Demirtaş geçen hafta T24’ten Murat Sabuncu’ ya bir röportaj verdi.[2] Röportaj Kürt meselesinin siyasal yollardan çözümüne dair Demirtaş’ın daha önce yazdığı yazıların ve verdiği mülakatların devamı niteliğinde olmasına rağmen kamuoyuna ağırlıklı olarak “Demirtaş’tan silah bırakma çağrısı” şeklinde yansıdı. Röportajdan hemen sonra çeşitli yazılar yazıldı; ayrıca sosyal medyada ve diğer mecralarda Demirtaş’a yönelik eleştiriler, övgü ve sövgüler aynı anda yağmaya başladı.
Röportajın hızlıca karşılık bulmasının iki nedeni olabilir. Birincisi toplumun önemli bir kesiminin ülkenin birçok sorununu domine eden Kürt meselesinin barışçıl yollarla çözülmesine yönelik beklenti içinde olması ve barışa dair en küçük şansı değerlendirmek istemesi; ikincisi farklı tekniklerle güncellenmiş ve inceltilmiş tuzaklarla her zaman faal olan bir kesimin Kürt barışını, barışın dinamiklerini ve muhataplarını manipüle etmeye ayarlanmış mesaisidir. Demirtaş’ın son röportajı, bir taraftan barışa yönelik kamusal bir tartışmanın önünü açarken, diğer taraftan Kürt siyasal hareketinin yıllardır karşı karşıya kaldığı anlam-bağlam manipülasyonunun güncel versiyonuydu. Bu yazı Demirtaş’ın söylemlerinin bir kısmının kırpılıp manşetlenmesi, ama bağlantılı olan diğer kısımlarının görmezden gelinmesi üzerine olacak.
Birkaç soru sorarak başlayalım: Demirtaş bu röportajda gerçekten neyi anlatmak istemişti, bahsedildiği gibi PKK’ye silah bırakma çağrısı mı yaptı, yoksa başka bir şey mi söyledi; karşımızda silah bırakma çağrısı yapmanın yol ve yöntemlerini bilmeyen, konjonktüre uzak, savaş ve barış dinamiklerini denkleme katmayan acemi bir siyasetçi mi vardı, yoksa söylemleri manipüle edilerek bağlamından mı çıkarıldı? Bu sorulara cevap bulmak için Demirtaş ile yapılan röportajın gündemi kuşatan kısmını, tane tane, bir kez daha birlikte okuyarak, daha önce yazdığı kimi yazılara ve açıklamalara referansla anlam-bağlam ilişkisine yeniden göz atalım.
Gazeteci Murat Sabuncu Demirtaş’ın daha önce yazdığı bir yazısından alıntı yaparak soruyor:
‘Siyasetin ve şiddetin bir arada olamayacağını bizim de bildiğimizi, bütün sorunlarımıza Türkiye’nin bütünlüğü içinde çözüm aradığımızı ve onurlu bir barış için ciddiyetle çalıştığımızı tüm Türkiye’ye en uygun dille, söylemle anlatmamız gerekir.’ diyorsunuz.[3] Gazeteci Sabuncu Demirtaş’tan yaptığı bu alıntıdan hemen sonra, soru arasında şöyle bir çıkarımda bulunuyor: “Bu cümlenizden yalnızca parmakların tetikten çekilmesi değil silahlara veda da anlaşılıyor.” ve sorusunu soruyor.“ Çağrınızın muhataplarından biri devlet ise diğeri de PKK’ mi? PKK artık silahlara veda demeli mi?” Demirtaş ise cevaben ve öncelikle “Evet, devlet de PKK de sorunu artık şiddet zemininin dışına çıkarmak zorundadır.” diyerek şiddet olgusunu bir bütünlük içinde değerlendiriyor ve devam ediyor: “Ben mümkünse PKK’nin Türkiye’ye karşı silahları tümden susturmasını, bırakmasını isterim.” dedikten hemen sonra şunu ekliyor: “Ancak ve ne yazık ki ortada iki temel engel var, bunları da herkesin bilmesi lazım.”
Demirtaş’ın “herkesin bilmesi lazım” dediği ve özellikle dikkat çekmeye çalıştığı iki temel “engel” basında ve kamuoyunda bypass ediliyor ve böylece bağlamından koparılmış olan “Ben mümkünse PKK’nin Türkiye’ye karşı silahları tümden susturmasını, bırakmasını isterim” söylemi üzerinden bir tartışma ve manşetleme devreye giriyor. Peki, “bunun ne zararı var?” diye sorabilirsiniz. Çok haklı bir soru. Bu soruya Demirtaş daha önce zararı olmadığı gibi yararı da olmadığını, dahası sonuç alıcı olamayacağını defalarca söylemişti. Mesela 15 Temmuz 2015’te Fatih Altaylı’yla yaptığı bir röportajda ‘Bizim çağrımıza kalmış olsa, sabah kalkar akşama kadar çağrı yaparım. Çağrıyla olacak iş değil’ diyor.
Peki, neydi Demirtaş’ın bypass edilen “herkesin bilmesi lazım” dediği ve silah bırakmanın ön koşulu olarak öne sürdüğü engeller? Demirtaş’ tan dinleyelim: “İlki, hükümet askeri operasyon dışında hiçbir seçeneği devreye koymuyor, tartışmıyor, silahta ısrar ediyor.” Demirtaş burada iktidarın şiddet stratejisini ve şiddet dışında siyasal seçeneklerin olmamasını eleştiriyor ve şunu ekliyor: “Oysa biz PKK’nin ikna edilmesi gerektiğini savunuyoruz.” İktidarın şiddetine rağmen Demirtaş PKK’yi ikna etmek için de yine başka bir engele işaret ediyor. İkinci engel de şu: “Burada da ikinci engel çıkıyor, o da İmralı tecrididir. Çünkü PKK’yi ikna edebilecek kişi Öcalan’dır, onu da yıllardır tecritte tutuyorlar.” diyerek silah bırakma çağrısı için Öcalan’ı adres gösteriyor.
Demirtaş söyleşinin bu kısmında iktidarın şiddet stratejisindeki ısrarı ve İmralı tecridini, silah bırakma çağrısının önünde duran iki temel engel olarak tarifliyor ve bu iki temel engeli silah bırakma çağrısının ön koşulu olarak görüyor. Demirtaş’a göre eğer iktidarın şiddet stratejisi durdurulup tecride son verilirse silah bırakma çağrısı da daha kolay ve sonuç alıcı olacaktır; ve ekliyor: “bu engellere rağmen, PKK silahlarını susturursa bundan mutlu olurum” diyor ve devamında: “ama deneyimlerimiz, bunun kolay olmadığını gösterdi maalesef” diyerek bu şekilde mesafe alınmasının zorluğuna gönderme yapıyor.
Sabuncu sormaya devam ediyor: ”Türkiye sınırlarının içinde ve dışında çatışma durumuna dair en etkili barış kurucu aktör Öcalan’dır’ diye bir yazınız var. “[4]“İktidarın Öcalan ile görüşerek seçimlere doğru bir ‘avantaj’ yakalamaya çalışacağına dair spekülasyonlar yapılıyor. Nasıl bakıyorsunuz?” Demirtaş bu soruyu da “Hükümet silahların susması için Öcalan ile görüşürse doğru bir şey yapmış olur. Bu ülkenin evlatlarının canlarını kurtarmak, kimsenin karşı koyacağı bir şey olamaz.” diye yanıtlıyor ve barışın güncel siyasal hedeflere kurban edilebilecek konjonktürel bir olgu olmadığını bir kez daha belirtmiş oluyor.
Demirtaş’ın yukarıda bir bölümünü birlikte okuduğumuz bu siyasal yorum, analiz ve önerileri, sanki önceden hazırlanmış, özel bir “silah bırakma çağrısı” gibi basına ve kamuoyuna lanse edildi. Daha açık bir ifadeyle, Demirtaş’ın silah bırakmanın ön koşulu olarak devletin güvenlik paradigmasındaki ısrarı ve Öcalan’ın silah bırakma ve barış konusundaki belirleyici rolüne yönelik yaptığı vurgu göz ardı edilerek basın ve medyada “Demirtaş silah çağrısı yaptı.” gibi bir rüzgar estirildi. Farklı mahallelerden olmasına rağmen birçok kesim, Demirtaş’ın bahsettiği silah bırakmanın önündeki “engelleri” göz ardı ederek, söyleşinin sadece belli bölümlerini referans alıp kendine göre bir gündem oluşturmak istedi. Oysa Kürt hareketinin siyasal geleneğine biraz dönüp bakılırsa silah bırakma çağrılarının nasıl yapıldığı hemen görülecektir; 2013 Newroz’unu hatırlayalım! Fakat birileri bu hakikati bilmesine rağmen bu meseleyi bu şekilde tartışmak istedi ve gündemleştirdi.
Bazen anlamı bükmek için bağlamı değiştirirsiniz. Demirtaş’ın son röportajında da istenilen anlamın çıkarılması için bağlamın sapmasına ihtiyaç duyuldu. Özellikle Demirtaş’ın silah bırakma meselesinde daha önce de Öcalan’ı defalarca adres göstermesine rağmen, bu işin ısrarla kendisine yaptırılmak istenmesi ve bu şekilde bir kamuoyu oluşturma çabasının sorunlu bir pratik olduğunu belirtelim. Bahsettiğimiz atmosferi barış çabası olarak görenler olduğu gibi, uzun süredir Demirtaş şahsında barışın ve müzakere tekniklerinin bilinçli bir şekilde manipüle etmek isteyenlerin olduğunu hepimiz görüyoruz. Bu şekilde bir kamuoyu oluşturma çabasının hangi amaca ve hangi barışa hizmet edeceği sorgulamamız gereken bir mesele olarak ortada duruyor.
Demirtaş’ın her hamlesi dikkat çekiyor ve maalesef birçok siyasetçi ve birçok lider gibi manipüle de edilebiliyor. Demirtaş’ın siyaset tarzını bilenler bilir, birçok açıklamasında olduğu gibi son röportajında da yine önerilerini, gözlemlerini ve politik mücadele hattının savunmasını yapıyor; bu politik hattın bir gereği olarak kalıcı bir barışın sağlanması için silahlara veda edilmesini ve insanların ölmemesini de istiyor… Ama bu nasıl olacak ve gerçeklik payı nedir? Saha gerçekliği isteklerimizin çok ötesinde bir gerçeğe işaret ediyor. Demirtaş’ın röportajı ve daha önceki söylemlerinin genel bağlamı bu barış arzusunu taşıdığı gibi, aslında daha çok meselenin arzu, istek veya özlemlerin ötesinde, somut bir “gerçekliğe” denk düştüğünü izah etmeye çalışıyor. Demirtaş’ın dikkat çektiği gerçeklik son röportajında silah bırakma meselesinin önündeki “engeller” olarak tanımlanıyor. O engeller aşılmazsa barış gelmez diyor.
Demirtaş hapishaneden gündem belirleyen ve iktidarın tüm baskılarına karşı tavrından ve direniş biçiminden taviz vermeyen bir Kürt siyasetçisi. Bir taraftan iktidara ve iktidarın pratiklerine net bir tavır geliştirirken diğer taraftan muhalefete oyun kurabileceği bir siyasal alan açmaya çalışıyor; önerilerini eleştirel bir tutumla besleyerek siyasal pratikleri toplumun savunusu bağlamında düzeltmeye ve ayaklarının üzerine oturtmaya çalışıyor. Demirtaş iktidara ve muhalefete yönelik, kendisine has söylem, argüman veya siyasal terminoloji ile siyaset üretirken kaynağını üçüncü bir siyasal hattan, yani partisinin teorik ve pratik mücadele hattından alıyor. Son röportajında belirttiği üzere partisinin üçüncü yol perspektifinden hareketle her iki siyasal bloğu aynı yere koymuyor; her iki bloktan daha farklı ve daha geniş bir çerçeveden meseleye bakarak kurucu bir siyasetin hatlarını örmeye çalışıyor.
Demirtaş’ın kullandığı argümanlar ve eylemsel öneriler (Çanakkale mezarlığı gibi) her zaman karşılık bulamayabilir ama bu öneriler Demirtaş’ın Kürt barışı ile ilgili sadakatini sorgulamaya açabilecek gerekçeler olamaz. Kaldı ki kendisini halkına ve halklara karşı borçlu hisseden Demirtaş gibi bir siyasetçinin barıştan, çözümden bahsetmesi kadar daha doğal ne olabilir ki? Demirtaş her gün ketılden bahsedecek değil elbette. Evet, yaşamak ve umutlanmak için bazen gülümsemek de gerekiyor, Demirtaş ince zekasıyla bizi çoğu zaman güldürebilen bir siyasetçi; ancak aynı Demirtaş ülkenin ağır sorunları konusunda sürekli akıl yürüten, tartışan ve tartıştıran bir siyasetçi. Ülkenin genel gündeminden kopmadan çıkış yolu arıyor, farklı kesimlerle mektuplaşıyor, elindeki tek iletişim yolunu hakikat için kullanıyor. Demirtaş görevini yapıyor, belki de ahlaken ve vicdanen daha fazlasını yapmak istediği için zaman zaman hataya ve yanlışa düşüp eleştiriliyor. Fakat eleştirilmekten korkmuyor; kamusal alanda konuşmanın tartışmanın ve siyasal yolların önemini her halükarda dile getirerek bir siyasetçi olarak her koşulda üretiyor, direniyor ve umut vererek demokratik siyaset mevzisini savunuyor. Olması gereken de bu olsa gerek. Aslında demokrasi, eşitlik ve özgürlük isteyen herkes kendisini bir siyasal kolektivizmin aktivisti gibi, meselenin öz ve öz sahibi gibi hissederek yanlışı, eksiği düzeltme sorumluluğunu kendisinde hissetmesi gerekiyor. Bu da siyasete geniş bir pencereden bakmayı zorunlu kılıyor. Zira konjonktürün baskısıyla değil ancak ve ancak süreçlerin toplamına bakarak ve ortak gelecek tahayyülüne odaklanarak demokratik toplum hedefine ulaşılabilir.
Genel olarak Demirtaş’ın ve partisinin politik merkezinde Kürt meselesinin çözümü ve barış var. Barış ve çözüm meselesi Demirtaş ve Kürt hareketi için stratejik bir mesele; dahası barışın Kürt tarafı için ontolojik bir bağlamı var. Demirtaş bu eksende kalarak HDP’nin, Kürt halkının ve demokratik siyasetin savunusunu iç içe yapıyor. Kişisel olarak yaptığı hukuki savunmaları da bu mücadele hattı üzerine kuruyor.
Barış bir heves değil, bir oyun hiç değildir, bir mücadele-müzakere alanı, haliyle stratejik bir direniş mevzisidir barış. Eğer bir barış olacaksa eskisinden daha etkili yöntemlerle daha kalıcı sonuçlar alınmak zorunda. Buna olası barışın temel ilkesi olarak bakabiliriz. Siyasal yapıların ve politika yapıcıların söylediklerini manipüle ederek, kendine göre anlamlar üretmek için bağlamı değiştirerek barış gelmez. Bu nedenle Kürt barışı geniş bir coğrafyayı, büyük bir nüfusu ve birçok dinamiği bağlayan bölgesel bir sorun olarak ciddiyetle yaklaşılması gereken bir mesele olduğunu akılda tutmak gerekiyor.
Sonuç olarak maalesef siyasetin, basın ve medyanın en çok başvurduğu yol, olayları ve olguları bağlamından koparıp manipüle etmek. Demirtaş’ın söylemlerinin, temsil ettiği halk gibi, savunduğu parti gibi manipüle edilmesi dikkatle takip edilmesi gereken bir durum. Şayet bu takip hem Demirtaş’ın kendisi hem de partisi tarafından birbirini tamamlayacak şekilde yapılmazsa bahsedilen riskler büyüyerek devam eder. Bizler de demokrasiye, barışa ve ortak mücadeleye inanan kesimler olarak barışa giden yolun taşlarını samimice örülmesi için biraz daha dikkatle ve sorumlulukla yaklaşmak zorundayız.
Elbette ulus devletin epistemolojisi ile zehirlenmiş, batının egemenlik üzerine bina edilen sömürgeci bilme biçimlerinden kurtulamamış Türkçülüğün ne Öcalan’ı, ne Demirtaş’ı ne de Kürtleri anlama gibi bir derdi olamaz. Aynı kaplardan beslenen, bütünü görmeyen ve mikro iktidar alanlarını korumak için bütün ülkeyi su altında bırakacak kadar gözü dönmüş kesimlerden mesafe almaları beklenemez. Bu tip kişilikler maalesef kendi karşıtını da hızla oluşturup siyaseti şiddetin bir aparatı haline getirmekte çok mahirdirler. Aklı başında olan herkes Kürt meselesinin şiddet ile değil siyaset ile çözülmesi gerektiğini söyler. Ancak siyaset şiddet kadar yıkıcı olursa barış hayal olur.