1979 yılında Şah’ın tahtını yerle bir etmek için şaha kalkan ve sonucunda Şah’ı devirmeyi başaran İran halkları, günün sonunda başlarına geleceklerden bihaber olarak, Humeyni’ye hayalet bir taht kurmuşlardı. Ortadoğu’nun en köklü kültürlerinden birinin başına gelen o korkunç hayalet geçtiğimiz yüzyılın devrimi olarak tarihe geçmiştir. Hiç kimse çağın en zalimlerinden biri olabileceğini ve bu denli kalıcı bir gerileme yaşatabileceğini önceden kestiremezdi herhalde.
İnsanlık tarihinin yaratım bahçesi olarak anılan bu coğrafya aynı zamanda birbirlerinin mükerreri zalimlerin taht kurdukları bir diyardır halkların hafızasında. Ortadoğu’nun en temel hakikati maalesef bir zalimler diyarı olmasıdır. Dini kültürle, kültürü ise dinle harmanlayarak kadimliği bir mezbaha kültürüne dönüştüren İran ise zalimlikte öncü rolünü her zaman başarıyla üstlenmiştir. İşte bu zalimlik bir tutam saçı bile ölüm sebebi sayabilir. Bu devletler arasında ise herhangi bir fark yoktur. Şah’la şeyhin, şefle kralın arasındaki vicdan ve merhamet mesafesi, kadınların uçuşan saç telleri kadar incedir Ortadoğu’da. Hepsinin ortak yanı kanlı olmaları dışında, vicdani körleşmenin imgesi olarak karşımızda durmalarıdır. ‘Sıradan kötülüğün’ ürkütücü hiddetiyle üzerimize geldiklerini her nefes alış verişimizde hissederiz.
Hayatın her evresine hâkim kılınmak istenen bu umutsuz gidişat aynı zamanda aydınlanmanın ruhuna ve fikirlerine karşı kategorik bir duruş olarak karşımıza çıkıyor. Toplumların içine girdiği ruhsal boşluk, ahlaki ve etik çöküşün sürekliliği, insanları umutsuzluğa boğuyor. Yaşadıklarımız başka dünyaların tarihi gibi geliyor kulaklarımıza. İçinde yaşadığımız hakikatin ne kadar içkin olduğunu şahit olduğumuz gamlardan, gamların ise zamanla öfke patlamalarına yol açmalarından görüyoruz. Bu kadar kaygının esas sebebi ise bize bahşedilmiş gibi yaşadığımız hayatlarımızın başlangıcından itibaren büyük yıkım taşlarıyla döşenmiş olmasından kaynaklanıyor. Nitekim geleceğimize yön verme ve kontrol etme gücünden yoksun oluşumuz da bunun bir sonucu. Oysaki insan ancak kendi kaderinin öznesi olduğunda başarıyla mücadele edebilir. Bunun için kendilerini yeryüzünün efendileri olarak görenlere karşı direnmek, insanın en erdemli ve onurlu eylemidir.
Bugün İran rejimine karşı saçlarıyla direnen ve tarih yazan kadınlar zalimlerin kötülüklerine karşı büyük bir öncülükte bulunuyorlar. Hayatın en sert kabuğunu kırma eylemi olan direnme dinamiği, devletlerin kurgusal şiddet ve baskısına karşı kendi doğalında gelişen bir dönüşüm süreci olduğu gibi aynı zamanda ampirik gerçekliğin de bir parçasıdır. Yakın tarihin en çarpıcı örneği olan Gandi’nin şiddetsizlik direnişi de benzer bir hüviyete sahiptir.
Kadınlar öncülüğünde başlatılan bu dönüşüm serüveni de hem sosyal hem de toplumsal bağlamda mutlaka dönüştürücü bir rol oynayacaktır. Dönüşümün hangi kavşağından hareket edersek edelim direnişin bu şiddetsizlik hali hem etkili yeni bir mücadele kolu, hem ahlaki duruş, hem de politik ve felsefi olarak bizleri kendisine çekecektir.
Bugün kadının saçı üzerinden tariflenen direniş, ister olgusal olarak bir devrime dönüşsün ister dönüşmesin her şekilde büyük bir kapının aralanması anlamına gelmektedir. Burada önemli olan umut için direnmektir, yelkenleri rüzgâra açmaktır, hem de rüzgârın şiddetinden azade olarak. Çünkü direnmemek bir umutsuzluk halidir ve umutsuzluk çizilen ağların varlığına razı gelmek demektir. O ağlar ise bitişin başlangıcıdır, ölümden önceki son basamaktır. Orada süreklilik döngüsünün sekteye uğraması söz konusudur. Direniş ise insanlığın manevi niteliklerinin temel olgusu olan hatırlama ve onun kuşaktan kuşağa aktarımını sağlayan etkin bir döngüdür. Evrensel düzeni oluşturan bu yasa insanın anlam arayışıdır aynı zamanda. Bu yasanın yarılması, varoluşsal tehdit ile eşdeğer bir endişeler dizgisi de ortaya çıkarır. Yaşamın anlamını ve varoluşun temelini geçmişin nostaljisinde değil, geleceğin ışığında aramaktır direniş.
Bugün İran’da yaşananlar da böyledir, iradi özgürlüğünü kaybetmek istemeyen, hayata karşı varlığına anlam katmak isteyen kadınların isyanıdır. Bugün İran’da direnen kadınlar bunun için Jin, jiyan, azadî sloganları atmaktadırlar. Baskı duvarlarını kırmanın, ona karşı direnme halinin varlığa varlık katan bir öze sahip olduğu bilinciyle meydanları doldurmaktadırlar. Dolayısıyla yakın tarihimizin zalimlerine ancak bu kadar ilkeli bir direnişle karşılık verilebilirdi. Sözünü ettiğimiz direniş hattı, verili durumların maddi rasyonalitesine dayanan bir olgudur. Onun için bu hususta da yenilikçi düşünme zorunluluğu kaçınılmazdır. Zira yenilikçi düşünmek kesinliğe yol almak değildir, aksine müphemlikleri çoğaltma çabasıdır ve buradan hareketle nedenleri ortaya koymaktır.
Bugün İran’da ortaya çıkan sivil kadın ve halk hareketini, Rojava başta olmak üzere Kürt kadın hareketi mücadelesinin ayrılmaz bir parçası ve hatta bir devamı olarak görmek gerekir. Kadınların İran’daki mücadelelerinde temel aldıkları esas şey kendilerinin özne oldukları yeni bir toplumsal mutabakat yaratma çabasıdır ve bu çaba Kürt modern hareketinin yarım asırlık hafızasının çemberinde yer almaktadır. Hem düşünsel hem de eylemsel olarak Rojava fikriyatıyla paralellik gösteren yahut ondan mülhem İran’daki kadın hareketi, ne tür bir dönüşüme yol açacağından bağımsız olarak, mevcut öznel durumuyla bile önemli bir kazanım olarak kendisini kanıtlamıştır. Başka bir ifadeyle yaratıcı yeni bir güç olarak nesnel şartlarından yola çıkarak, teorik ve pratik bütünlüğü pekiştirerek kendi öznelliğine uygun olarak ilerlemektedir. Zaten dünyanın pek çok yerinde olduğu gibi İran’da da sistematik kötülüğe ancak kadınların mücadele mutabakatı karşı koyabilirdi. Bugün yaşadığımız tarihsel sosyal sistemin çöküşünü engellemek veya onun yerine adilane bir sistem kurmak da ancak kadınların özne oldukları alternatif bir sosyal gücün karşı koyuşu ile mümkün olabilir.
Yüzyıl boyunca bir yıkım mekanizması olarak kurgulanmış olan bölgenin ulus devletlerinin yönetsel sistemlerinin ve ataerkil şiddetinin keskinliğini kırmanın ancak kolektif bir mücadeleyle mümkün olabileceğini de Rojava deneyimiyle görmüştük. Bu bağlamda Kürt modern hareketi ve onun kadın yapısı hem fikirsel hem de sosyal hareket olarak önemli bir yol açmış ve direniş estetiği ile dünyanın pek çok yerinde kadın mücadelesinin sembolü haline gelmiştir. Ayrıca temsil ettiği ilkeler ve yaptığı önermelerle de hem yeni bir toplumsal sözleşme hazırlamakta, hem de evrensel değerler merkezini birebir içermektedir.
Mesele yalnızca saçın sembolik olarak ortaya saçılması değildir, hayatın ele alınması ve özgürce yönetilmesidir. Bu sebeple de bu yolda direnme tamamen meşrudur. Kürt kadın hareketi de, toplumsal cinsiyet mücadelesinin, özgür toplum inşasının ve dünya barışının sağlanmasının ancak itaatsizlik eylemleriyle başarılabileceği ama zalimlere karşı öz savunma ve direniş hakkının temel bir hak olduğu hakikatini kendi bilgi ve deneyimleriyle tüm dünyadaki kadınlara en iyi şekilde göstermiştir: Direnişin karşısında ferman hükümsüzdür!