Dogmatik tahayyül: 2053 ve 2071 hedefleri

Dogmatik tahayyül: 2053 ve 2071 hedefleri

Mehmet Nuri Özdemir

İktidarın pratiklerinden herhangi bir rasyonalite beklemenin tamamen rasyonel olmaktan çıktığı bir dönem yaşıyoruz. Bunu Erdoğan’ın “Nas kapital” paradigmasından yayılan değişkenlerin, ekonomi bakanı Nebati’nin gözlerinin içine yansımasından anlıyoruz. Bakan “gözlerimin içine bak!” derken önce kendisini ve sonra da bizleri illüzyona inandırmaya çalışıyordu.

Belli ki de artık pek de kestiremediğimiz bir süre boyunca toplum olarak yeşil sermayenin hem reel hem de sanal romantizminin şiddetine maruz kalmaya devam edeceğiz. Eş zamanlı olarak devreye giren ve kurtarıcının karizmasını parlatan teolojik ajitasyon, toplumun bağışıklık siteminin antikoru denilebilecek “toplumsal iradeyi” tamamen çökerteceğe benziyor. İktidarın en son çıkardığı gürültüden şunu daha iyi anlıyoruz ki “toplum” (1); siyasi, iktisadi ve teolojik bombardımana tabi tutularak kendi hayatı üzerinde hiçbir tasarrufta bulunmayacak şekilde siyaseten tecrit edilmek ve iradesizleştirilmek isteniliyor.

İki gün önce Erdoğan’ın konuşmasına adım adım endekslenmiş döviz kurundaki üç-beş saatlik dalgalanma, toplum olarak üzerimizdeki şoku attıkça tarihe damgasını vuran o meşhur zaman aralığında transfer edilen dövizin sadece birilerinin serveti olmadığını, servete eşlik eden yüce kurtarıcının da sembolik olarak yeniden geri çağrıldığını ve karizmasının parlatıldığını bir kez daha idrak etmeye başlamıştık.‬ Zira ‪o büyük bir kurtarıcıydı; ancak diğer bütün yüce kabile şefleri gibi servetini tebaasına dağıtan, onları anlayan, bağışlayan ve affeden değildi; tam aksine yargılayan, cezalandıran, korkutan, ötekileştiren ve bölerek çoğalmayı hedefleyen bir kabile şefiydi. Öyle ki tüm ayrıcalıklı iktidarlar, iktisadi ve siyasi işleyişi sürükleyebilecek bir takviye iradeye, dahası eril bir lider kültünün istikrarlı profiline ihtiyacı var.‬ Yeşil sermaye liderin etrafında ve şahsında sembolikleşmiş bir iradeyi tahkim ederek kurumsallaşmasını kalıcı hale getirmek istiyor ama olmuyor. Mesele böyle sirayet etse de yine de yaşadıklarımız ne bu kadar basit ne de buraya kadar anlatılanlarla sınırlı.

En son yaşadığımız genel şiddet hali, geçmişin taşra teolojisiyle köpürtülüp güncelin ekonomik rakamlarına zımbalanmasıyla sınırlı değildi; sadece “geçmişin” ve “güncelin” değil “geleceğin” de bir şekilde kuşatma altına alınması ve olası umut kırıntılarının bir operasyonla müesses nizam ölçüleriyle orantılı hale getirilmesi gerekiyordu; işte bunun için de İstanbul’un Fethi’nin altıncı yüzüncü yılı gayet uygun bir hikayeydi: “2053 Hedefleri”. Bu da yetmezse Malazgirt zaferinin bininci yılı olan “1071 Hedefleri” de yedekte pişiriliyordu.

Çağımızın kitlelerini gelecek üzerinden ehlileştirmenin bir yolu da tüm zamanların taciz edilerek egemenlik planlarına dahil edilmesidir. Zaten güncelin maniple edilmesi de ancak geçmişin ve geleceğin taciz edilmesiyle tamamlanabilir. Dolayısıyla iktidarın döviz kurunu maniple eden müdahalesinin hemen akabinde eş zamanlı olarak yeniden devreye konulan “2053-2071 hedefleri” iktidarın kendi ideolojik angajmanları doğrultusunda toplumun tüm geleceğine el koymak için “gelecek zamandan şimdiye çağrılan” bir psikolojik işkence türüdür. Yürek burkan derecede hakikatler ortada dururken iktidarın gerçeklere asırlarca uzakta olan zamanları figan feryat içinde geri çağırmaya yönelik nostalji arzusu, bir dinamizm yaratma hedefinden öte kendi zamanını yönetme ve sorumluluklarını yüklenme anlamında ne kadar aciz ve endişeli olduğunun kanıtıdır.

Bir iktidar, geçmişe ve geleceğe neden bu kadar uzanmak ister? Mesela bulunduğumuz eşikte, iktidar Türkiye’nin kaç tane temel sorununu çözdü ki ayakları yere değmeyecek şekilde evrenler arası sörf yapıyor? Ülke ne kadar büyüdü, üniversiteler, bilim ve eğitim ne kadar ilerledi, Kürt meselesi başta olmak üzere 19 yılda kaç tane köklü sorun çözüldü? Muhtemelen çözümdeki başarısızlık iktidarı başka yöntemlere zorladı. Mesele sorun çözmek değil yönetmek, krizi aşmak değil yönetmek gibi. Genel gidişat bunu doğruluyor. Bu sebeplerle iktidar hakikatlerle yüzleşmemek için geçmiş ile gelecek arasında mekik dokuyan kaçış stratejisini sürekli canlı tutarak günceli maniple etmeyi bir yönetme tekniği haline getirdi. Bu anlamda iktidarın geleceği satın alma politikası bir tür psikolojik savaş modeli olarak tanımlanabilir.
Buradan hareketle iktidarın 2053-2071 hedefleri gibi, geçmişi geleceğe ihraç eden ve günceli çarpıtmaya dayalı hedefler dogmatizmin yeniden icadıdır, bu hedefler skolastik zihniyetten pek farklı olmayan bir retoriğin içine hapsediliyor ki tartışması, sorgulanması pek mümkün olmasın; bu da en az iktidar kadar yönetimde ve toplumsal geleceği planlamada hakkı olan diğer aktörlerin değişime, devinime ve olasılıklara yönelik tüm yollarını kapatma anlamına geliyor. Başka bir deyişle iktidarın 2053-2071 tahayyülü, muhaliflerin demokrasi, hukuk, barış, adalet, özgürlük ve eşitlik umudunu boğmak için toplumu takatsiz, hedefsiz ve öngörüsüz bırakmaya yeminli bir ideolojik tazyikten başka bir şey değil.

İktidarın bu bağlamından dolayıdır ki ekonomi hiç bu kadar siyasallaşmamıştı, siyasal hiç bu kadar kültüre teslim olmamıştı. Oyun olabildiğince siyaset ve kültür alanının manipülatif kurallarına tabi tutulmaya çalışılıyor; ekonomi bu alandaki oyunun en işlevsel aracı.

Bu siyasal şiddetin bir süre daha devam edebileceğini öngörmek çok zor değil. Toplum, maruz kaldığı psikolojik, politik ve ekonomik şiddetin darbelerini savuşturamaz hale geldikçe bir süreliğine rıza göstermeye ve uzlaşmaya yönelik bir eğilim gösterebilir. Lakin bu plana tamamen onay verileceği anlamına gelmez. Sonuçta toplumda kendi pragmatik oyununu oynayacaktır.

Peki insanlık tarihinin bize sunduğu muazzam deneyimlerden neden feyz almıyoruz? Bu soruya çok farklı cevaplar vermek mümkün ama insanın sürekli kendisini önceki kuşaklardan daha üstün görmesi bu sorunun en gerçekçi yanıtı olabilir. Zira ilerlemeci tarih perspektifi, kibirli bir insan tipolojisi yarattı. Dolayısıyla geçmiş ile ilişkisinden dersler çıkaran değil geçmişi küçümseyen ve üstünlük kompleksiyle var olmaya çalışan kibirli bir homo sapiensin gelecek ile ilişkisi egemenin belirlediği angajmanların dışına pek çıkmayan itaatkar bir eğilime sahip.

Tarihe baktığımızda her iktidarın zaman içinde kaybettiğini veya kaybedeceğini söylemek için Nostradamus olmaya gerek yok; ve elbette AKP de kaybedecek-kaybediyor da. Kaldı ki seçimle gelen bir iktidarın seçimle gitmesinden daha doğal ne olabilir ki! Fakat görünen o ki ne muhalifler ne de iktidar zaman içinde olabilecek normal bir gidişe razı değil. Muhalifler kadere terk edilen veya insan iradesinin devre dışı bırakılarak kazanılan bir zaferin pek anlamlı olmayacağını ve bunun yanı sıra iktidarın kaderci yollarla değil ancak ve ancak örgütlü insan iradesiyle yenilmesinin anlamlı olabileceğini düşünüyor. İktidar ise niceliksel ve niteliksel olarak erimeye başladıkça liderin siyasal pratiklerini referans alan mitler inşa ederek normal bir gidişi ret ediyor ve dönüşümsel olması gereken demokratik siyasete ezel-ebet karakteri vererek siyaseti dogmatik bir faaliyete dönüştürerek bu yolla bir dokunulmazlık zırhı oluşturmaya çalışıyor.

Kazanırken demokrasiyi, pozitif hukuku ve evrensel insan hakları ilkelerini, noktasına-virgülüne kadar hatırlatan ve bu ilkelerin gücünü arkasına alıp en ufak sarsıntıda bu değerleri işaret eden iktidarın erimeye başladıkça bu değerleri tasfiye etmesi, kendine ilahi bir güç yüklemeye başlaması, kaybetme korkusunun yarattığı irrasyonele sığınma refleksinden başka bir şey değildir.

Tarihsel deneyimler AKP’nin kazanımlarını korumak ve iktidarını sürdürmek için pozitif hukuk ve demokratik değerleri askıya alıp müracaat ettiği tekniklere yabancı değil. Yaşadığı çağa cevap olamayan tüm iktidarlar, toplumsal sorunlara çözüm bulamadıkları zaman hep doğaüstü güçlere başvurdular. Bazı yorumculara göre sorumluluğu üstlenmeyip çözümü kendisinin dışında arama gayreti dinlerin doğuşuna neden oldu. Zaten ilk toplumlardan günümüze, insanlar gerçek hayatlarının dışında kurguladıkları bir toplumsal fenomene kutsiyet atfedip bu kutsala karşı kendilerini “borçlu” hissederek yaşamlarını sürdürdüler. AKP kutsallıkları yeniden siyasetin hizmetine sunmaya başladı.

Fakat sorun şu: Elinde doğa üstü güçleri bulunduranların çağında değiliz. Kimsenin elinde sihirli bir değnek yok; liderin elindeki değneğin sihirli olduğuna inanmak isteyen kitlenin varlığı herhangi bir inanç ya da sadakatin değil pragmatizmin toplumsallaşması ile doğrudan bağlantılıdır. Mitoloji ve dinlerde bile sihir Süleyman’dan sonra bitti. Rivayete göre çağın insanları gücün kötüye kullanılmasının arka planındaki kötülükleri fark ettiler ve bu yüzden Süleyman’ın bile mührünü kimseye bırakmaması gerektiğini öğrendiler.

“Süleyman’ın yüzüğü veya mührü”, iktidarı kullanma biçimi bağlamında sembolik bir değere sahip. Yüzük yönetim açısından kolaylıklar sağlasa da muhtemelen gücün kontrol edilememesinin doğuracağı kötülükler öngörülmüş olacak ki yüzüğün kimseye bırakılmaması uygun görülmüştür. Bu hikaye gücün durdurulması bağlamında Magna Carta’dan daha eskilere giden, zamanımıza ve tüm zamanlara muazzam bir göndermedir. Dediğimiz gibi bizler Süleyman veya Davut çağında değiliz ve hepimizin adına her şeye muktedir olan herhangi kimseye yüzük talim edilmedi.

Başarılı toplumlar kendilerini yönetmek için yüzükten daha kıymetli bir şey buldular: Yönetime ortak olmak, kendi kendini yönetmek, kendilerini yönetecek insanları seçmek ve değiştirmek… Kısacası akıllı toplumlar politikayı, demokrasiyi ve komünü keşfettiler. Buna “toplum iradesi” demek mümkün. Toplum iradesi bugün yüzüğün bizzat kendisidir. Sembolik olarak halk, seçtiği her kesime bir yüzük teslim eder. Yüzüğün mülkiyeti halktadır, seçilen kişiler, hükümetler ve partiler sadece geçici birer emanetçidirler; bu yönüyle halk istediğinde yüzüğü alır, istediğinde o tüzüğü başka birisine teslim eder. Bu açıdan halk da iktidarın kötülüklerinden ve iyiliklerden muaf değildir.

Toplumların genel iradenin tek bir kişiye teslim edilmesinin büyük felaketlere yol açabileceğini deneyimlemesi bugünkü demokrasinin temelini oluşturuyor; tek bir kişinin bir yüzükle toplumu yönetmesinin tehlikelerini öngörerek yüzüğün tek kişide değil, insanların her birinin ayrı ayrı kıymetlendiği farklı iradelere emanet edilmesinin en sağlam yol olabileceğini öğrenmeleri bugünkü yurttaşlığın ve özgür birey idealinin yapı taşlarıdır. Bu iradenin pratikleşmesine politika diyebiliriz, demokrasi veya cumhuriyet de diyebiliriz.

AKP iktidarı da diğer siyasi irade örnekleri gibi kendisine emanet edilen yüzüğün sahibi değil emanetçisidir, dolayısıyla zamanı geldiğinde teslim etmesini bilmeli. İktidarın yüzüğe özel mülkiyet muamelesi yaparak vermemek için ısrar etmesi ile muhalefetin yüzüğü almak için gerekli direnci gösterip fedakarlıktan kaçan bir pozisyonda kalması hala halk iradesinin anlaşılamadığını gösteren bir olgudur. Halk ise bu gerçeğin gayet farkındadır. Kaldı ki serbest seçimlerin yapıldığı bir ülkede bir siyasi partinin seçimleri kaybetmesinden daha normal bir şey olamaz. Anormal olan bir siyasi partiyi “kendisinden başka bir şeymiş gibi” gösteren algılar, yorumlar ve analizlerdir.

AKP’nin belli bir yerden sonra, özellikle hukuku ve demokrasiye askıya alarak bir fiili durum yaratıp OHAL rejimi ile ülkeyi yönetmeye başlamasından sonra kimsenin aklına ihtiyaç duymadığını, kimseyi dinlemediğini, dahası kendi arkadaşlarını bile dinlemediği için ciddi kopuşlar yaşandığını herkes çok iyi biliyor. Ama biz yine de şu hatırlatmayı yapalım: Kimse fani olduğunu unutmamalı; AKP’lilerin kafasını, seçimleri ortadan kaldırmaya, olağanüstü durumlar yaratıp iktidarını zorla sürdürmeye yönlendiren akıl ne AKP’lilerin ne de toplumun dostu olabilir; bu fikrin sahipleri, bildiğimiz herkese, dahası topluma düşmandır. AKP seçimlerle geldi, demokrasinin kendilerine sunduğu olanaklarla büyüdü, yıllarca ülkeyi yönetti, demokrasinin kendilerine sunduğu olanaklarla ciddi mevziler kazandı ve mesafeler aldı. Demokrasiden vazgeçtiklerinden beri kazandıklarını kaybediyorlar. Biraz daha ısrar etmeleri halinde demokrasi köklü olarak ortadan kalkacak, herkes kaybedecek.


(1) Toplum, sadece bir sözleşme temelinde kurulmaz; “toplumu, hukuk kavramını aşan ve kendiliğinden var olan her türlü amaca (her türlü bilime, sanata, erdem ve yetkinliğe) yönelik ortaklık” olarak okumak zihin açıcı olabilir.