıştı. Darbe dediğiniz şey tam da hukuk düzeninin sessiz kılınması, hukuka aykırı işlerin normalleştirilmesidir. Bu darbenin tıpkı 12 Eylül darbesi gibi planlı, bilinçli bir biçimde hazırlandığını düşünüyorum. Toplumdaki dindar-seküler ayrışması tam da 28 Şubat öncesinde yaratılmaya başlanmıştı. Bu bir devlet operasyonuydu. Gizli ellerin operasyonuydu ama çok da gizli kalmadılar işte zamanla açığa çıktılar. Fakat bugün bunu gören yok. Bugün de iktidarın, Taliban’ın uygulamalarını destekleyen tarzda söylemlerinin ve uygulamalarının oluşu üzerinden “Hah, işte 28 Şubatçılar haklıymış” diye düşünüyorlar. Hayır değil. Orada demokratik bir toplum olarak güçlenmek imkanı varken tersine seküler-dindar karşıtlığını keskin bir ayrıma dönüştürmek için politikalar uygulandı bence ve pek çok insan bundan zarar gördü.
Siz feministsiniz. Ancak başörtüsü ile feminizmin bir arada olamayacağını düşünenler de var. Onlara ne söylemek istersiniz?
Neyse ki bell hooks sayesinde işimiz çok kolaylaştı. bell hooks’un “Feminizm Herkes İçindir” kitabını okumalarını tavsiye ederim. Feminizm kimsenin tapulu malı olmadığı gibi tek bir ideolojinin ürünü de değildir. İdeolojilerden, kültürlerden, coğrafyalardan bağımsız olarak kadınların ataerki karşısında bir mücadele vermiş olduğunu biliyoruz ve feminizmin özü de bu mücadeledir. Feminizm bir politik duruştur. Bu politik duruşun kendisinin ayrı bir ideolojiye eklemlenmesinin önünde engel yok elbette ama eklemlendiği o ideolojinin, usül, norm ya da düşünce tarzını ya da anlık politik tutumunu feminizmin içine monte etmeye kalkışmasını doğru bulmuyorum. Benim doğru bulmamamı da bir yana bırakalım, bu tutmaz. Feminizmin içerisinde milliyetçiler olabilir, sosyalistler olabilir, dini gruplar da olabilir. Hatta ideolojik İslam’dan gelmiş ve feminizmin içinde yer alanlar da olabilir. Kürtlerin, LGBTİ+’ların, sonra engelli kadınların eklemlenmesi çok uzun zaman aldı örneğin. Farklı farklı ihtiyaçlar ve ideolojiler… Ama bunların bir bütününün ve tüm toplumsal sorunların kadınları yatay kesmesiyle her birimiz aynı sorunlardan aynı şekilde etkileniyoruz. O nedenle, feminizmi sadece erkek egemenliğine karşı cinsiyet eşitliğini ve toplumsal cinsiyet eşitliğini savunmak olarak görenlerin başörtülü kadın feminist olmaz demelerini anlamak bana çok kolay gelmiyor.
AKP’nin bir başörtüsü teklifi var. Başörtüsü takmak aslında zaten bir insan hakkı ve bir hakkın bu şekilde tartışmaya ve oylamaya açılması sizce doğru mu?
Bu süreç, Kemal Kılıçdaroğlu’nun helalleşme sürecinin bir parçası olarak bir yasa teklifi vermesiyle başladı. Ama Erdoğan’ın bir sene öncesinden anayasa değişikliği için bir hareketliliğinin olduğunu biliyoruz. Tabii o seçime yakın getirmeyi istiyordu. Çünkü seçime giderken seçmene vereceği bir hikayesi kalmamıştı. Bu nedenle de Kemal Kılıçdaroğlu’nun sunduğu yasa teklifi Erdoğan tarafından fırsat olarak görüldü. Fakat başörtülü kadınlar açısından Kemal Kılıçdaroğlu neden böyle bir yasa teklifi getirme ihtiyacı duydu ona bakmak lazım. Kılıçdaroğlu, CHP’nin başına geçtiği tarihten sonra partisinin ideolojik kabuklarını biraz yumuşatma eğilimine giren bir politikacı, parti başkanı oldu. Seçimi kazanması için tek yolun bu olduğunu düşündüğünü zannediyorum. CHP bu yasa teklifini verdikten sonra “Başörtülü kadınların hiç sorunu yoktu” sözünden çok rahatsız oldum. CHP lideri kendi mahallesine bu sorunu duyurdu ama onlar anlamak istemediler. Yani aslında Kılıçdaroğlu bizi dinleyerek yaptı bu teklifi ama biz yasa dememiştik. Biz demiştik ki, AKP güya yasakları kaldırdı ama resmi özür dilemedi. Hatta “Disiplin suçlarınızı affettik” dediği için kadınlar ayrıca yaralandı. Dolayısıyla Kılıçdaroğlu’nun Erdoğan’ı köşeye sıkıştırması için “Sen bu kadınlardan resmi özür dile, devlet sensin” demesi lazımdı. Fakat onlar da 2008’de Anayasa Mahkemesi’ne gidip üniversitelerde başörtüsünün serbest bırakılmasına ilişkin düzenlemeyi iptal ettirdikleri için Erdoğan’a bu konuda baskı yapamıyordu. Günah çıkarmak için de böyle bir teklif attı ortaya.
Yani AKP’nin de CHP’nin de bu teklifi siyasi çıkarları için getirdiklerini mi söylüyorsunuz?
Erdoğan, kesinlikle bir oy hesabıyla yapıyor. Başörtülü kadınları düşünmüyor değil. Ancak kadınları eşit bireyler olarak düşünmediği için eleştiriyorum Erdoğan’ı. Erdoğan’a kızgınlığım eşitlik karşıtı olduğu için, kadın erkek eşitliğini kabul etmeyen hiçbir politikacının kadınlarla ilgili olumlu bir şey yapması mümkün değildir zaten. Hatta yapılanı bozuyor.
Erdoğan’ın başörtüsüne bakışıyla sizin bakışınız farklı diyebilir miyiz?
Erdoğan’ın kafasında aileye endeksli bir kadın var. Bu tip dindarlar, kızları için bir meslek sahibi olmayı düşünebiliyorlar. Kimileri bunu aşmış oluyor ama eşleri için bunu düşünmüyorlar. Erdoğan, bu ülkenin tüm kadınlarına kendi eşinin hayatı boyunca nasıl yaşamasını istiyorsa öyle geçirecekleri bir toplum düzeni dayatmaya çalışıyor.
Bir yazınızda AKP’nin başörtüsü teklifini başka bir şeylerin kılıfı olarak gündeme getirdiğini söylemiştiniz. Tam olarak neyden bahsediyorsunuz?
Anayasa’nın 24. Madde’sinde yapılan değişiklikler gibi 41. Madde’sinde yapılan değişiklikler de aslında birbirini tamamlayan ölçekte ve ayrı yerde değiller. Yeni bir toplum inşa ediliyor. EŞİK Platform’daki tartışmalarımızda zaten şu sonuca varmıştık. 2010 referandumuyla yargı ve hukuk sistemi yeniden inşa edildi. 2017’de yönetim organları, yönetim prensipleri yeniden inşa edildi ve şimdi bu şeyle yeni bir toplum düzeni inşa ediliyor. Bu 2 kısacık madde böyle büyük bir bütünün parçası. Kısacıklar ama gerek madde metninde gerekse gerekçelerde nereye doğru gidilmek istendiği görülüyor. Her şeyden önce 41. Madde’sinin gerekçesinde “sapıklık” diye ifadelerin yani nefret suçunun yer aldığı bir anayasadan söz ediyoruz. Anayasa’da “sapıklık” ifadesi kullanıldığı takdirde, sokaklarda insanların LGBTİ+ bireylere rastgele şiddet uygulama yolu da tümüyle anayasal meşruiyet zeminine oturtulmuş olacak. Bu kadar korkunç bir şey. Fakat tek dertleri LGBTİ+’lar değil. Çok eşliliğinin önünü açmak istiyorlar. Bu da 2012’de Anayasa Mahkemesi’nin resmi nikahı olmayanlara imam nikahı kıyan imamlara verilen ceza maddesini iptal etmesiyle başladı aslında. Biz çok eşliliğin resmen tanındığı bir toplum olmaya doğru gidiyoruz. Bu da erkek egemenliğinin ailede tesis edilmesi anlamına geliyor. Yani 6 yaşındaki çocuğunu ağlayarak bir erkeğe göndermek zorunda kalan bir anne var mesela. Kendisi de küçük yaşta kocaya verilmiş. O ailede erkek egemenliği tanınmış ve itiraz edemiyor. Kızıyor, istemiyor ama önleyemiyor, durduramıyor. İşte bu modelin inşa edilmeye çalışıldığını görüyoruz. Yani 24. Madde başörtüsü teklifi olarak isimlendirildi ama aslında başörtülü kadınların haklarına güvence getirmiyor. Bütün kadınların giyim özgürlüklerini kısıtlama, denetleme yetkisini kamu idaresine verdiği gibi gerçekte o madde metnindeki ifadelerle, başörtülü kadınların kıyafetlerini de inanca dayalı kıyafet olarak bir norm haline sokma riski taşıyor. Amerikan kotu giyen birine “Bu nasıl Müslümanlık?” diyecek mesela. Yani başörtülü kadının kıyafetini de tartışmaya açan bir standarttan bahsediyoruz.
Muhalefetin bu konudaki tavrını nasıl buluyorsunuz?
Ülkede korkunç bir siyasal gerilim var. Böyle bir ortamda zaten anayasa yapmak mümkün değil. Bütün muhalefet partilerinin “Bu bir anayasa yapma yöntemi değildir. Şimdi anayasa yapılamaz. Biz bunu görüşmüyoruz” demesi gerekir. Ama maalesef bu sesi henüz duymuyoruz. Meclis Başkanı imzaladı anayasa teklifini ve bu tamamen usüllere aykırı. Meclis Başkanı tarafsızlığını korumak için yasa ve anayasa tekliflerini imzalamaz, ama imzaladı. Fakat Meclis’teki muhalefet partileri bunları öne çıkarıp baştan hayır demediler. Erkek egemen sistemi yasalarla meşru hale getirecek böylesi bir düzenlemeye, muhalefet partileri sadece Kılıçdaroğlu’na kızarak tepki gösteriyorlar. Yahu bu zaten Erdoğan’ın aklında vardı ve kullandı. Tamam Kılıçdaroğlu hata yapmış olabilir. Hatası da bunu yasa olarak düşünmesiydi. Öte yandan bu çıkışıyla bir hafıza ve yüzleşme imkanı açmıştı aslında ama biz onu değerlendiremedik.
Bu nasıl sonuçlara gebe sizce?
Şimdi iktidar seçimde kaybetse bile anayasada bu toplum düzenini yerleştirmiş olarak gitme ihtimali var. Çünkü bizim muhalefet partilerimiz, 2 seçim sandığının yanına bir 3. referandum sandığının konulmasını tek tehlike olarak görüyorlar. “Biz aldık, kazandık bu seçimi zaten de ah şu referandum sandığı gelirse o zaman Erdoğan alır her şeyi” diye düşünüyorlar. O referandum sandığını getirtmeyin oraya o zaman. Oysa muhalefet partilerinde, “Meclis’te oy veririm. Kabul edilirse referanduma gelmesin” gibi bir mantık var. Yani muhalefete muhalefet etmeyelim diyoruz ama bunlar istiyorlar bunu. Çünkü bu teklif 336 milletvekilinin imzasıyla geldi. Saadet Partisi zaten her zaman, İstanbul Sözleşmesi’nde de yaptığı gibi kadın düşmanlarına çok prim veren bir politika izliyor. Ve onların milletvekili Abdulkadir Karaduman, kadın karşıtı her yaklaşımda olduğu gibi hemen iktidarı destekledi. Karaduman’a “Muhalefet misin yoksa majestelerinin sadık muhalefeti misin? Muhalefet gibi yapıp oradan iktidarı desteklemek için rol mü çalıyorsun?” diyesim var. Onun oyu ile bu teklifi destekleyen vekil sayısı 337 oldu. Teklifin referanduma gidebilmesi için 23 milletvekilinin daha oyu gerekiyor. Bu sayıya ulaşılamazsa bu teklif referanduma gidemeyecek. Meclis’in çöplüğüne gidecek. Ait olduğu yer de orası. Muhalefet partileri ise, bu 23 milletvekilinin “evet” demesini önlemek yerine birbirlerine çalım atarak, birbirlerine taktik yaparak “400’ü bulalım da referanduma gitmesin” kafasındalar. Oysa 400’ü bulsalar bile referanduma gidebilecek, çünkü Anayasa madde 175’te, referanduma götürme takdir yetkisi Cumhurbaşkanı’nın. Erdoğan da yetki aşımını çok rahatlıkla yapabilen bir politikacı. Erdoğan’ın ne yapacağını hesap etmekten kendileri politika kuramayan bir muhalefet yapısı var. Muhalefet net bir şekilde, ilkelerini ortaya koyarak bu teklife “hayır” demelidir. O zaman belki de Erdoğan bu metni Meclis’te oylama aşamasına getirmeden geri çekebilir.
Peki muhalefetin öngöremediği şey ne?
Erdoğan seçime bu kadar kısa bir zaman kala Meclis’te böyle bir teklifi geçirebilirse, seçmen Erdoğan’ın yönetim yeteneğinin hâlâ çok yerinde olduğunu, bütün muhalefeti de yönetmekte olduğunu düşünür. İşte bunu kabul etmiyorlar. Erdoğan referanduma gitmese bile Meclis’te o yasa teklifi geçtiğinde seçmen, “Erdoğan yönetiyor işte, bütün muhalefet de kabul etti” diyecek. Tam da bu yüzden muhalefet partilerine diyorum ki, o 23 milletvekilinin “evet” demesini önlemek için çalışın. O zaman bu teklif Meclis’in çöplüğüne gider ve Erdoğan da getirdiği bir teklifi Meclis’te kabul ettirememiş, gücünü kaybetmiş, zayıflamış bir lider olarak seçime gider. Biz muhalefet partilerine tüm milletvekillerini o gün Meclis’ten uzak tutmaları için bazı somut önerilerde bulunduk. Umarım bunu yaparlar.
Türkiye İstanbul Sözleşmesi’nden resmen çıktı. Bir yandan başörtüsü için anayasal düzenleme yapılırken diğer yandan kadın hakları konusunda önemli bir yaptırımı olan İstanbul Sözleşmesi’nden çıkılmasını nasıl yorumluyorsunuz?
İstanbul Sözleşmesi’nin bir gecede feshedilmesi, iktidarın arzu ettiği erkek egemen toplum düzenini kurmanın bir adımıdır. Biz hep “İstanbul Sözleşmesi giderse kadın haklarına dair çok şey kaybedilir” diye feryat ediyorduk. O yüzden bu sözleşmeye bu kadar tutunuyorduk. Bu sözleşmeyi reddetmek, kadın kazanımlarının birer birer elden alınmasını kolaylaştıracaktı. Bu nedenle İstanbul Sözleşmesi ile bu anayasa değişiklik teklifini birlikte konuşmakta fayda var. İstanbul Sözleşmesi’ni kaldırmasalar bu yasayı yazamazlardı. Ancak biz İstanbul Sözleşmesi’nden vazgeçmeyeceğiz. İç hukuk yollarını tüketecek her türlü yolu deneyeceğiz. Şimdi hukukçular bu alanda çalışıyorlar. Bizim hukuk mücadelemiz bitmiş değil.
Direniş mesajı verirken bir yandan da kadınlar açısından oldukça vahim bir tablo çizdiniz. Nasıl günler bekliyor bizi?
Buradan bir adım sonrası İran ki İran’da bile Hamaney, başörtüsü tam olmayan kadınların “din karşıtı” veya “rejim karşıtı” olarak suçlanmamasını istedi. Türkiye’de iktidar başörtüsünü bir hak olarak görmenin ötesinde bunu bir İslam toplumunun gereği olarak gören kesimlerle ittifak ederek ederek seçim kazanabileceğini düşündüğü için anayasa düzenlemesi yapıyor. Bu nedenle muhalefet partileri, “Seçimi biz kazanalım, ondan sonra bu anayasayı da göndeririz. İstanbul Sözleşmesi’ni de getiririz” diyorlar ama bu o kadar kolay değil. Eğer bu anayasa değişiklik teklifinin geçmesine göz yumarlarsa, bunu durdurmazlarsa, muhalefet es kaza seçimi kazansa bile, bu anayasa maddesi orada dururken İstanbul Sözleşmesi’ni geri getirmelerinin hiç imkanı olmaz.
Geleceğimizi yakından ilgilendiren bu konuların iktidarın değişip değişmeyeceğinden bağımsız olarak ele alınması gerektiğini mi söylüyorsunuz?
Kesinlikle.
Peki siz daha güzel günler için umutlu musunuz?
Ülkenin hali gibi benim duygu ve düşünce dünyam da sürekli bir dalgalanma halinde. Bunu itiraf edeyim. Yani bu toplumun içinde bulunduğu bu gelgitlerden ben de etkileniyorum. Bir gün umutlanıyorum, olacak diyorum; yani böyle tehlikeli bir anayasa maddesinin geçmesinin, böyle bir toplum düzeni inşasının önlenmesi mümkün olacak. Cumhuriyet’in 2. yüzyılında biz kadınlar olarak tekrar, eşitlik ilkesini kabul ettirmek için mücadele etmek zorunda kalmadan, eşitliği kuracak politikalar üretmeye devam edebileceğiz. Yani kazandıklarımızı kaybetmemek için değil, yeni kazanımlara ulaşmak; hem kadınları hem de tüm toplumu etkileyecek, insani gelişmişlik düzeyini yukarıya çıkaracak eşitlik politikalarının uygulanmasını sağlamak için çalışabiliriz. Böyle bir umuda kapılıyorum ama sonra bir anda eyvah diyorum. Bunu özellikle de tüm muhalefet partileri için söyleyeyim, küçük siyasi çıkar hesaplarıyla birbirlerine karşı rekabet eden muhalefet partilerinin arasından AKP’nin yeniden sıyrılma ihtimali de var. Oysa güçlü ve dengeli politik adımlarla bu ihtimali ortadan kaldırabiliriz. Halk buna güvenmeye hazır bence. Seçmeni zorla Erdoğan’a mahkum eden bir muhalefet anlayışından kurtulmamız lazım.
Muhalefete ciddi eleştirileriniz var…
Hakikaten ciddi eleştiriyorum. Çünkü örneğin bir anayasa değişiklik teklifinde kadınların ve LGBTİ+’ların görüşlerini hiç almayan iktidar gibi onlar da bizim görüşlerimize hiç değer vermeden politika kuruyorlar. Buna şimdi itiraz etmezsek, susarsak yarın çok geç olacak.