Güney Anadolu depremi hangi şeyleri ortaya koydu diye sorulsa, Türkiye’nin geri bir ülke olduğunu ilk sıraya yazardım. Sonra devlet aygıtının zayıf ve aciz halini. Ardından AKP isimli partinin ve liderinin devlete hiç de hakim olamadığını. Liste uzayıp giderdi. Ama “geri ülke” ve “zayıf devlet” nitelemesi diğerlerinin üzerine yoğun gölgesini daima düşürürdü. O halde listeyi uzatmadan, şimdilik Türkiye’nin geriliği ve devletin zayıflığı üzerinde durmakla yetinelim.
Geriliğin ürünü olan düşük inşaat standartlarının kurbanı binlerce insan, çimento cürufu içinde ölüp gitti. Muhtemelen hayat boyu çalışarak güçlükle edinilen konutlar 30 saniyecik içinde heba oldu. Bu binalar için harcanan canlı emek de bir anda uçup gitti. Zaten ülkenin geri karakteri kendisini emek gücünün insafsızca ağır koşullarda sömürülmesi kadar, işgücünün yarattığı değerlerin de özensizce saçılıp savrulmasında her zaman göstermiştir.
Türkiye geri bir ülkedir! Fakat milli gelir düzeyine, sermaye birikim hacmine ve vasıflı iş gücü sayısına bakarsak, deprem felaketleriyle baş etmesi pekala mümkündü. 40 milyar dolara ulaşan ve sadece depremlere hazırlık için kullanılması gereken “deprem vergisi” de haydi haydi yeterli olabilirdi.
Üstelik Türk sermaye sınıfı ve devletinin araç gereç stoku kısmen eskimiş olsa da sadece Avrupa’nın değil, dünyanın bile en büyükleri arasında. Ulaştırma ve iletişim ağı da fena değil. Diğer yandan “geri karakterli” Şili, Endonezya, Malezya gibi ülkelerin depremlerin yıkıcı sonuçlarıyla etkili mücadelesi de Türkiye’ye örnek olabilirdi.
Bu olgulara rağmen, deprem tehlikesine karşı tedbir alınmamasını sadece AKP iktidarının yanlış politikalarına, beceriksizliklerine ve sınıf tercihlerine bağlamak eksik bir değerlendirme olur.
Elbette AKP iktidarının izlediği politikalar hangi alanda olursa olsun temsil ettiği sınıfın, partinin ve liderinin çıkarını öncelikle gözetmeyi esas almıştır. Bu çıkarlar için bürokratik gelenekleri, devlet kurumlarının işlevini, bozduğu yasa ve yerleşik kuralları acımasızca ve utanmazca çiğnediği de bir gerçeklik.
Zaten böyle bir iktidardan, partisinden ve liderinden deprem tehlikesine derman olacak tedbir alması beklenemez. Tam tersine izlediği politikalar, deprem hazırlıklarını engellemiş, geciktirmiş, yolundan saptırmıştır. İşi o dereceye vardırmışlardır ki yerleşik standartların çok altındaki inşaatları teşvik etmekle kalmayıp çürük-çarık konut yığınlarına af bahşederek, deprem felaketinin boyutlarının genişlemesine neden olmuşlardır.
Fakat AKP’nin politikalarının ötesinde daha derinde, iktisadi ve siyasi olgular var. Bu olguların kesiştiği yer devlet mekanizması. O halde bu mekanizmaya göz atmalıyız.
Devlet mekanizması ve AKP
Türkiye’nin geri karakteri kaçınılmaz biçimde devletin de maddi imkanlarını, harekete geçme yeteneğini, bürokrasisinin niteliğini ve gaddar şiddetinin düzeyini vs. belirlemiştir. Ülkenin geri karakteri, sermaye sınıfının endişelerinden, korkularından başka şeyleri mesela toplumun özgürlük özlemlerini devletin dert edip, demokratikleşmesine imkan vermemiştir.
Zaten sermaye sınıfımız da geridir ve 80 milyonluk nüfus ve buna eklenen 10 milyonluk göçmenin yaşam koşullarını (bir bakıma emeğin kendisini yeniden üretmesini) iyileştirmeye tahammülü de parası da yoktur! Burjuva sınıfımızın hak ve çıkarlarını korumayı temel vazifesi olarak benimseyen devletimizin ise en iyi bildiği şey, şiddeti hayli yüksek zor gücüyle toplumu zapturapt altına almaktır. Diğer yandan demokratik alanın genişlemesine, sadece işçi sınıfı mücadelesi yükseldiği zaman izin vermek zorunda kalması da devletin zayıflığının da en önemli kanıtıdır.
Devlet aygıtımızın toplumun esenliğinden kaygılanıp, depreme karşı hazırlık yapması için tıpkı kollayıcısı olduğu sermaye sınıfı gibi niyeti olmamıştır zaten. Deprem hazırlığı talep eden cılız sesler rejimi tehdit edecek kitleselliğe varamadığına göre devlet için tehlike yok demektir. Ayrıca devletin bütçesi de sıkıntılıdır. Güneydeki savaşın, asalak bürokrasinin, israfın, verimsiz geri sektörlere aktarılan kaynakların yiyip bitirdiği bütçe, depremin yıkıcı etkilerine karşı tedbir alınmasını güçleştirmektedir.
AKP’ye gelince… Burjuva sol ve bazı sosyalist oluşumların ileri sürdüğü gibi, devleti ele geçirmiş değildir. Partinin şefi R. Tayyip Erdoğan da devlete hakim değildir. Tam tersine devlet aygıtı ile kaynaşıp onun aparatı haline gelmiştir. Zaten meseleye sınıflar mücadelesi temelinde bakarsak AKP’nin devlet çarkının parçası haline gelmesi kaçınılmazdı.
AKP’nin bilincini, elbette temsil ettiği sermayesi nispeten zayıf burjuva sınıfı belirliyordu. Bu sınıf için canlı emeğin ucuz, bol ve mistisizmle uyuşmuş olması sömürünün istikrarı için hayati önemdeydi. Bu nedenle AKP’nin, devletle kaynaşması hiç de güç olmamıştır. Fakat devlete hakim olmuş da değildir. Aksine, devlet AKP’yi, hükümetini ve yöneticilerini kendisinin sıradan, geçici üstelik sadık bir unsuru haline getirmiştir. Zaten burjuva devleti varlığını korumak için bunu yapmak zorundadır da.
Gerçi AKP yerleşik bürokratik gelenekleri sarsmıştır, kurumlar işlevsiz görünmektedir. Ama devlet çarkı, egemen sermaye sınıfının çıkarlarını gözetmekten milim sapmamıştır. AKP’nin temsil ettiği sınıfın çıkarları uğruna geri sektörleri genişletmesi, inşaat sektöründe standartları düşürerek depremin yıkımına zemin hazırlaması, egemen sermayenin de devletin de çıkarlarına halel getiren şeyler değildir. Tam tersine kırdan göç eden yığınları, milyonlarca göçmen işçiyi düşük ücrete, uzun çalışma sürelerine, standardı düşük konutlara, dini mistisizmin de (kaba bir ifadeyle, Allah’la aldatmak) katkısıyla razı ederek, muazzam bir hizmet görmüştür.
Burjuva devletinin de bilinci ve hafızası vardır. Toplumun muhtemel tepkilerinin pekala farkındadır. Fakat muhtemel tepkilerin nedenlerini telafi edecek imkanlara sahip değildir. Bu nedenle çoğu kez tepkiler meydana geldiğinde ve çaresizce, rastgele plansız harekete geçmek zorunda kalır.
İşte Güney Anadolu deprem felaketinde de tam böyle oldu. Devlet harekete geçmiş ama felakete karşı işlevsiz kaldığı ortaya çıkmıştır. Sadece deprem felaketine maruz kalmış kitleler tarafından değil, iletişim araçları sayesinde toplumun büyük kısmı da devletin ve AKP’nin çaresizliğine tanık olmuştur. Bir bakıma devlet ve hükümeti AKP, deprem enkazının altında kalmıştır.
Demokrasi yolu
Güçlü bir imaja sahip, derin yapılanmaları insanda dehşet duygusu uyandıran, zalim şiddetini göz göre göre uygulamaktan kaçınmamış, milli, yerli, kadim, şanlı, ebedi Türk devleti 7,7 büyüklüğündeki deprem karşısında çaresiz kalmıştır.
Fakat bu gerçekliği bariz biçimde ortaya koyan esas şey, toplumun küçük ama enerjik bir kesiminin felakete karşı doğrudan, yüz binlercesinin ise dolaylı da olsa yardım için harekete geçmesidir. Bu aynı zamanda toplumun öz-örgütlenmesinin ilk adımıydı. AKP hükümetinin depreme karşı “sivil örgütlenmelere” öfkeli saldırısı kendi beceriksiz siyasetinin ötesinde, sadık olduğu devletin çaresizliğini gizlemek istemesiyle de ilgilidir.
Bu deprem felaketi, başka politik koşullarda, mesela işçi sınıfı mücadelesinin yükseldiği, öncü işçilerin bilincinin siyasi bir örgütlenmeye yöneldiği bir ortamda cereyan etseydi şüphem yok mevcut burjuva devletinin karşısında, toplumun (işçilerin) demokratik “işçi demokrasisi”nin fiilen oluşmasına da imkan verebilirdi. Bir başka ifadeyle sosyal bir devletin embriyosu şekillenebilirdi. Örgütlenmesi hızla şehri kucaklayabilir; kurtarma faaliyeti, sokaktaki yığınların ısınması, beslenmesi, gecelemesi için sıkı tedbirleri yaratıcı biçimde hayata geçirerek, kitlelere devletin nasıl olması gerektiğini gösterebilirdi. Bu ihtimal teorik olarak hâlâ var. Ama gerçekçi olursak çok minik bir ihtimal…
Her ne olursa olsun deprem toplumun öz örgütlenme güdüsünü güçlendirmiştir. Depremin kahredici felaketinden minik bir ışık sızmıştır.
Erhan Bilgin kimdir?
İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’nden mezun oldu. Çalışma hayatının büyük kısmında iktisatçı olarak işçi sendikaları ile kamu kurum ve işletmelerinde görev aldı. Gazeteler, dijital haber siteleri ve bazı politik dergilere iktisadi sorunlara dair makaleler yazdı. ‘İktisatçıların İktisadı’ isimli bir kitabı bulunuyor.