“Kudüs seni unutursam sağ elim de beni unutsun”[i]
Yerkabuğu kırılır, yer sarsılır, yanardağ dilerse buna refleks gösterir. Tüm bunlar doğal bir seyirde oluyorsa ve kıyamet kadar gelişmiş teknoloji zaten elinizin altındaysa sorun öngörülebilirdir, öngörülebilir olan da tedbir alınabilir hatta çözülebilirdir. Bu haliyle bile deprem politiktir; ancak işin içinde tahakküm varsa her şey, depreme giden yol, deprem anı ve sonrası daha politiktir.
Evlerimizin, neden zora girince ortadan kaybolan müteahhitler tarafından yapıldığı, kendi evimizin nerede, nasıl yapıldığına neden bu kadar yabancılaştırıldığımız, nasıl yapıldığını bilsek de neden o yaşanamaz evlerde, binalarda, yaşamak, okumak, çalışmak zorunda bırakıldığımızın cevapları işin özü olsa da… Evler, binalar yerle bir olsun diye yapılamazdır. Saatlerce, günlerce o enkaz altında kaldıktan sonra birinin nefes alarak çıkması da aslında mucize değildir. İnsan elinden çıkmış yapıların altında kalmak ve sağ kurtulmayı beklemek salt metafizik duygularla açıklanamayacak kadar acı-gerçekçidir. Isınmak, barınmak, doymak tüm bunlara insan onuruna yaraşacak şekilde ulaşabiliyor olmak yaşamaya dahildir. Ölüme de borçluyuzdur; insan onuruna yaraşacak şekilde ölmek ve gömülmek “felaket” halinde de olsa taviz verilemeyeceklerdendir.
İşler böyle yürümediğinde yani evler yıkılabilir olduğunda, yıkıntılara insanlar yaşasın diye değil de ölmesi pahasına yeni binalar dikmek, zaten zengin olanları daha zengin yapmak için makinelerle girildiğinde, kalanların donarak, açlıktan ya da susuzluktan ölmesi umursanmadığında, cenazeler günlerce yol kenarlarında bekletildiğinde tutunacak dal, yine dayanışma olur…
Taşıdığı tevazu, nezaket, eşitlik ve özgürlük motivasyonu dayanışmayı, dikey ve tek merkezli olan her şeye karşı üretir. Depremde birileri ölebilirken diğerlerinin yaşam koşulları sebebiyle ölüme karşı korunaklı olması eşitsizdir. Bazı evlerin yıkılabilir bazılarının yıkılamaz olması eşitsizdir. Deprem sonrasında bazılarının yeniden bir ev tutamayacak kadar yoksul olması ama bazılarının o yoksullara milyonlarını ya da maaşlarını bağışlayabiliyor olması eşitsizdir. Hatta deprem bölgelerine gönderilen ihtiyaç poşetlerinin “görevliler” tarafından açılacağı gibi bir kuralı o an tüm kırılganlığıyla ihtiyacı olanı, onun olanı almaya gelene sesini yükselterek söylemek de eşitsizliğe dairdir. Dayanışma ise yardım etmeye, bağış yapmaya, acımaya karşı dili de pratiği de yeniden inşa edendir.
Çünkü 18. yüzyılın ilk yarısının aksine hayırseverlik, iyilikseverlik ya da filantropi pek de iç içe değil artık. Hepsi iki yüzyıl boyunca-aslında binlerce yıl boyunca-iktidar odaklarının ideolojik arka planlarıyla dejenere edildi. Ne Sokrates’in kötülüğü var sayan ama onaylamayan purefilantropisi, ne Rahip Saint Pierre’in zulmederken, savaşırken sevap işlediğini söyleyenlere itiraz edip tutunduğu yardımseverlik kavramı işliyor.[ii] Filantropinin-tüm insan merkezci çağrışımlarına rağmen- önlem almaya çağıran, yaşamın istikrarsızlığını hesaba katarak sürekli bir huzurun imkânını arayan aklı ve eylemi imar düzenlemelerine, güvenlikçi politikaların ruhsuz sitelerine ve hızlı tüketimle gelen zenginliğe kurban edilmiş halde. Sevap ise Hristiyan, Müslüman ya da başka bir inancın iktidarla olan münasebeti ve merhamet mefhumu sebebiyle karmaşık ve pek de “kurtarmayan” bir öğreti olarak güncelliğini sürdürüyor. Meselenin zaten eşitsiz başladığı iknasından sıyrılamıyor.
Arendt sanırım tam da bu sebeple “tarih bize sefaleti seyretmenin insanda ille de acıma duygusunu uyandırmadığını öğretmek için vardır…” diye fısıldıyor. Bu fısıltı kendi gibi olanın acınası hale gelmesinden iğrenmek gibi, Fransız Devriminin, devrimcilerinin acıma duygusu tarafından ele geçirilip başarısız bir devrime sebep oldukları gibi kritik örneklere dayandığından başka türlü düşünebilmeye de alan açıyor.[iii] Topluma ısrarla pompalanan, yoksulluğun, felaketlerin kader olduğu ve bunun faillerinin bir anda kurtarıcı haline getirildiği ezberin acıma duygusuyla olan akrabalığını görmeye çağırıyor.
Tarih, muazzam bir kaynak, insan zihni de alabildiğine esnek… Yine o tarih bugünün harekete geçiren duygusunu tahlil ederken ve dayanışmayı acıma duygusuna kurban etmemeye çalışırken hafızayı ihmal etmemeyi, acıma duygusunun dikeyliğinden, imkânı yok, özgürlüğün çıkmayacağını, yaşanılanları hatırlatarak sunuyor.
“Kudüs seni unutursam sağ elim de beni unutsun” diyenler gibi… Geride kalanlara sağ elinin marifetini ona bakarak, o elin yaptıklarını-yapabileceklerini düşünerek ve bazılarının sağ elini kullanamayışını sorgulayarak karşı-harekete geçebileceklerinin duygusunu taşırıyor. Üstüne bir de yuvalandığımız toprağı, suyu, havayı savunmanın yurtseverlikle bağı, “bizim” için amentü oluşu geliyor akla. Çünkü yurtseverlik, sağ elin marifetine tevazuuyla, nezaketle yaklaşmakla, böylesi bütünleşmiş bir anlamlandırmayı yaratmakla, yerinden ve birlikte örgütlenmekle en azından bu amaçla yola çıkmakla mümkün olabiliyor.
Elbette, ne yaşadığımızı tüm boyutlarıyla idrak edebilecek ne de yas tutmaya başlayacak aşamadayız.
Ama bu yüzyılın sınırsız tüketici aklının bile sandığımız kadar hızlı olmadığını anlayabilecek kadar olan bitenin farkındayız. Galiba yavaşlamakta ısrar edenler-direnenler- sanılandan daha maharetli. Belki de tüm olup biten bunca zaman hız sandığımızın nasıl da büyük bir yalan-gerçekdışılık olduğunun ispatı.
Her neyse… Çağların üzerinden atlanamıyor, her çağ kendini diyalektiğe uygun, iç içe ve sürekli yaşatıyor. Doğa, ona rağmen davranmakta ısrar ettikçe bir anda onlarca yıl öncesini geri getiriyor. O da ısrarla yavaşla diyor.
İşte dayanışmanın büyüsü biraz da bundan. Zamana yayılarak bir hevesin ya da popüler olana hemencecik uyum sağlamanın ötesinde kuruyor kendini. Yaptığı yardım değil ve merhametle tatlandırmıyor olup biteni. Eşit olanı, özgürlüğü yaratacak olanı inşa etmeye çalışıyor. Ne fikri ne eylemi ne de sağlıklı, güvenli, doğal olan yaşamı bir yerden başka bir yere taşıma niyetinde. Tam orada ya da burada, tahakküm depreminin sarstığı, etkilediği neresi varsa, orayı dayanışma alanına dönüştürmeye girişiyor. Sırf hayatta kalmak olarak yaşamayı değil ötesini, dayanışma hali olarak yaşamayı, bunun etiğini de estetiğini de orası ve orada olmaya, orada kalmaya kararlı olanlar kurabiliyor. Haliyle yavaş ve kararlı adımlarla ilerleyen dayanışma yaşatıyor.
[i] Davut’un 137. mezmuru
[ii] Nora Şeni, “İnsan severlik, İnsani Yardım Hareketi ve Müdahale Görevi” içinde Oryantalizm ve Hayırseverliğin İmtihanı, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2009.
[iii] Hannah Arendt, Devrim Üzerine, İstanbul: İletişi Yayınları, 2012
Ruşen Seydaoğlu kimdir?
Avukat. Dicle Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde lisans eğitiminin ardından İstanbul Bilgi Üniversitesi’nde İnsan Hakları Hukuku alanında yüksek lisans yaptı. Selis Kadın Derneği’nde ve Demokratik Toplum Kongresi’nin hukuk çalışmalarında yer aldı. Jineolojî Dergisi yayın kurulu üyesi. Kadınların ve Kürtlerin statü ve hukuk mücadelesine ilişkin çalışıyor, yazılar yazıyor.