“Dünyaya bir kadının eli değse Zeyna!
Şöyle ağır bir halı gibi çırpılsa
Tozlar havalansa …”
Yanaklarının güzelliği, gülümsemesinin güzelliğine karışan Didem.
Sen doğalı beri 51 yıl geçmiş, olacak şey değil. Halbuki, sanki sen doğmuşsun da ben bu sabaha uyanmışım. Kalbimin raflarındaki reçellerin arasında dolanmış, öylece karşıma oturmuşsun. Akşama karnabahar kızartacağız, onu konuşuyoruz. Kahve kadehlerimizi, bu hayatta asla başrol olmamaya, olmamayı seçmeye kaldırıyoruz. Bizi hayatla ve kendileriyle yarıştıran tüm erkeklerin, şairlerin ve yazarların dünyasını geride bırakıp cesur yeni dünyamızı kuracağız. Bir şeyi saklar gibi fısıldaşarak o dünyanın çiçekli perdelerinden bahsediyoruz.
Elimden gelse dünya üzerinde kaç çeşit çiçek varsa hepsini malum şahısların şiirlerinden kurtarırdım. Her şeyi -bedenim dahil- çiçeklere bulardım ama bir türlü olmuyor. Ya papatyaları oluyoruz ya sardunyaları ya da gülleri, sümbülleri. Sonra birden, birileri mutsuzsa mutsuzlara nergis yolla, dediğin satırlar düşüyor aklıma. Birkaç kadın var bildiğim ama uykumda mı söyledin bunu bana, vahiy erkeklere gelmez miydi, aslında? Tanışıklığımıza çiçekler vesile oldu galiba.
Ben henüz uyanmamışken, sen doğmamışken otobüse biniyorum deli esrik bir adamla. Diğer yanımda kalbi kırık bir kadın varmış, sesinden anlıyorum içinin parça parça olduğunu. Kadın bizde aşkı gördüğünden, aşktan parladığımızdan falan bahsediyor. Bilmiyorum ki aşık mıyım sahiden? Değilmişim gibi geliyor, eve gidip aynaya bakıyorum, yüzümdeki her satır yerli yerinde. Aşık olmama var daha, henüz 21 yaşındayım. Yıllar geçiyor, bi’uyanıyorum, sen doğmuşsun. Sonrasını biliyorsun yeşil bir fanila işte, ütülenmeyi bekliyor. Ben biraz asiyim, Didem. Ütü de neymiş deyip fanila rüzgârda uçup gitsin istiyorum. Gidiyor.
Cesaret, kırmak değil kırık bir kalple yaşayabilmek, kimse mutsuz olmasın diye kazanlar dolusu kırmızı çorbalar kaynatmak. Sen sadece bana değil tüm dünyaya bunu öğretiyorsun, “öğretmeye” inanmadığın halde. Öğreten yaşamaktır, cesaret kahramanlık değil yaşıyor olmanın kendisidir, demeye getiriyorsun; ancak şu yazma meselesinde hep en büyük kahramanlıklar sükse yapar. Kimse kadınların yaslarda yemek yaparken kazana düşen gözyaşlarından bahsetmezken, kalanların karnını doyurmak ne büyük meziyet önemsemezken, içine tıkıldığımız mutfak en masum mekânken oradan çıkmak kahramanlık, orada kalmak yenilmek anlamına geliyor. Peki ama kim tıkmıştı bizi bu mutfağa ve bize ait olmayan dışarıdaki dünyaya?
Ömrümde görmedim senin dizelerinden başka yerde; kalanların, gidenlerin, kuşların, ağaçların, sebzelerin, meyvelerin, mahallelerin ve sakinlerinin böyle güzel bütünleştiğini. Karabasan A.Ş.’ler nerden düşmüştü o satırlara ya tespih böcekleri? Dolunayda bir insanın acısını almak, patlıcanın acısını almaktan geçiyordu, kalakalıyordum. Patlıcanı mı daha çok seviyordum yoksa dolunayı mı? Yani sen yazıyordun, biz o merdivenleri arşınlıyorduk. Ama dikey değildi merdivenler. Yatay adımlarla çemberler çizmek gerekiyordu, yazdıklarını yaşamak için. Yaşamak yükselmek, zirvelere ulaşmak, kazanmak değildi. Yaşamda nihayet yoktu, yaşanması gerekenler vardı. Ölüm de buna dahildi. Ölülere şiirler yazmak da. Sadece bilindik insanlar, kahramanlar ölmüyordu. Sen, ben ve birkaç komşusu dışında tanıyanı olmayanlar da ölüyordu, sen en çok onlara yazıyordun şiirleri. Babalar, kilitli bir kutuda; senin aksine o bahse girmeye hazır değilim hala.
Herkes, herkes dediğim de erkekler işte, sen anla. Savaştıkça kahramanlaşanlar, şahlandıkça yazanlar, kelimeler bi’onlarınmış sananlar; Gülhane Parkı ya da Metris’in duvarları, Kanlı Pazar ya da Taksim Meydanı ve elbette özgürlük meselesi. Hepsi onlaraydı, onlardı, onların sahibi olduğu satırlardı. Öyle miydi? Hiç kimsenin aklına gelmeyen ise tüm bu müstesna meseleleri mutfağa taşımaktı. Sen yaptın Didem, süper enginarlar alıp bu süper oluşa dertlenmek; kızarttığın kabaklar, o iri vişneler, fesleğenler sokaktan gelip sokağa dönenlerdi, aşka, senin aşkına dairdi. Gölgesi de dahil hiçbir şeye razı olmamak, kaybedeceğimizi bildiğimiz hikayeleri yazmak ve yaşamak, hiçbir satırında beni şöyle sevdiler demeye meyletmemek. Hiç kimse senin kime âşık olduğunu öğrenemedi. Düpedüz kahramansın işte, geri çekildiğini sananlar ne büyük yanılgıdalar.
Dokunmadığın ne kaldı ki bu hayatta? Allah da dahil. Sen bakma onların şaşkın bakışlarına, kalbimizde taşıyoruz diye esirgeyen ve bağışlayanı hiçbir şey açıklamak zorunda değiliz; komünizm bir onların mı, bir onlara mı acaba? Doksan dokuz addan doksan dokuz yalnızlık çıkarabilecek kabiliyetleri bile yokken kalabalıklaşmaya kalkıyorlar. Yalnızlığa danteller örmeden hayatı değiştirebileceklerini sanıyorlar. Herkes, her şey böylesine biricikken hepsini bir çuvala doldurup geleceğe taşıyorlar. Halı gibi sirkelesen, tozları havalansa kendilerine gelirler mi acaba?
Neyse…
Akşam geceye dönüyor, Didem. Şimdi pencereden sokağı izliyoruz, seninle. Gecenin her köşesinde sarhoşlar gündüzü kusuyorlar. Biz ya kusamıyoruz ya da kustuklarımız içimize içimize akıyor. Asla çıkartamıyoruz olmaması gereken yere, içimize koyduklarını. Bunca şiirin üstüne, olacak şey değil ama sen 41 yaşındayken her şeyin bittiğini söylüyorlar. Hayır karşımda duruyor, desem inanmayacaklar. Onların yanından ayrılırken ne dediysen artık; kandırmışsın, bitti sanıyorlar.
Uzaklar sana gelsin diye ne kadar bekledin? Gelmeyeceğini anladığında mı gittin? Çağırmışlardır onlar seni. Döneceksindir. Ben şimdi bu mutfakta ne yazarsam yazayım sana, mektuplar, şiirler ve hikayeler ikna etmez mi yani seni yaşamaya? Bakma öyle havalı gülümsemelerle verdiğim pozlara ben de senin gibi çekildiğim her fotoğrafta defolu bir kelebek gibiyim aslında. Uyanmıştım, seni bulmuştum. Mezar taşına dokunsam ısıtırım ısıtmasına ama kim meydan okuyacak şimdi, oyalı şiirleriyle erkeklerin yazdıklarına.