Dünya tarihinde devrimler anlatılırken, her zaman eylemin başrolünde yer alan kadınlar, hep arka plana itilmiştir. Erkekler savaş meydanlarının yiğidi, kahramanı ya da öncüsü olarak tarih sayfalarında yer alırken kadınlara “çekip çeviren” rolünden fazlası uygun bulunmamıştır. Rusya’da Çarlık Sisteminin yerine sosyalist bir cumhuriyetin kurulmasına vesile olan 1917’deki Ekim Devrimi’nde de kadınların tarihteki yeri karartılmıştır.
Ekim Devrimi hiç şüphesiz Vladimir İlyiç Lenin önderliğinde, proletaryanın eylem ve sözüyle birleştiği Rus toplumunda, sosyalist bir düşünceyi hakim kılmıştır. Ancak devrimde bir isim var ki, onun söz ve eylemiyle devrime kattıkları en az Lenin kadar yadsınamazdır. Ömrünü verdiği devrim için gerektiğinde en yakın yoldaşı Lenin’e bile rest çekebilen Aleksandra Kollontay’dır bu isim.
Aleksandra, Finlandiyalı bir anne ile Ukraynalı bir babanın çocuğu olarak dünyaya gelir. Dönemin koşullarında aristokrat bir ailenin kızı olan Aleksandra ülkesinde gelişen yoksulluğu, adaletsizliği, eşitsizliği, baskıyı ve haksızlıkları daha çocuk yaştan itibaren sorgulamaya başlar. Evlerine boyacı olarak gelen bir gencin birkaç gün sonra açlıktan yaşamını yitirdiğini öğrenmesi, Aleksandra’nın geleceğinde bir dönüm noktası olur.
Soylu ailesinin dayattığı “balolara gidip davetlere katılarak” soylu bir eş bulma görevine karşı gelerek yazar olmayı hayal eden Aleksandra bu tutkusunu çok sonra şu sözlerle anlatır: “Yalnızca eğlenceli öyküler, kaleme almayı amaçlamıyor, okuyucularımın, batıl inançlardan, baskıdan ve haksızlıktan nefret etmeleri için düşünsel etkide bulunmak, onlara özgürlük ve eşitlik idealini sevmeyi öğretmek istiyordum.”
Ailesinin tüm itirazlarına rağmen Vladimir Kollontay ile yaptığı evlilikten bir çocuk dünyaya getiren Aleksandra evde çocuk bakıp yemek yapmanın ona göre olmadığını fark eder ve “Artık evliydim. Yakışıklı kocamı seviyor ve herkese ‘korkunç mutlu’ olduğumu söylüyordum. Ama nedense bu mutluluktan sıkılıyordum, özgür olmak istiyordum ben. Bundan anladığım neydi? Yeni evlenmiş arkadaşlarım ve diğer tanıdıklarım gibi yaşamak istemiyordum” diye yazar. Evliliğinde yapmacık “mutluluk” pozları veren Aleksandra’yı devrim ve özgürlük tutkusu sarmıştır artık ve bu tutkusunu dizginleyemez.
Bazen asi ve hırçın bazen de yüreğindeki şefkat ve merhametin akışını durduramayan Aleksandra için yaşam ve devrim tutkusu sonu gelmeyen bir yürüyüştür. Ve bu yürüyüşün ilk adımlarını, bir daha ne zaman geri döneceğini bilmeden Rusya’nın Çar rejiminden kurtuluş mücadelesi için İsviçre’ye giderek gerçekleştirir. İlk başta tereddüt etse de, “İnsan bir şeyi çok istedi mi, artık ihtiyatlı duygulara yer olmuyor” diye anlattığı adımı atıp eşi ve çocuğunu arkasında bırakmıştır.
Aleksandra, yurtdışında kaldığı süre boyunca İsveç, Finlandiya, Almanya, İngiltere, Belçika, Norveç, Danimarka, Amerika, Fransa, İtalya, İsviçre gibi dünyanın birçok ülkesinde sosyalist düşüncenin yayılması için konferanslar verir, örgütleme çalışması yürütür. Yaptığı konuşmalarda kitleleri arkasından sürükler. En çok etkilendiği kadınlar ise Rosa Luksemburg ve onun yol arkadaşı Clara Zetkin’dir. Sığınmacılık döneminde, Clara Zetkin’le birlikte, çeşitli ülkelerde kadın işçilerin devrimci faaliyete katılması için çalışma yürütür.
“Kadınlar ve onların kaderiyle yaşamım boyunca ilgilendim. Beni sosyalizme getiren, onların kaderiydi” sözünün hakkını veren Aleksandra, devrimin tüm aşamalarında yer alan kadınların, Sovyet Rusya’nın kurulmasıyla eve kapatıldığını fark eder. Birlikte mücadele ettiği erkek yoldaşlarıyla çatışa çatışa kadınların kamusal alana katılımını teşvik edici politikalar üretmek için harekete geçer. Onun inisiyatifiyle 1918 yılında Moskova’da işçi ve köylü kadınların ilk kongresi yapılır.
Marksizm ve Cinsel Devrim kitabında, sosyalist devrimin yeni bir kadın tipi doğurduğunu belirten Aleksandra şunları söyler: “Yeni kadın erkeğin gölgesi durumundaki dişi değil, kendinde bir kişilik olandır. Kadının devletteki, ailedeki, toplumdaki katmerli köleliğini protesto eden, hakları için mücadele veren ve cinsini temsil edendir.”
80 yaşında hayata gözlerini yumduğunda, mücadelenin bedeli olarak sol kol ve sol bacağı felçlidir. Son günlerine kadar yazmaktan vazgeçmeyen Aleksandra muzipliği, neşeyi, oyunu, dansı ve yürüyüş yapmayı çok sever. Önüne çıkan her engeli aşmaktan geri durmayan, zorluklardan korkmayan, tehlikeden kaçmayan, hep heyecanla geleceği kendine çeken isyankar Aleksandra, “Başkaları’nın ne diyeceği, ne düşüneceği beni yolumdan hiç alıkoymadı” diye yazar.
Çok şey kazandı, çok mücadele etti, çok çalıştı ama her anlamda yaşamın tadını da çıkarabildi Aleksandra. “Ne işte, ne de aşkta huzur bulabildim. Her şey bana az geldi. Şimdi bunu başkalarına öğretmek istiyorum” diyen Aleksandra, huzursuzluk olmadan ilerlemenin de olmayacağını düşünür.
Not: Aleksandra Kollontay’ın “Birçok Hayat Yaşadım” ve “Marksizm ve Cinsel Devrim” kitaplarından yararlanılmıştır.