Sonuna bile yetişemedim ki ben. Ben aslında hiçbir şeyin ne sonuna ne başına yetişiyorum. Sonra da kendimi tamda ortasında buluyorum kavganın ve gariptir ki sanki hep ordaydım gibi geliyor.
Ben ruhumda bütün sonbaharı taşırdım ya da öylelerindendim ama dönüp bakıyorum tek bir yaprak bile yok bu sonbahar. Leo (Buscaglia) delilik diyordu evini sonbahar yapraklarıyla doldurduğunda… Ben de öyle sanmıştım henüz akıllıyken!
Ama bir delilikse ben de kutular topluyorum şimdilerde; olmayacak bir zamanda, olmayacak bir evimin, hiç göremeyeceğim bahçesinde, hiç beceremediğim çiçekleri ekmek için. Delilik mi, saçmalık mı inan ben de bilmiyorum ama insan en çok da huzurlu bir an, bir yer, bir kişi ya da kişiler topluluğunu özlüyor sonbaharları.
“Bence sonbahar âşık olmak için tam zamanı” demişti birçok sevdiğim, ben her sonbahar ruhumu darağacına kuruması için bıraktığımı söylerken de şaşırmıştı üstelik.
Evet, evet öyle yapıyorum. Yani darağaçları illa ölmek için değil bence, insanın ara sıra asmak için kendini çıktığı bir yerdir de aynı zamanda. Aklıma gelmişken ne büyük talihsizlikti ama değil mi, Olympe’nin (de Gouges) bilmem kaçıncı yüz yılda kadınlar için direnirken ve giyotine karşıyken giyotinde ölmesi. Acaba ne düşündü son defa saçları savrulurken rüzgârda ve acaba hangi mevsimdi! Jîna sonbaharda katledildi misal ve saçları savrulurken tamda…
Hayat ne ironik değil mi sevgili? En az benim darağacında çamaşır asmam kadar da saçma.
Evet evet, kalanları ve gidenleri ben her sonbahar hizaya dizip, sonra her ne olursa olsun benimle kalanları kış için kurutuyorum. Ki üşütmey(el)im diye. Ben çok üşüyorum biliyor musun? Kansızlık da var. Bir de sanırım çok fazla su içiyorum. İlgisi yoktur tabi birbiriyle ama –mış gibi yapmak hep pirim yapar bu coğrafyada.
İnsan ilişkileri ne karmaşık sevgili, ırkçılık olmasa Arapsaçı gibi derdim. Anlamak birini o kadar zor ki, türev integral dediğin o “anlamsız” matematik bile daha kolay.
Ve sonra vazgeçiyorum zaten, anlamak ve anlaşılmak bazen ve çokça büyük lükse dönüşüyor. Herkesin bir çıkarı var, büyük ya da küçük, iyi ya da kötü ama herkesin. Sonra anlıyorsun, anlıyorsun tabi ama sonuca etki etmeyecek bilmişlikler en fazla ruha zarar. Ve bilhassa bunlar çoğalınca görme yetisini bile isteye kaybedebiliyor insan. Artık görmek istemiyorsun hiç kimseyi ve hiçbir şeyi. Sanırım Erol Büyükburç’un dediği saksıya dönüşüyor zamanla her şey… Büyük bir yer işgali! Anlamı yok aslında, varlığı ve yokluğu evrene etki etmiyor lakin zayii olmasın diye de kıyılamıyor ve zaten bizi en çok da bu kıyamadıklarımız vuruyor ya neyse.
İnançsız yürüyüşler en çok da “sahibine” zarar verir sevgili ve belki de en çok da bu uyarıyı akılda tutmalı yol yürürken insan insanla.
“Hava soğuk paltonu giy” diye bağırdı kadın ve çocuk dönüp baktı sadece, aylardır ilaçlardan mevsimleri kaçırmış kadına. Acaba benden kaç mevsim geri ya da ileri diye. İnsan bir kere kaçırdı mı ölçüyü artık geriye yolculuk başlamıştır… Ve bir an sadece bir an susturunca insan tüm sesleri bas bas duyuluyor tüm gürültüsü ruhunun… İşte bu yüzden hiç susmadı bütün gece! Ne anlattı desen inan hiç bilmiyorum ve zaten dediklerinden çok demediklerini merak ettim ben de. Ve çünkü dürüst değil insan artık kendine bile… Ve artık öyle palto ile de ısınmıyor elleri üşüyenin yüreği.
Camdan uzaklara çok uzaklara bakıyorum sık sık, yok aslında yalan söylüyorum (!) sanırım, çünkü kocaman camları yok içinde bulunduğum hiçbir mekânın, ama olsaydı keşke. Keşke camdan olsaydı/k bakınca görülse her şey ve en çok da şeffaf olsaydı herkes… Gözüm hiç gelmeyecek olanı özlüyor ve bir de durup durup biz ‘den aldıklarını. Biliyorum, biliyorum, biliyorum vaktimiz yok durup yaslarını tutmaya ama o çok değerli zamanımızı ne için harcıyoruz inan bilmiyorum ben de.
Özlemek sağır edici bir eylemdir sevgili, dönersin duvar, dönersin duvar ve yine dönersin yine duvar! Bir direnişin belki de en kırılma noktasıdır, gideni ancak ve ancak uğruna gittiği ile yaşatırsını fark ettiğin an.
Duyguların sakatlanması ya da hastalanması diye, bence henüz bulmadılar ama bu çağa çok yakışan bir hastalık var, ben buldum. Bu hastalık adım adım bedene yayılırken, duyguların rengini de değiştiriyor. Hasretin kor kırmızısı yavaş yavaş soğuk bir pembeye dönerken, öfkenin mavisi koyu bir laciverte eviriliyor. Kimi ağırlaşırken kimi hafifleşiyor. Denge hep aynı noktada kalınca insan bir şey değişmediğini sanıyor. Oysa hiçbir şey artık hiç bir şekilde eskisi gibi değil. Gören göz yanılsa da, hisseden kalp anlıyor ama ne çare.
Saatlerce yüzlerine bakıyorum… 1.2.3….17! Belki de sadece kendisi ve 1’e bölünen bir asal sayı olabilirdi 17. Zira bir halkın özgürlük yarasına denk gelmeseydi… İşte bunun edebiyatı yapılamaz, bence şarkısı da henüz erkendir ama lakin ve fakat. Duygun yoksa, yani diyorum kocaman bir öfken yoksa “buna” dair dağları devirsen ne olur. Düşün ki keskin bir koku ve gri bir bulut, kırmızı sisler yayılırken ovaya sen kitap yazsan ne olur. Ve zira zaten son zamanlarda bana göre bütün kitaplar ve “adamlar” çokbilmiş her şeyi. Ondan bu yılgınlık. Çekilin de öfke dağıtsın bütün sisleri diye bağırasım var yoksa karanlık basacak en güzel sabahları dahi.
Ilık bir sonbahar bile kalmadı bana! Soğuk ve üstelik çok soğuk artık her şey… Daha da beteri kara bir kışın geliyor olmakta olduğunu bilmek. Korkmuyorum hem de hiç, benden önce binlerce “deli” bu yoldan geçmiş olsa. İnsan bu sevgili, kaç yüz bin defa “tövbe” edip de yine “secdeye” durur, kendi bile şaşar bazen kendine. Sevmek birini, bir şeyi ve en çok da yoldaşlarını tam da böyle bir şey.
Hayaller kurarsın ve hiç olmayacağını bilerek ama, ama bir yüzü düşer önüne “güzel olanın”, serilmiş ya öyle boylu boyunca ve “nefes nefese”… Edebiyat yaptığımı söylüyorlar sıkça ve belki de iyi yapıyorum(!)dur ama gerçek kaskatı dururken; duygu yoksa ne fark eder ki “ileri geri, sağ sol ve hücum” emrinin kimden geldiğinin. O yüzden kimse farkında değil ama “biz”i “diğerleri”nden ayıran tam da budur. Aksi ne olur biliyor musun; Kopmuştur bir kere bağ ve artık “Allah” kimse ona başlar secde etmek…
Ve bu yüzden duygu, insan olmanın en insan yanı bence sevgili. Öfke ise en güçlü silahı ve sana bir sır vereyim mi ben çok öfkeliyim bu aralar; bu sessizliğe!
Reyhan Hacıoğlu kimdir?
Balıkesir Üniversitesi Kamu Yönetimi ve Siyaset Bilimi Mezunu. Balıkesir Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsünde Siyaset Bilimi Yüksek Lisans yaptı. 2015’te başladığı gazeteciliğe Özgür Gündem, Özgürlükçü Demokrasi Gazetesi’nde ve şimdilerde Yeni Yaşam Gazetesi’nde devam ediyor. Özgür Blog’ta başladığı yazılara 2019’dan beri Gazete Karınca’da devam ediyor.
Çok istediği halde henüz bir akademik bir çalışması bulunmayıp, gazeteciliğe ise asistanlık başvurusu dosyasına “tehlikeli” yazıldığı için karar verdi.