Beklenen NATO zirvesi İspanya’nın başkenti Madrid’de başladı. Birliğin rutin zirvelerinden biri. Normal şartlarda zirvede NATO’nun uzun vadeli stratejisi güncellenecek ve yeni konsepti belirlenecekti. Rusya’nın Ukrayna işgali zirveyi önemli hale getirdi. Finlandiya ve İsveç’in birliğe üyelik başvuruları ve Türkiye’nin vetosu ayrıca gözlerin zirveye çevrilmesine neden oldu. Uzun süreden sonra bir NATO zirvesi bu düzeyde ülkelerin başbakan ve devlet başkanının katılımıyla gerçekleşiyor. Rusya’nın Ukrayna işgali, “ölüm döşeğinde”, “beyin ölümü gerçekleşti” denilen birliğe adeta can suyu oldu. Tabiri caizse Putin NATO’yu Türkiye eliyle dağıtayım derken birleştirerek büyüttü. Bu ayrı bir konu. Yeni üyelerin katılımı, “yeni” vizyon ve güvenlik mimarisinin revizyonu ile birliğin askeri gücünün arttırılması tartışılacak.
Lokomotif güç olan ABD, Almanya ve Fransa başta olmak üzere üye ülkelerin tamamına yakını gündemler üzerinde hemfikir. Yani birliğin yeniden canlandırılması, genişletilmesi ve güçlendirilmesinde. Ayrıksı duran iki ülke var. Hırvatistan ve Türkiye. Finlandiya ve İsveç’in birliğe üye olmasını başka defterleri dürmek için kullanma niyetindeler. Hırvatistan bu vesileyle Bosna Hersek’i, Türkiye ise Kürt coğrafyasına saldırmak istiyor. Türkiye’yi örnek alarak topa giren Zagreb kazın ayağını görünce yeni üyelerin kabulüne ilişkin tutumundan geri adım attı. Geriye Türkiye kaldı.
Sıfırı tüketen AKP-MHP iktidarı içerde ve dışarda her türlü fırsatı Kürtlere karşı savaşı derinleştirmek ve burada edinmeyi umduğu güçle iktidarda kalmayı tasarlıyor. Seçim süreci yaklaştıkça sıkışıklığının artış düzeyine paralel olarak savaş çığırtkanlığı da artıyor. Federal Kürdistan Bölgesi ve Şengal’den sonra Mayıs ayının sonunda Kuzey ve Doğu Suriye’ye yönelik yeni bir saldırı başlatma açıklamasında bulunan Erdoğan, NATO zirvesine giderken aynı açıklamayı yineledi. Kuzey ve Doğu Suriye’ye saldırma arzusunu yinelemekle Erdoğan zirve öncesi yapabildiği kadar el yükseltmiş oldu.
Erdoğan zirveye gitmeden bir gün önce de İran Dışişleri Bakanı Hüseyin Emir Abdullahiyan ile bir araya geldi. Ziyaret daha önce Suudi Kralı Muhammed Bin Salman’ın ziyareti nedeniyle ertelenmişti. Görüşmelerin ardından Abdullahiyan ve Çavuşoğlu kameraların karşısına geçti. Buradaki gündemlerin başında da Kürtlere yönelik plan ve saldırılar geliyordu. Kameralar önünde sağa sola samimiyetsiz gülücükler savrulsa da iki ülkenin Irak ve Suriye’de birbiriyle rekabeti sır değil. Ortaklaştıkları tek nokta Kürt düşmanlığıdır. Nitekim Çavuşoğlu, İran’a yönelik ABD yaptırımlarını eleştirirken Abdullahiyan ise “Türkiye’nin acil güvenlik ihtiyaçları karşılanmalı” açıklamasıyla gönül aldı.
Aynı yumurtanın ikizleri Kürtlere saldırarak ABD’ye seslendi. Erdoğan’ın Biden iktidara geldiğinden beri ortak bir görüntü verme arzusu biliniyor. Kimi zaman sitem ederek kimi zaman şantaj yaparak bu talebini açıkça ifade etti. İran’a yönelik samimiyetsiz gülücükler de, Kürtlere karşı savaşın derinleştirilmesinin de, Yunanistan’ın sokak ağzıyla tehdit edilmesinin de, Finlandiya ve İsveç’in üyeliğine karşı çıkışın da altında yatan ana neden ABD’ye bir yol açmaktır. Erdoğan, Biden’ın görüşmemesinin faturasını da Finlandiya ve İsveç’in üyeliğini veto etme, Kürtlere saldırma ve Yunanistan’ı taciz etmek olarak açıkladı.
Biden ile görüşme arzusu o kadar açık edildi ki alelade diplomatik bir görüşme dahi koz olarak Biden’ın eline verildi. Kurt siyasetçi Biden İspanya’ya yola çıkmadan önce Erdoğan’a “alo” diyerek İspanya’da görüşebileceğinin sinyalini verdi. Biden-Erdoğan görüşmesinin yapılıp yapılmaması ya da kapsamının ne olacağı Finlandiya ve İsveç ile yapacağı üçlü görüşmenin kaderine bağlıydı. Türkiye’nin daha fazla iki ülkenin üyeliğini engelleme gücü ve lüksü yoktu. Nitekim iki ülkeden Kürtlere karşı aldığı kırıntı kabilinden kimi tavizlerle vetoyu kaldırdı. Erdoğan’a içerde propagandasını yapacak kadar taviz verildiği söylenebilir. Dolayısıyla açıklanan memorandum aslında hem çok şey ifade ediyor hem de hiçbir şey ifade etmiyor. Türkiye’nin “güvenlik kaygılarının kabul edilmesi” ya da “terörle mücadele” mefhumu Batı ülkeleri ve Türkiye için yeni bir şey değil.
Kürt halk mücadelesi başladığı günden itibaren aynı politika sürüyor. Türkiye 40 yıldır Kürtlere karşı yürütülen savaşta NATO’nun desteğine dayandı. NATO da bu konuda gerekli siyasi, lojistik ve askeri desteği hiçbir zaman aksatmadı. Erdoğan’ı iktidara taşıyan, destekleyen ve ayakta tutan da Avrupa ve NATO’nun bizatihi desteğidir. Bu anlamda varılan anlaşmanın çok bir şey ifade etmediği açıktır. Kürt halkının özgürlük mücadelesi açısından olumsuz ancak çok da mevcut denklemi değiştirecek bir gelişme değildir. Aynı şekilde Erdoğan iktidarını da içinde bulunduğu çoklu krizden kurtarmaya yetmez.
İşin çok şey ifade eden yanı ise Batı medeniyetiyle ilgilidir. Dün varılan uzlaşma kendini demokrasinin merkezi olarak lanse eden Avrupa kıtası için tam anlamıyla bir utanç vesikasıdır. Rusya’nın 2014 yılından itibaren giderek artan bir ivmede kuvveden fiile dönüşen emperyal hayal ve politikaları Batı’nın korkulu rüya haline geldi. Ukrayna işgalinden sonra artık Batı için önemli olan Avrupa Birliği değil Kuzey Atlantik Birliği yani NATO’dur. Göreceli de olsa insan hakları, özgürlükler, demokrasi gibi kavram ve değerler daha çok terazinin AB kefesindeydi. Anlaşma asıl olarak NATO çıkarlarının AB ilkelerine karşı galebe çaldığını gösterdi.
Avrupa, AB ilkeleri üzerinden Türkiye’nin antidemokratik, otoriter yapısını yumuşatmaya çalışırken Erdoğan NATO üzerinden otoriterizmi Avrupa’ya dayatma aşamasına geldi. Hatırlanacaktır AB üyeliği için Türkiye’den istediği en önemli değişiklik anti demokratik “terörle mücadele” yasasının” değiştirilmesiydi. Şimdi ise Erdoğan, Finlandiya ve İsveç’ten ve dolaylı olarak “terörle mücadele” yasasını değiştirmesini istiyor. Kabul etmek gerekir ki pratik sonuçlarından azade olarak Avrupa basiretsizliğiyle Erdoğan’ın otoriterizmine taviz vermiş ve boyun eğmiştir. Bu durum sadece AB açısından değil tüm dünya halkları için sağcı milliyetçi despotizmin ne düzeyde tehlikeli hale geldiğinin önemli bir işaretidir. Batı kendi eliyle büyüttüğü ve beslediği despotizmin kucağına düşmüştür.
Erdoğan gün içinde Biden ile de bir araya gelmiş olacak. Buradan uzun süredir arzu ettiği ve içerde kullanacağı fotoğrafı da koparmış olacaktır. Bir anlamda Biden ile görüşme hasreti sona ermiş oluyor. Gerisi aslında çok bir şey ifade etmeyen uzlaşmanın ve fotoğrafın iyi pazarlanması. Böylece Erdoğan koca tehditlerle yükselttiği talep çıtası Biden’in yüzü suyu hürmetine anında dibe vurabildi. Biden ise bir görüşmeyle kriz haline gelen iki ülkenin üyelik meselesinin çözmüş ve Rusya’ya karşı elini güçlendirmiş oldu. Rusya ise Türkiye üzerinden NATO’yu zayıflatayım derken büyüterek komşusu haline getirmiştir. Avrupa’ya bir otoritere istediği düzeyde olmazsa da demokrasi ilkelerini tartışmaya açarak boyun eğmiştir. Ancak totalde hiç kimse için bir başarı hikayesi yoktur.
Zira kapitalist ülkeler arasında kimi lokal ihtilafların uzlaşma ve anlaşma ile çözülmesi sistemin yaşadığı yapısal sorunları ortadan kaldırmıyor. Ne Finlandiya ve İsveç’in birliğe kabulü, ne Erdoğan’ın kimi tavizlerle iktidar ömrünü uzatmaya çalışması ne NATO’nun “yeni” bir vizyon çizmesi ya da Rusya’ın başka ilhaklara girişmesi gerçeği değiştirmiyor. Gerçek şu ki kapitalist sistem her yönüyle tıkandı, kriz ve kaosu derinleşerek çöküşü yaşıyor. Artık palyatif çözümler dahi bulmaktan aciz.
Afganistan’dan tutalım Irak, Suriye, Yemen, Lübnan, Myanmar, Lübnan, Ukrayna, Kırgızistan, Sri Lanka, Azerbaycan-Ermenistan’a kadar dünyanın yarısı şu an kronik savaş ortamı haline gelmiş vaziyette. NATO başta olmak üzere emperyalizmin ruhu olan ırkçı, milliyetçi sağ siyasetin iktidarda olduğu hiçbir ülkede halklar rahat yüzü görmeyecektir. Dolayısıyla dönüp dolaşıp tekrar tekrar yeniden kapitalist sistem dışı çözümleri aramak, tartışmak ve bulmak zorundayız. Faşizmin tüm türlerine karşı halklar daha fazla Kürt halkıyla dayanışma içinde olacaktır.