Mehmet Nuri Özdemir
Tarih düz bir çizgide ilerlemiyor; bu sebeple insanlık tarihi kırılmalar ve sıçramalarla doludur. Kırılma ve sıçramaların yeniden güncellendiği dünyamızda, bir taraftan otoriterliğin diğer taraftan demokratik direnişlerin ayak sesleri ile yatıp kalkıyoruz. Soğuk savaş döneminin siyasi kutupları “sağ ve sol” ayrımı üzerinden şekillenirken günümüzde bu gerilimler yerini “demokrasi” ve “otoriterlik” karşıtlığına bırakmış gibi görünüyor.
Dünyaya yayılan otoriterliğin trajik sonuçlarından biri, kendisini demokrasi coğrafyasının lideri olarak gören ABD’deki kongre baskınıydı. Demokratik değerler açısından epey pahalıya mal olan bu baskının izleri kolay kolay geçmeyecek gibi görünüyor. Biden yönetimi bu hasarı ne kadar onarabilir onu bilemeyiz ama bu konuya çalışan uzmanlar, her an baskı altına alınabilecek ve büyük bir otoriterleşmeye gebe olan ABD demokrasinin (demagojisini bile) bu haliyle eskisi gibi dünyaya ihraç edilemeyeceğini söylüyor.
Son yılların siyasetine damgasını vuran popülist rejimler, temel gıdasını bahsettiğimiz otoriterlikten alıyor. Popülistler, zaptu rapçı devlet makinesini tamamen ele geçirerek demokrasi ve hukuku askıya alıyor; ve bu şekilde toplumu istisnai koşullara razı etmeye çalışıyor. Bu anlamda “güvenlik, ekonomi ve sağlık” alanında tüm dünyada derinleşen krizler, otoriter rejimler için adeta gıda ambarı görevi görüyor, ne kadar çok sorun o kadar çok otorite; ne kadar çok kaygı o kadar uzun iktidar ömrü.
Popülist rejimlerin kaldıracı olan ve dünya sisteminin tek siyasal biçimi olarak tariflenen ulus devlet sistemi, çoklu krizler karşısında sürekli kitleleri uysallığa ve de itaate davet etmekle görevlendirilmiş; onun için tüm devletler sürekli daha çok denetim, daha çok kontrol ve daha çok güvenlik güzellemesi yapıyor.
Otoriter rejimler, iktidar ve imtiyazlarını korumak için öznel kaygılarını devlet ve toplum kaygılarıymış gibi maniple ederek, Türkiye’de olduğu gibi muhalif partileri de bu maniplatif kaygılara kolaylıkla ortak edebiliyor. Türkiye siyasetinin Kazakistan örneğinde görüldüğü üzere, iktidar büyük bir çöküş yaşıyorken, demokrasiden çok otoriterliği besleyeceği bilinmesine rağmen, muhalefetin iktidarın çizdiği rotada ilerlemesi, tüm muhalif dinamiklerin durup düşünmesi gereken temel meselelerin başında geliyor.
Otoriterleşme rüzgarından kaynaklı olacak ki; ne Ankara siyaseti ne de küresel hegemonya hala Erdoğan’dan vazgeçmiş değil. Kazakistan örneğinde görüldüğü üzere muhalefet bile iktidardan vazgeçemiyor. Popülist iktidarların otoriterliği bir nebze de olsa anlaşılabiliyor ama muhalefetin bu otoriterliğe ortak olma çabası, dahası zaman zaman söylemsel olarak bir yarış içine girmesi pek anlaşılmıyor. Buradan bakıldığında bunca adaletsizliğe, bunca sefalete rağmen muhalefetin erken seçim gibi bir derdi olmadığı; dahası seçimlerin zamanında yapılmasına ikna olduğu bile söylenebilir.
Türkiye’de muhalefetin iktidarın hegemonik oyun alanından çıkmamasının arka planında her ne kadar siyasal beceriksizlik olsa da asıl önemli neden Türkçülük sözleşmesine biat olduğu söylenebilir. Bu sözleşmenin beslediği temel kaygı bölünme fobisi. İnsanların yağmur duasına çıkmasından bile korkan bir devletçi siyaset var. Kürt Meselesi gibi her yönüyle kaşınan devasa bir soruna rağmen toplum bir arada yaşamayı başarmışken inşa edilen bu suni tedirginlik sadece birilerinin imtiyazlarını koruma tedirginliğinden başka bir amaca hizmet etmeyeceği gayet açıktır.
Devlet sokağındaki otoriterlik
Kılıçdaroğlu’nun sokak yorumu da bu sözleşmenin tedrisatından beslenmişti. Kılıçdaroğlu’nun sokak yorumu, Erdoğan’ın karşısına konulmuş ama aynı amacı güden “seküler baba” nasihatlerinden başka bir şey değildi. Anayasal hakları bile görmezden gelen bu açıklama büyük bir talihsizlik olarak kayda geçti. Oysa sokak, siyasetin temel araçlarının başında gelmektedir. Kamusal hayat sokakta akıyor. Toplum sokakta üretime katılıyor ve sokak seçmenin iradesinin sirayet ettiği ana mekandır. Haliyle sokağı kriminal bir terminolojiye mahkum etmek, muhalefet açısından ayağına sıkmaktır.
Bu dil, iktidarın sokak odaklı yaratmak istediği gerilim politikasıyla tamamen örtüşüyor. İktidar ile örtüşme gayreti tüm muhalefete kaybettiren bir siyasete hizmet ediyor. Muhalefetin kamu yararı ve toplumsal menfaatler konusunda iktidarla ortaklaşma çabalarının tümünü istismar eden iktidar pratiğine rağmen muhalefetin yine bu politikada ısrar etmesi çok ilginç. Muhalefetin yapabileceği tek şey aslında sokağı yeniden normalleştiren bir dil kullanmaktı.
HDP’ye yönelik kriminalleştirme ajandası ise son hızla işliyor. Ancak her iki bloğun da zaman zaman kafası karışıyor. Gezi’ye mal edilen “Kürtler gelse bir dert, gelmese bir dert” ikilemi her iki blokta yansımasını buluyor. Hem muhalefet hem de iktidar HDP’siz seçim kazanamıyor ama ikisi de “HDP olsa bir dert olmasa bir dert” sorunsalına takılıp duruyorlar. Aslında “Kürtler olsun mu olmasın mı” ikilemi, devletin bir milli güvenlik sorunu olarak işlerken zaman içinde bir sosyolojiye dönüşmüş durumda.
Onlar takıladursun fakat HDP yürüyüşüne devam ediyor. HDP’nin iki bloğun dışında kalması aslında ona toplumcu ve özerk bir alan açıyor. Zira HDP’yi diğer aktörler karşısında farklı kılan güçlü bir hikaye var: Kürt meselesi ve bu meselenin etrafında gelişen demokratik siyaset. Bu anlamda HDP’nin diğer partilerden kafasının daha net olduğu söylenebilir. HDP “Kürtlere barış, herkese adalet” istiyor.
Sonuç
Dünya halkları, popülist otoriterliği ne kadar kaldırabilir; Türkiye demokrasisi İslamcı otoriterliğe ve Kemalist statükocu muhalefete daha ne kadar tahammül edebilir, onu bilemeyiz ama kitlelerin yaşadığı sefaleti ve baskı rejimini daha fazla kaldıramayacağını çok net bir dille söylemek mümkün. Popülist hükümetler devlet ile iç içe geçerek yoksulluğa ve baskıya karşı gelişen kitlesel direnişleri polis şiddeti ve yargı eliyle durdurmaya çalışırken muhalif kitleler, muhalif siyasetlerin beceriksizliğine rağmen otoriterliğe karşı bir direnç geliştirmeye devam edecekler. Tüm dünyada bu yönetim tekniğine karşı sürekli alttan gelen toplumsal bir dalga var. Kazakistan, bunun en son örneğiydi.
Mevcut denklemde soğuk savaş dönemi ile kıyaslandığında hem dünyada hem Türkiye’de otoriterliğin gölgesinde kalan siyasetin korku ve gerilim araçları dışında ideolojik söylemi çok zayıf; kitleleri etkileyebilecek bir gelecek ütopyasına sahip değiller. Bu yönüyle otoriter rejimler karşısında, demokrasi ve özgürlük talebinde bulunan dinamiklerin avantajlı olduğunu, mevcut düzene karşı temel bir eleştiriye ve bir gelecek ütopyasına sahip olduklarını söyleyebiliriz.
Bu yönüyle Kapitalizm ve devlet eleştirisini canlı tutmak hayati düzeyde önemli; kapitalizm ve devletin işbirliğiyle ortaya çıkan tahribatlara karşı demokratik toplumu savunmak ve arzulamak, ve yine yeşil bir dünya savunusu ile birlikte emek sömürüsüne boyun eğmeyen örgütlü işçi kitlelerinin varlığı, hiyerarşik olmayan eşit ve özgür toplumsal cinsiyet kimliklerinin mücadelesi gelecek ütopyası için umut verici.