Marx, kapitalizmi “insan dünyasını çözülmeye maruz bırakarak, ayrışmış, birbirine düşmanlaştırılmış bireylerin dünyasına dönüştüren bir sistem” olarak tanımlıyor. Sistem günümüzde toplumunu ayrıştırırken teknik ve ideolojik olarak eli çok güçlü. Nadiren itirazlarla karşılaşabiliyor; daha da önemlisi kimi iç arızalar dışında önemli oranda küresel düzeyde toplumsal rıza üretmiş durumda. Karşısında artık kutupsal bir tehdit de yok; küresel düzeyde dönen gerilimli hikaye ise sadece kapitalistler arası bir rekabetten ibaret. Kapitalistler arası rekabeti, iktidarın sermaye gruplarıyla uyguladığı ajandaların siyasal, sosyal ve kültürel ilişkilere yönelik yansımalarını uzun süreden beri herhangi bir ideolojik projeksiyonla değil ahlaki değişkenlerle; yani iyilik ve kötülük gibi karşıt değer biçimleriyle ayırt etmeye çalışıyoruz. Bunun da ötesinde iyinin giderek eksildiği ve kötünün iyisini seçmeye zorlandığımız sistemik bir şiddete maruz bırakılıyoruz.
Kötünün iyisini seçmeyi ret ediyorum, diyor Karl Kraus. Zira iyi olan gerçekten iyi olmalı; iyi, kötü olandan niteliksel olarak ayırt edici, açık ve görülebilir özelliklere sahip olmalı. Hepimiz politik olanın mutlak anlamda ahlaki olması gibi bir zorunluluk hissediyoruz. Ahlaki olanı iyi veya kötü diye sadeleştirmek bizi rahatlatıyor. Saf kötülük karşısında bizim için politik olanın saf bir iyiliği temsil etmesini bekliyoruz. Saf iyilik arzumuzun arkasındaki motivasyon saf kötülükle yaşamın her alanında boğuşmak zorunda kalmamızdan gıdasını alıyor. Saf kötülüğü her yerde makro ve mikro biçimleriyle inşa eden öznenin iktidar olduğundan şüphe etmiyoruz. Bu işimizi kolaylaştırıyor. Oysa hem iktidarın salt makro bir siyasal egemenle sınırlı tutulması ve mikro iktidar biçimlerinin ihmal edilmesi, hem de kötülüğün bize bulaşan mikroplarına miyop kalmamız bizim için büyük bir yanılgı. Savaş ve mülteciler üzerinden tırmandırılan yeni sağ dalga, siyaset kurumuna yönelik baskı ve saldırılara karşı olan sessizlik zaman zaman muhalefetin kendi içinde haz alarak beslediği polemik ve linç girişimleri yeni bir dönemin değil devam eden dönemin tüm siyasete bulaşmış halidir. Hiçbir iktidarın kötülük repertuarı, sadece kendileriyle sınırlı değildir; tüm iktidarlar her zaman kötülüğü muhalefete ve de topluma bulaştırmayı esas alan stratejilere sahiptir. 2015 sonrası Türkiye’sinde toplum adım adım saf savaş, saf ırkçılık ve saf mezhepçilik gibi kötülüklere çok maruz kaldı. İktidarlaşan bu sosyolojinin zaman geçtikçe kurumsallaştığını, toplum olarak kalabilmenin koşullarını tamamen ortadan kaldıran ve toplum arasında yükselen duvarlarla tedricen kristalleştiğini görüyoruz. Bu sosyolojiyi değiştirmenin zorluğu bir tarafa daha şimdiden karşı bloklara bulaşmış sonuçlarıyla boğuşuyoruz. Bu bakımdan Siyasal İslam’ın iktidardan düştükten “sonrayı” da dizayn edebilecek zengin bir mirası var. Etnik ve dinsel nefret, kimliksel linç, cinsiyetçi övgü ve rövanşist arzular.
Bu kötülüklerin ayak izlerine en çok Schmittyen siyasette rastlayabiliriz. İktidar bloğunun 2015 öncesinde ilan ettiği OHAL ile birlikte dost düşman ikilemiyle icra ettiği siyasal tarz Schmittçi okumaların ürünüdür. Okumaların Schmittyen olması devletin ve iktidarın olağanüstü durum ilan ederek bir düşmana ihtiyaç duymasıyla ilgiliydi. Schmitt için politikanın zirve noktaları düşmanla bir barışın ya da bir anlaşmanın başarıldığı anlar değil, düşmanın tüm somut gerçekliği ile “düşman” olarak tanındığı anlardır. Politikanın temeli diyalog ve uzlaşı değil savaş ve kavgadır. Tayin edici olan her zaman ve sadece çatışmadır; politik olan çatışmaların çözümü değil, çatışmanın ardındaki düşmanlıktır. Schmitt’te siyaset “rekabet” değil “dost-düşman” ikilemine indirgenmiştir. Birlikte koşma anlamına gelen rekabette bir hedef varken düşmanlıkta hedef değil ölüm kalım savaşı vardır. İktidar bloğunun siyasal tüm pratikleri ölüm-kalım savaşından hiçbir farkı yoktur. Küçük bir devlet dairesinde muhalif sendikadan üye olan bir çalışanın varlığı bile beka meselesi olarak görülmüş ve tek bir çalışanı alt etmek için büyük plan ve projeler düşünülmüş ve uygulanmıştır. Schmittçi iktidar bloğunun dost-düşman stratejisi İslamcı fetih anlayışıyla da örtüşmektedir. Fetih anlayışında düşman olarak kodlanan kesimin siyasi, iktisadi ve kültürel niteliklerinin tümüne ya el konulacak ya da yağmalanacaktır. Zira Fetih anlayışı Batı’nın sömürge ve koloni kavramlarıyla aynı bağlama sahiptir.
İktidar bloğunun düşmanı tüm somut gerçekliği ile “düşman” olarak tanımlanmasına rağmen muhalefetin iktidarı hala normal bir siyasal rekabetin öznesi olarak görmesi siyasal şiddetin ömrünü uzatan temel bir olgudur. Daha kötüsü iktidarla uğraşmayıp kendi iç çelişkilerinden, iç polemik ve önyargılarından bir türlü arınamayan geniş bir muhalefet yelpazesi var. Mesela bıraksanız muhalefet bir ay boyunca iktidarı unutup Ahmet Şık’ı konuşabilir. Kaldı ki en tehlikeli önyargılar bir kimliğin veya bir siyasi grubun kendi içinde bilinçli-bilinçsiz beslediği “Biz”in “Bize” yönelik iç önyargıları ve öfkesidir. Başkasına yönelik önyargı ve öfke görünür olduğu için size bir manevra alanı sunar; ancak iç önyargılar ve iç öfke görünmezdir. Bu nedenle hem sizi hem de içinizden çıkarıp dövdüğünüz kişiyi savunmasız bırakır; çünkü düşman muğlaktır. Bu önyargıların bir yüzü yoktur, ya çok yüzlü ya da maskelidir. Sessizce ve sinsice kimliğin veya grubun içinde dolanıp çürütür, ısırır, parçalar, dağıtır, böler ve ilerler. Bu öfke ve önyargılar da diğerleri gibi siyasaldır. Bir amaca dayanır. Bu amaç grubun değil kişilerin menfaatine hizmet eder. Menfaatçidir, başkasını alt etmeyi içerir, gizli bir düşmanlığın eseridir, intikamcıdır. Egemene karşı geliştirilmeyen öfke içerde zayıf ve savunmasız olanı hedefe koyar ve ona yönelir. Egemene karşı boşaltılmayan ve içerde biriken enerji bir çok kişide çeşitli tahribatlar yaratmıştır. Dıştaki eziklik içerde bir düşmanlığa dönüşür. Savunmasız kişilere yapılan muhalefetin riskleri sıfırdır, bu tip muhalefet biçiminden daha konforlu bir muhalefet olamaz. Korkunç tehlikeli bir durumdur bu. Oysa içerisi ön yargıların değil yüz yüze işleyen hakikatin taşıyıcısı, tamamlayanı ve mekanı olmalıdır.
Tüm bu kötülüklere rağmen birbirinin ayağına basmayan bir muhalefet yürüyüşü her zaman mümkündür. Hem gerçekçi olmak hem de gerçeklerin bizleri umutsuz bırakmasına izin vermemek her zaman mümkündür. Kapitalizmin sayısız çelişkilerini bir umut kaynağı, her şeye rağmen insanın iyiliğini ve dayanışmasını gösteren örnekleri bir iyimserlik nedeni, Kürtlerin, emekçilerin, kadınların ve gençlerin direnişini başarmak için somut bir kanıt olarak görebiliriz. Sosyalistlerin sosyalist bir sistem için söyledikleri ve tarihin inatla gösterdiği gibi, direniş ile toplumsal dönüşüm arasında her zaman uzun bir mesafe vardır; ve iyinin, doğrunun, güzelin mümkün olduğuna dair herhangi bir ikna edici, rahatlatıcı olabilecek elimizde bir kanıtımız yok; geçmişe dair direniş kültüründen ve geleceğe dair dimdik ayakta kalan umudumuzdan başka. Ve Lewis’in dediği gibi “insan duyarlılığının muazzam yükselişinden” asla umudumuzu kesmeyeceğiz.