Değer kaybeden TL gölgesinde; persona non grata ve can güvenliği!

Değer kaybeden TL gölgesinde; persona non grata ve can güvenliği!

Erdal Doğan

AİHM Büyük Dairesi aylar önce Demirtaş ve Kavala’nın derhal serbest bırakılmasına ve hiçbir maddi ve hukuki delile dayanmayarak hüküm kurulmuş dosyalarının yeniden görülmesine karar vermişti. Bu ihlal kararı yerine getirilmeyince, Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi, Türkiye’nin Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin kararlarını uygulamasını sağlamak adına bir dizi karar ve “geçici kararlar” yayınlamıştı. AİHM kararına rağmen serbest bırakılmayan Osman Kavala ve eski HDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş’la ilgili kararlar açıklanmış ve Ankara’nın talep edilenleri yerine getirmemesi halinde yasal sürecin başlatılacağını resmî kanallarla duyurmuştu. Komite ilk etapta kararların uygulanması için 30 Eylül 2021 tarihine kadar Türkiye’ye süre vermiş ve 30 Kasım-02 Aralık tarihleri arasında gerçekleştireceği toplantıya kadar Selahattin Demirtaş ve Osman Kavala’nın serbest bırakılmasını istiyordu.

18 Ekim 2021 tarihinde de Almanya, Amerika Birleşik Devletleri, Danimarka, Finlandiya, Fransa, Hollanda, İsveç, Kanada, Norveç ve Yeni Zelanda Büyükelçilikleri yaptıkları ortak açıklamada şunları belirtmişlerdi:

“Osman Kavala’nın tutuklanmasının üzerinden dört yıl geçti. Davanın, farklı dosyaların birleştirilmesi ve beraat kararından sonra yeni davaların yaratılması yoluyla sürekli geciktirilmesi, Türk yargı sisteminde demokrasiye saygıyı, hukuk devleti ve şeffaflık ilkelerini gölgelemektedir.

Türkiye’nin uluslararası yükümlülükleriyle ve milli kanunlarıyla uyumlu şekilde, bu davanın adil ve hızlı biçimde sonuçlandırılması gerektiği kanısındayız. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin bu husustaki kararları doğrultusunda Osman Kavala’nın derhal serbest bırakılmasının sağlanması için Türkiye’ye çağrıda bulunuyoruz.”

Bu çağrıya dair gazetecilerin Cumhurbaşkanı Erdoğan’a yönelttikleri soruya karşı verdiği kısa cevapta:
“Söyledim Dışişleri Bakanımıza, bizim bunları ülkemizde ağırlamak gibi bir lüksümüz olamaz” dedi.

23 Ekim günü de Eskişehir’de, toplu açılış töreninde konuşan Erdoğan, hedef aldığı listede bu 10 Elçi yine vardı. 25 Ekim 2021 (bugün) yapılacak Kabine toplantısında da bu elçiler istenmeyen kişiler ( persona non grata ) edilmesi tartışmaları kabinin görüşeceği gündemlerden biri olarak belirlenmişti.

Erdoğan’ın konuşma içeriği ve düzeneği aynen şöyle: “ (…)Selo’nun eşi TV programına çıkıyor. Çocuklarımla masumane oturuyorum diyor. Senin çocukların masumane de, toprak altındaki günahsız vatandaşlarımızın geride bıraktıkları yavruları, Yasin Börü’nün ailesi ne? Onlar masum değil mi? Onlar şu anda anneleri ile beraber masumane yaşıyorlar. Onları nereye koyacaksın. Sen anasın da, Yasin’in anası ana değil mi?
Öbür tarafta yatıp kalkıyorlar, Kavala, Kavala. Kavala dediğin Soros’un Türkiye şubesi. 10 büyükelçi onun için Dışişleri Bakanlığı’na geliyor. Bu ne terbiyesizliktir ya? Siz burayı ne zannediyorsunuz? Burası Türkiye, Türkiye! Burası zannettiğiniz gibi kabile devleti değil, anlı şanlı Türkiye burası. Burada kalkıp da Dışişleri’ne gelip talimat verme gibi bir yola giremezsiniz. Gerekli talimatı ben de Dışişleri Bakanımıza verdim. Ne yapması gerektiğini söyledim. Bu 10 tane büyükelçinin bir an önce istenmeyen adam ilan edilmelerini hemen halledeceksiniz dedim. Zira, bunlar Türkiye’yi tanıyacaklar, anlayacaklar, bilecekler. Türkiye’yi bilmedikleri, anlamadıkları gün burayı terk edecekler.

Sizler zaten bu milletin evladı olarak neyin ne olduğunu biliyorsunuz. Ülkenin derdiyle dertlenmeyince, milletle aynı istikamete bakmayınca gelecek nesillere karşı sorumluluk hissetmeyince, omurga olmayınca böyle her yere dönmek kolaydır.

Bay Kemal bunlarla beraber değil mi? Bay Kemal, Selo aşağı, Selo yukarı diyor. Çünkü beraber yatıp kalkıyorlar, beraber yürüyorlar. Bay Kemal, bizi iyi tanı. Biz senin oturup kalktığın yerde değil, milletimizle oturur milletimizle kalkarız. (…)”

Konu çok basit, hukukun evrensel standartlarını ve özellikle temel hak ve özgürlüklerle ilgili yükümlülüklerin yerine getirilmesine dair yapılan bir çağrı ve içerikleri var. İşin trajedisi ise; Türkiye’nin imza attığı Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ni ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarını Türkiye Cumhuriyeti yasalarından üstün
olduğunu Ak Parti hükümetinin ilk hükümet dönemi olan 2004 yılında Anayasa’da 90. Maddesinde yaptığı değişikle sarih biçimde vurgulamış olmasıdır. Ve tartışmaya açık değildir. Eskiden özgürlükçü hukuk perspektifinden Anayasa hukukunda bu tür sözleşmelerin ulusal anayasa statüsünden daha üstün bir hiyerarşik norma tekabül ettiği düşüncesi ağır basar ve sürekli ileri sürülürdü. Bu anayasal değişiklikle keza bu fikir bir nevi anayasal bir metin olarak Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nda yer almıştır.

Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi ve bu 10 devletin yaptığı talep ve çağrı da; 1951’de Avrupa Konseyi’nin ilk kurucu devletlerinden olan Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne yasal yükümlülüklerine uyulmasına dair yaptıkları bir hatırlatmadır.

Çünkü temel insan hak ve özgürlükleri ulusal koruma mekanizması yanı sıra uluslararası koruma mekanizmalarına dahil olmuştur. Türkiye Cumhuriyeti Devleti bu uluslararası bu koruma mekanizmanın bir parçasıdır. Böylesi bir durumda yani temel insan hakları alanında bu benim milli meselem diyemez. Bunu ABD de diyemez Almanya da veya herhangi bir devlet de! Türkiye de bu devletleri uyulmayan insan hakları uygulamaları hakkında eleştirmek, çağrı yapmak hatta gerekirse yaptırım uygulamak gibi meşru hukuki yetki ve hakkı vardır.

Mesela pek niye bu boyuta geldi? Sanırım gelmesinde ülkede giderek derinleşen yoksulluk, ekonomik, siyasal ve hukuksal krizin çok büyük bir payı var gibi görünüyor.

Yakınlaşan 2023 seçimleri veya olası erken bir seçim öncesi gündem yeniden böyle derin bir milliyetçilik histerisiyle örülüyor gibi.

Türk lirasının dünyada giderek değer kaybının halkı ocağından, aşından , canından vurduğu böylesi bir manzarada halk bu ayrımcı, milliyetçi veya husumet siyasetine kapılıp gider mi hiç sanmam!

Öte yandan Erdoğan’ın konuşmasında yalnızca uygulanmayan hukuk pratikleri iç siyasal malzeme olarak milliyetçilik kampına çekilmiyor. Aynı zamanda Başak Demirtaş’ın dahi Selahattin Demirtaş ile birlikte hedef alınarak kriminalize edici, ayrımcı, kamplaştırıcı husumet politikasına kurban edilmeye çalışılmış. Kemal Kılıçdaroğlu ise çok kez yapıldığı üzere yine unutulmamış..

Sokağı dinlemeyenler, anket sonuçlarına baksalar dahi halkın artık bu husumetli, ayrıştırıcı, ayrımcı ve hedef alıcı politikalara geçmiş zamanlardaki gibi yoğun biçimde teveccüh göstermediğini görmeleri gerekir. Gerekmesine gerekir de burada tehlikeli olan hedef alınan kişilerin yaşam güvencelerinin riske sokuluyor olmasıdır.

Onun dışında halkı, TL’nin döviz karşısında her gün eriyip gitmesinin müsebbibinin hedef alınan Batı olduğuna inandırmak artık çok zor. Aynı şekilde Türkiye’nin gri listeye girme sebebi ile ABD’deki Halk Bankası davasında gelinen aşamanın Batı’nın Türkiye’ye husumetinden kaynaklı olduğuna inandırılması aynı şekilde çok zor.

Tekrar altını çizmek gerekirse; bu ayrımcı, kamplaştırıcı ve nefret içerikli dilin yarattığı en önemli yarattığı kaygı; bu noktadan sonra hedef alınan kişi ve toplulukların can güvenliklerinin tehlike altına sokulmasıdır!