İnsanın ruhunun incelmesi diye bir şey var bence! Ve bir süre sonra incelen ruhlar ya yok oluyor ya da ölüyor. Ve bu yok olma sadece bedensel bir tükeniş değil, geriye an’ılar ve hatıralar diye bir şeyin kalmamasıdır. O yüzden sık sık iyi geleni yapmalı insan. İnsan iyi gelen için çabalamalı. İnsan iyi için direnmeli ve insan iyi için zaman yaratmalı.
Hele “kadınsan” başkasında bıraktığına mutlaka bakman lazım buralarda! Zira öyle çok şey var ki, bir kadının “dikkat etmesi” gereken; bir gün dağ bayır gezme isteğime karşı abim; “Kızım, barış gelini olarak bütün dünyayı gezen bir kadına tecavüz edip öldürdüler, deli misin sen!” Evet Pippayı öldüren barbarlık bize ne yapmazdı ki!
Bütün bu yaşanan süreçte duygularım “tehlikeli”, eleştirilerim “yıkıcı” ve özeleştirim ise “yetersiz” oldu çoğu zaman. Şimdi dünyanın bütün şarkıları çalsa da, tepinse de ruhumda, depremler olsa da beynimde, ben bir akşamüstü sessiz ve yoksul bir mahallede “Aygaaaz” diye bağıran amcanın sesinin verdiği huzuru istiyorum! Ya da ılık bir yaz yağmuru altında akordeon çalan genç bir kadının sesinin verdiği dinlenme halini.
Marketlerde her yere tanıtımı konan haftanın fırsat ürünü gibi bazen içim. Aldın aldın! Ya da ihtiyacın yok ama almazsan aklın kalır ve haftaya zam gelir diye zorla kasaya getirilmiş gibiyim! Evde bir yer işgali, anlamsız bir masraf olmaktansa zamanı geçmiş bir ürün olarak rafta kalsın içim daha iyi.
Bir de bu havalar var tabi. Bitmeyen bir kışın kırgınlığı var üzerlerimizde, neden çoğul kullandım bilmiyorum inan oysa mevsim tam tek başınalık mevsimi. Ama gel gör ki serde örgütlülük var ve kahveye bile tek gitme olmaz! Bu bir katılık mı? Sanmam! Aslında bu tam olarak yalnız değilsin demektir. Ama herkes baharını da, kışını da kendi içinde taşır ve bu bencillik değildir, bu benim rengim de bu demektir.
“Vazgeçemiyorum, ama kavuşacak gibi de değiliz” diyor şarkının son nakaratı. Son durağa gelmeden uyumuşum! Ve öyle ki; yanlışlıkla hızla girdiğim bir dükkânda tüm antikaları devirmişim! Şimdi yok ettiğim binlerce yaşanmışlığa tanıklık eden an’ıları kırdığıma mı üzülsem, kırdıklarımı ödeyecek kadar cesaretimin olmayışına mı? Sanırım boşver diyorum.
Bir aralar “huzur” arıyordum, gerçi hala arıyorum da! Sanki ruhum hazır olmadığı bir fırtınaya itilmiş, itilmiş de dağ bayır çarpa çarpa yol almıştı. Yol alırken, kırılmış da dökülmüştü. Ve fırtına beni kıyıya attığında öyle güçsüz öyle güçsüzmüşüm ki, kirpiğim düşse eğilip alacak durumda değilmişim. Benim saçlarım çok asidir. Annem küçükken döve döve tarardı; “Saçların da senin kadar aksi ve inat derdi” o arkasını döner dönmez ben kadının emek verdiği örgüleri bir çırpıda çözerdim. Islak saçlarım kurudukça da kabarırdı, saçlarım çok ilgi çekerdi.
Annem bunu hiç affetmedi! Emeğine saygı göstermeyişimi. Ama hiç anlamak da istemedi benim saçlarımdı onlar, diye. Bu bencillik değil aynı bedende ikimizin de söz sahibi olma savaşıydı… İkimiz de kaybettik sonuçta! Ne o istediği gibi örgülü bir kadın yaratabildi, ne ben özgürce dağ bayır dolanabildim. İnsan, zaten olması gerekenle olan arasında sıkışıp kalanmış. O boşluk var ya o boşluk, o sıkışıp kaldığımız. Sanki evrenin en uzun gecesinde kar, boran varmış da, elektrikler yokmuş ve sen hastaymışsın gibi bir şey. Her geçen saniye ise seni daha çok kötüleştiriyormuş gibi. Öyle belirsiz, öyle tekinsiz yani.
İşte bütün bu hastalıklı çocukluğuma rağmen bahar geldi mi, ki bize zor gelirdi. Düşünsene 10 ay nerdeyse kış, canına yandığımın memleketinde. Gelince bir güzel gelirdi ki bahar ve bahar Newroz demekti tam olarak bizler için. Ben Newroz ateşlerini çok severim. Az dayak yemişliğim yoktur onun için. Şimdi bile düşünürüm. Bir çocuk, telefon kablosu gibi sağlam kabloları nasıl kesip, traktörün arka lastiğini alıp, evin damına çıkarıp, ateş yaksın tek başına! Yaptım… Ateş öyle gürdü öyle gürdü ki çok uzaklardan dahi görülüyordu.
Bir kere de köyü askerler basar diye ateş yakmayan babama kafa tutmuş, tokat yedikten sonra ateşi yaktırabilmiştim. Abilerim beni damda bırakıp kaçmıştı ama yaktığım o ateş hala aklımda… Sonra kulağımda onun sesi, kalabalıkmışız, çocuğum hala. Çok güzel ve asi saçları var. “Halkımın umudu” diyor, halayın başında. Newrozları o da çok severdi, bana göz kırpmasından anlamıştım o gün. Büyüdükçe sadece benim için değil milyonlarca insan için bir anlamı olduğunu gördüm o ateşlerin. O da öyle bir ateşi yaktıktan sonra gitmişti. Bir daha ne gören ne de duyan… Keşke abim asıl onu tanısaydı.
Niye anlattım biliyorsun? Nerden bileceksin alla sen. Bilmezsin tabi. Olay şu; Bu yıl milyonlarına aktığı Newroz coşkusunda o akşam halayın başında onunla gözlerimizin buluştuğu o heyecanı yaşadım! Anladım ki bu halkın inanmak, direnmek ve kırk defa da olsa bedel vermek gibi bir kaygısı ve korkusu yok. HAKİKATEN de yok. O ki ona öncü olabilme cesareti ve yol gösterebilme kabiliyeti olsun. Yolunu bulmuş su gibi akıyor. Bu duygu, bütün bana rağmen bile yeniden kavgaya girme cesareti veriyor. Şimdi değil, daha değil daha yolumuz var diyor.
Amara’ya da gittim biliyorsun. Bir halkla kendi kaderini birleştirmiş bir “Adam”ın yollarının kesiştiği bir tarihe denk gelmek ne güzeldi anlatamam. O halkını, halkı onu hak ediyordu. Ve özgürlük en çok onlara yakışıyor sanki. Bir ateş yakmış rivayete göre yıllar önce o da ve yanıyor o ateş hala dağlarda ve ovalarda. Milyonların başında halay çektiği. Bunca yorgun ve yılgınlığıma rağmen insanın bedeni eğiliyor istemsizce. Özgürlüğe bedel vermiş bir halk ve onun önderi önünde.
Bu bir propaganda ise çok azı hak eder bunu emin ol Müzeyyen!