Ayşe’ye yönelen tehditle dün bir kez daha devletin kırılgan erkekliğini görmüş olduk. Bir erkek kameraları, etrafındaki diğer insanları umursamadan, dayandığı devlet gücüyle bir kadına, Kürde ve vekile “seni çivilerim” dedi, başına hiçbir şey gelmeyeceğini bildiğinden söyledi bunu. O an gücü yetse çivilemekten imtina etmeyeceğini halinden, tavrından, devrelerinin sırtını sıvazlamasından anladık.
Tarih bunların fantezileriyle, o fantezileri kadınlar üzerinden gerçekleştirme arzularıyla doluyken bugün de kadın olmak, Kürt olmak ya da HDP’li bir vekil olmak çivilenmek de dahil tüm erkek arzularını hayata geçirmek için yeterli sayılıyor. Devletin ve yarattığı erkekliğin arzu dünyası leş gibi kokuyor. Tehditlerin pervasızlığı, erkek suçlarının cezasızlığı, bir de bu kokuları… Tenlerinden değil kafalarından, zihinlerinden yayılıyor koku.
Aslında cevabını bildiğimiz şu soru da güncelliğini koruyor; devletin maaşlı, mesaili bir memuru hangi sıfatla meseleleri bu kadar kişiselleştiriyor? “Ben kimim, biliyor musun?” diye bağırırken; “sen devletin maaşlı, mesaili bir memurusun” diyecek oluyor insan ama devamında “ben şehit çocuğuyum” diyor. Meğer intikam istiyor. “Sen sıfırsın” diye haykırdığı kadının bir hiç olmadığını, kölesi olduğu sistemi yıkacak asıl güç olduğunu biliyor elbette. Körü körüne bağlandığı sistem yıkılırsa kendisinin hiçleşeceği gerçeği karşısında Ayşe’nin ya da temsil ettiklerinin babasının katili olduğuna inanmak, varlığını intikama adamak galibiyet sanıyor. Ne illüzyon ama. Vae victoribus! (Galiplerin vay haline!)
Savaş, savaşın içinde yaşamak böyle bir şey galiba. 90’larda devletin kontra güçleri tarafından hem Ayşe’den hem de Kürt toplumundan alınan, kaybettirilen, katledilen Abdurrahman Acar ve niceleri için sürdürülen adalet arayışında, salt birinin evladı olarak değil özneleşen, mücadele eden bir kadın olarak yer alırken karşısına, düşmanlığın-intikamın zihnine ilmek ilmek işlendiği o çocuk çıkarılıyor. Rakel Dink eşi Hrant Dink’i uğurlarken devlet geleneği içinde sistemli katil üreten bu mekanizmadan “bir bebekten katil yaratan karanlık” diye bahsetmişti. Devletin karanlık derinliğinden gelen bu tehdit, Ayşe’yle birlikte onu seçen, onunla yürüyen milyonlarca kadına da Kürde de kendi diliyle ve üslubuyla mesaj veriyor.
Tam bir devlet dersi. Üstelik Ayşe’nin, HDP’nin ya da seçmenlerinin geçirildiği bir ders değil. Bu öğretiye açıktan dayananların ya da ırkçılığını örtülü sürdürenlerin, HDP örgütle arasına mesafe koysun diyenlerin, o binanın önüne sürüklenenlerin, o görüntüleri izleyenlerin dersi. Çünkü bu savaşın düşman hukuku, kolluğun ve yargının pratiğiyle ama seyirciler eşliğinde yürütülüyor ve susmak-durmak- körüklemek seyirciler için de hâlâ suça ortak olmak anlamına geliyor.
Ahlaki hakikatiyse sadece çivilenmekle tehdit edilenler taşıyor. Çünkü katliamlar, saldırılar ya da işkenceler ahlaki bir sistem içinde ne karşılığı ne de değerlendirilmesi mümkün olmayan, faillerin dünyasının, sisteminin olguları olarak işliyor. Tehdit edilenler zaten savaşın en büyük ahlaksızlık olduğunu söyledikleri için bu sisteme dahil olmuyor-edilmiyor.
Merak ediyorum öfkeli “şehit” çocuğuna devletin kelamı neydi? Devletin sunduğu hangi imtiyaz bu öfkeyi derinleştirmişti? Yoksa hukuk devleti diye bir distopyada mı yaşıyorduk ve bu ülke, bir parya olarak işlenen tüm suçlara rağmen önce suçları muğlaklaştırılıp sonra ulus koalisyonlarına alınmış, en nihayetinde de “tarafsız” odakların kullanılabilir, hatası halı altına süpürülebilir unsuru haline mi getirilmişti? Çivilenmekle tehdit edilen kadınlar, Kürtler bunun farkındayken devletin bekası için cürüm işleyenlerin ya da bir yerlere sürüklenenlerin bundan bihaber oluşlarına kim inanırdı?
Kendinden olmayan Kürtleri ve kadınları ezebildiği ölçüde zaferini harlayan, pekiştiren, ilan eden iktidarı seyrederken Gloire aux Prisonniers Politiques! (Yaşasın Siyasi Mahkumların Zaferi!) yazan pankartların Jean Amêry’de uyandırdıkları düşüyor aklıma; “Kolektif suç ve kolektif ceza bir teraziye konulmalı ve dünya ahlakının dengesi sağlanmalıydı”. Çünkü tıpkı Almanlar gibi savaşı durdurmak için sesi çıkmayan herkesin, taşlaşmış, ötekine tiksinerek bakan yüzü, o Kürtlerin de kadınların da aklından çıkmayacak-tı.
Amêry’nin ortaya koyduğu hakikati enine boyuna tartışmaya henüz hazır olmayan bir toplum olsak da iktidarın ancak Kürtleri ve kadınları ezdiği ölçüde varlığını koruyabildiğini, bunu sadece belli odaklarla değil, hakimiyetinde tuttuğu, şekil verdiği kişiler ve gruplarla sürdürdüğünü söylemeye hakkımız var gibi geliyor. Var değil mi?
Asıl mağdurlar mağdur edebiyatı yapmayınca ezildikleri unutuluyor galiba. “Almanlar kendilerini, sadece Leningrad ve Stalingrad önündeki kışa, şehirlerinin bombalanmasına, Nürnberg Mahkemesi’nin hükümlerine değil, aynı zamanda ülkelerinin parçalanmasına da katlanmak zorunda kaldıkları için kesinlikle mağdur bir halk olarak görüyorlardı.” Benzer bir haldir ki bir “şehit” çocuğu bir kadını çivilemeyi bağıra çağıra arzuluyor, en kısa zamanda yapacağını da ilan ediyordu. Çünkü tıpkı kendisi gibi mağduriyetini de biricik görüyordu. Vae victis castigatisque! (Mağlupların Vay Haline!).
Günü geldiğinde geçmişle yüzleşmeyi, hakikatleri, kefareti yeniden konuşmaya başlayacağız elbette. Ama karanlık bu kadar derinleşmişken, Amery’nin hıncı* etrafı sarmaya başlamışken romantik bir özür ya da zaten var olan Kürtlere, kadınlara varsınız demek yetecek mi muamma…