Deklarasyon alerjisi

Deklarasyon alerjisi

Mehmet Nuri Özdemir

HDP Deklarasyonu öncesinde Erdoğan Diyarbakır’da çözüm sürecine yeniden vurgu yapmış, Kılıçdaroğlu ise HDP’ nin Kürt meselesinin çözümünde muhatap olduğunu söyleyerek önemli bir tartışma başlatmıştı. Deklarasyon sonrası CHP’nin tezkereye hayır demesinden sonra siyasal söylem tersine döndü. 24 Haziran genel seçimleri ve 31 Mart yerel seçimlerinde muhafazakar Kürt seçmenin oyunu alabilmek için “HDP’nin CHP’leştiğini” söyleyen Erdoğan, bu sefer denklemi tersten kurarak “CHP’nin HDP’nin kuyruğuna takıldığını” söylemeye başladı. Sonrasında Akşener “HDP’yi PKK’nin yanında konumlandırdığını, Kılıçdaroğlu ise “Kandil denen terör yuvasını yerle yeksan edeceğim” diyerek Kürt meselesinde iktidarla benzeşen söyleme geri döndüler.

Benzeşmeyen deklarasyon rahatsız etti

HDP’nin yayınladığı deklarasyonun herhangi bir bloğa yaslanmadan, egemen öznelliklere karşı demokratik toplumu hedefleyen kurucu bir politikayı esas almasından dolayı her iki bloğun menfaatlerine ve beklentilerine cevap olamadı; bu yüzden her iki blok, Kürt meselesinde geleneksel devlet politikalarına yeniden yönelen bir pozisyon aldılar. HDP’nin kurucu olduğu bir denklemin parçası olarak görünmek onlar için alçaltıcı bir durum gibi algılanmış olabilir; dolayısıyla şimdilik
metnin önerdiği siyaset üzerinden iletişim kurmaya yanaşmadılar.

HDP deklarasyonu politik bir metindi ve bizler bu metnin politik sonuçlarını yaşıyoruz. HDP ve bileşenleri yayınladıkları deklarasyon ile herhangi bir bloğa yedeklenmeyi değil, demokratik bir toplum tahayyülüyle, sahici mutabakatlar üzerine müzakere edilebilecek bir yerde durmayı tercih etti. Bu yer, Kürtlerin kopuştan öte konumunu daha da güçlendireceği, sosyalistlerin, halkı düzen siyasetinin insafına teslim etmemek adına daha fazla demokratik siyasete dahil olabileceği ve kadınların eril zihniyete daha fazla meydan okuyarak tahakkümü alt edebileceği bir politik zeminden başka bir şey değildir.

Bu zemin demokratik toplum idealinin gündelik politikalara ve imtiyazlı grupların öznel çıkarlarına kurban edilemeyeceği bir zemin olmak zorundaydı. Haliyle deklarasyon, müesses nizamın önünde dizilenlerin statükocu tahayyülüne karşı, yeni kurucu öznelliklerin de dahil edilebileceği demokratik bir rejime; gündelik siyasetin taktiksel  oyunlarına değil toplumsal kurtuluş için tutarlı stratejik bir mutabakat üzerine ortaklaşmaya yapılmış bir çağrıydı. Dolayısıyla bu çağrının kurucu karakteri birçok nedenden dolayı hem iktidarı hem de muhalefeti rahatsız etti.

Yapay gündemlerle uzlaşan düzen siyaseti

Toplumun devasa sorunları dururken yapay gündemlerin peşinden giden geleneksel siyaset biçimi, dönüp dolaşıp yeniden 19. ve 20. yüzyıl milliyetçiliğine sığınıyor; zira milliyetçi siyaset, belli bir elitin menfaatlerinin dışında başka bir işe yaramamasına rağmen düzenin siyasal aktörleri için maliyetsiz ve kolay bir yol olduğu için her zaman kolaylıkla sığınılan bir liman olabiliyor. Ancak her iki bloğun gerçekçi ve çözüm üreten politikaları ıskalayarak yapay ve çözümsüzlük üreten sorunlar üzerine rekabet etmeleri toplumsal sorunları önemsiz hale getirmiyor ya da iktidarıyla, muhalefetiyle icra edilen bu rekabetçi otoriter popülizm sorunları kimseye unutturmuyor. Sonuçta 2015 yılından beri radikal milliyetçi ve dinci grupların siyasetiyle yönetilen ülkenin geldiği noktada, ekonominin baş aşağı gitmesi, yoksulluğun büyümesi, Kürt meselesi başta olmak üzere diğer meselelerde siyaset kurumunun çözümsüzlüğe ve kaosa sıkışması, dış politikada kof bir yalnızlık ve genel olarak öngörülemez bir siyasal rejim var ortada.

Bu sonuçları sağ ideolojiye ve onun taşıyıcısı konumunda olan partilere borçluyuz; eğer kaybetmenin, gerilemenin, yoksullaşma ve yalnızlaşmanın arka planında sağ strateji varsa mantıksal olarak muhalefetin bu perspektiften daha farklı bir pencereden siyasete bakması gerekmez miydi? Lakin muhalefet çoğu zaman en az iktidar kadar irrasyonel davranabiliyor ve adeta iktidar gibi dünyaya sağdan bakan bir siyaset yapmakta ısrarcı olabiliyor. Bu da değişime susamış kitleleri yeniden umutsuzluğa sürükleyen bir etki yaratıyor.

Muhalefet sosyal medya ve diğer basın araçları yoluyla rakiplerinin hastalık videoları veya kaset savaşları ile yıpratılmasından medet umuyor; bir buçuk milyon insanın örgüt üyeliğinden yargılanması, kleptokrasi, nepotizm, hapishanelerin dolup taşması, hukukun askıya alınması, 150 bin insanın işinden atılması, aşırı kadrolaşma ve liyakatın ayaklar altına alınması gibi gerçek siyasal olaylar hakiki bir siyaset için yetmiyor ki Erdoğan’ın ve Fahrettin Altun’un hastalığından medet umuluyor. Ekonomik daralma, ülkenin hızla batı demokrasilerinden uzaklaşılması, Suriye bataklığına saplanılması, iki büyük stratejik güç arasında hareket edemez hale gelmesi ve Kürtlerin güvenlik politikalarıyla yeniden
kopuşa sürüklenmesi genel siyasetin rekabet konusu olamıyor ama kimin kiminle kahvaltı yaptığı, kimin hangi marka ayakkabı giydiği çok önemli olabiliyor.

Daha samimi ve gerçekçi meselelere sırtını dönerek kitleleri bu yapay ve özel gündemlere meşgul ederek kendilerini kurtarıcı haline getirmeyi düşünmek büyük bir yanılgıdır. Buna muhalefetin son zamanlarda kullandığı bireysel dilini, emir kipiyle kurulan siyasal söylemini ve şimdiden iktidar konumlarını pay etmeye başlayan gündemlerini eklediğimizde bu sonuçlar muhalefete büyük kaybettirebilir; çünkü seçmeni siyasetin ve otoritenin rehinesi haline getiren her siyasal akıl yine aynı seçmenin iradesiyle alt edildiğine dair dünyada bir çok örnek var.

Muhalefet benzeştiği için kopan seçmeni kapıda bekletiyor

İktidarın 2015’ten beri sürdürdüğü OHAL rejiminin yarattığı şiddet ortadayken muhalefetin bu şiddete paralel bir arzuyu taşıması, son anketlere bakarak kapıldığı erken şımarıklık ve kibir kitlelerin muhalefete yönelik hem şüphelerini arttırdı hem de muhalefete dair kimi öngörüler de doğrulanmış oldu. Hatırı sayılır bir kesim, Millet ittifakının statükocu olduğunu ve son kertede geleneksel devlet paradigmasına geri dönebileceğini öngörüyordu. Muhalefet ne kadar farkındadır, onu bilemeyiz, ama statükoculuğa dair bu öngörü, geleneksel siyasal kodlara yeniden yapılan dönüşle pekiştirilmiş oldu; daha da önemlisi bu dönüş, AKP’den kopmalarına rağmen hala kararsız kalan milyonlarca seçmeni kararsızlıkta çakılı bırakıyor; muhalefet, benzeşen siyasete eklemlenmekle kararsız seçmenlere ilginç bir şekilde kapılarını kapatmış oluyor.

Mantıken bakarsak, iktidardan kopan bir seçmenin mevcut politikaları onaylamadığı için kopmuş olabileceğini düşünürüz; şüphesiz seçmenin Kürtlere daha fazla baskı uygulansın, daha büyük bir savaş başlatılsın ya da dış politikada daha fazla düşman olsun diye koptuğunu söylemek gerçekçi bir yorum olmaz. Muhtemelen seçmen, bu politikaları artık gereksiz görmeye başladığını, hakikatin bu politikalarla maniple edildiğini ve iktidarın sorunlara artık çözüm geliştiremediğini düşünmüş ki ona göre de tercihini değiştirmiştir. Fakat seçmenin muhalefet lehine bir değişim hamlesi yapmasına rağmen muhalefetin iktidara benzeşen geleneksel pratiklere yeniden dönerek tuhaf bir biçimde iktidardan kopan seçmeni görmezden gelen irrasyonel bir yolu tercih etmesinden daha absürt bir siyaset olamaz.

HDP’nin stratejik rolünü zayıflatma

Karşımızda toplumsal ve siyasal sorunları 19. ve 20 yüzyıl milliyetçiliği ile çözebilmeyi uman bir iktidar ve onunla bu konuda rekabet eden bir ana muhalefet var. Aynı politik motivasyonla siyaset yapmaları onları büyük oranda benzeştirse de çoğu zaman bundan rahatsız olmadıkları anlaşılıyor. Her iki blok ağırlıklı olarak sağa yığılan oy kümesi üzerinden güç savaşı yürütüyor; bu güç savaşlarının motoru ise Kürt Meselesidir.

Kürt Meselesinden devşirilen şiddet ve korku istisnai durumların yakıtıdır. Buradan hareketle sağ oylar üzerinden kurulan güç savaşları, Kürt meselesinin Türk siyasetinde yeterince rekabet konusu olmasını engelleyen bir perde görevi gördüğünü söylemek mümkün. Türkiye’de geleneksel devlet politikasından bağımsız, özerk, özgün parti siyasetinin kurumsallaşması hala başarısızlığa uğruyor. HDP’nin böyle bir siyasi profille hareket ederek toplumcu siyasetin temsilcisi olmak gibi bir iddianın taşıyıcısı olduğunu düşündüğümüzde, benzeşen hakim siyasal aklın şiddette çağrı yapan bu son çıkışını, HDP’nin stratejik rolünün altını oymaya yönelik devletçi bir müdahale olarak da okumak mümkün.

İki blok da bu sert çıkışlarla Kürt meselesinde devlet cephesinde bir “muhatapsızlık kaosu” yaratarak HDP’ye diz çöktürmek istiyor ve farklı bir yol ve söylem kuran partiyi kendine yedekleme çabası ile hareket ediyor. Her iki blok da HDP’yi kendi politikalarına ikna etmek için “şiddeti” kurucu bir unsur olarak çağıran stratejiye gönderme yaparak bu denkleme razı etmeye ve mevcut siyasetsizliğin bir parçası haline getirmeye çalışıyor. Bu istikrarsız çıkışlara bakıldığında her iki bloğun da amacının temel meseleleri çözmeyi arzulayan ve toplumun ortak geleceğini dert eden kalıcı stratejik hedefler olmadığı; asıl hedeflerinin seçim odaklı olup Kürt oylarını bir şekilde alabilmenin taktiksel oyunları olduğu anlaşılıyor.

Üçüncü yolun kaçınılmazlığı

Bu son çıkışlardan da anlaşılacağı üzere belli ki Millet ittifakının bilinçaltında iktidarın etnik ve dini milliyetçiliğini devralıp yeniden statükoculuğa monte ederek sistemi basit müdahalelerle revize etme fikriyatı hakim; kısacası demokrasiyi ve toplumsal barışı arka plana iten ve iktidarla örtüşen bir performans ve iktidarın motivasyonundan farklı olmayan bir muhalefet öznelliği söz konusu. Bu durumda mevcut haliyle sistemi yeniden cilalayarak toplumun rıza göstermesini talep eden bu istikrarsız siyasetten beklenti içinde olmak sadece zaman kaybıdır.

Bu bağlamda HDP’nin önünde her zamankinden daha fazla olası bir yeni iktidarın ortağı olmaya gidebilecek siyasal alan açılmıştır. Bu yönüyle üçüncü ittifak çalışmalarına ağırlık verilerek cesur bir siyaset ile demokrasi bloğunu güçlendiren geniş söylemsel kurucu bir strateji doğrultusunda bir üst aşamaya geçmek artık kaçınılmaz hale gelmiştir; zira benzeşen siyasete alternatif olabilecek tek hat üçüncü yol siyasetidir ve bu realite hayati önemdedir. Değişen dünya siyaseti ile örtüşen akıl da
buradan beslenmektedir; dolayısıyla adalet, hukuk ve demokrasi talebini, Kürt Meselesi ve bölgesel barış ile iç içe geçirmeyi başaran kuşatıcı bir politika, kitlelerden büyük destek alabilir; mevcut geleneksel siyasal akıl ile örtüşmeyen, topluma ve halklara yeni bir şey söyleyen bir siyasal akıl, toplumu da geleceği de kazanabilme potansiyeli taşımaktadır.

Sonuç

Türk tipi siyasi iktidarlar milliyetçi ve devletçi angajmandan kurtulamadığı sürece normalleşemeyeceği gibi toplumun sorunlarına da yabancı kalarak hamasi siyaset ile rant elde etmeyi sürdürecektir. Muhalif partiler de, hizayı bozmamak adına iktidarlara benzeşen öngörülemez politikaların peşinden sürüklendikleri sürece başarılı olamazlar; zira dünya deneyimlerinden de anlaşılacağı üzere, siyasi istikrarsızlıklar halkı otoriter rejimlere daha fazla bağımlı hale getiriyor; muhalefet partileri sosyolojik olarak güçlü olsalar bile bağımlı bir politika sürdürdüklerinden dolayı istikrarsızlığın ve otoriterleşen siyasetin sorumlusu olmaktan kurtulamazlar.

Deklarasyon sonrası her iki bloğun eş zamanlı yeniden radikalleşmesi, işler istedikleri gibi gitmediğinde her an şiddeti bir tehdit unsuru olarak demokratik siyasetin tepesinde tutabileceklerini ve buradan hareketle gerçek bir demokratik dönüşüm konusunda samimiyetlerinin sorgulanmasını zorunlu kılıyor; özellikle muhalefetin yüz seksen derecelik dönüşü deklarasyon öncesi stratejinin diğer yüzü olarak okumak mümkün.

Burada umutsuzluğa kapılmamak gerekiyor; aksine gelecek adına riskleri görmezden gelen içi boş umutlardan korkmak lazım; dolayısıyla mevcut muhalefet ile geleceğin bir daha kaybedileceğini şimdiden öngören reel karamsarlıkla hareket edildiği için ve bunu şimdiden değiştirebilecek bir şansa sahip olunduğu için aslında umutlu olmak lazım. Düzen siyaseti krizde ve toplum her zamankinden daha haklı, dolayısıyla her iki bloğun toplumu yeniden soyut bir kavgaya ve yanlışa sürükleme siyasetine hayır demek en rasyonel olan yoldur. Meseleye bu pencereden bakıldığında Kürtlerin, Sosyalistlerin, kadınların ve radikal-liberal demokratların büyük bir sorumlulukla karşı karşıya olduğu görülüyor. Bu durumda iktidara benzeşen muhalefet bloğu karşısında HDP’nin elinde kalan tek şey üçüncü yol siyasetini daha fazla güçlendirmektir.

Benzeşen siyasetin yarattığı “siyasetsizlik” karşısında üçüncü yol siyasetini yeniden tahkim ederek bu fırsatı doğru icra etmek demokratik siyaset açısından toplumsal bir sorumluluk, ahlaki ve politik açıdan bir görev olarak duruyor.