Doğu ile Batı’nın sembolik olarak karşı karşıya geldiği en önemli alanların başında jeostratejik, jeopolitik ve ekonomik işbirliği konuları gelmektedir. Çağın tanıklık ettiği olaylar her ne kadar kavga ve çatışmalar gibi gözükse de aslında öncelikli olarak bu çatışmaların temelinde sembolik güç ve işbirliği rekabeti yatmaktadır. Dünya özellikle, semavi dinlerin çıkışıyla birlikte kesintisiz bir yıkım, bölünme ve istila yaşamaktadır. Finans kapital dünya birikim alanının tamamını istila eden ve kendini ahlaki faaliyetler aracılığı ile yayan bir mefhum üzerinden inşa ederek sınırsız algı operasyonlarıyla bütün yerküreyi tahakküm altına almış durumdadır. Sömürü ve tahakkümü başka boyutlara taşımış olan bu düzenin arkasındaki icra memurları ise köle tüccarlarının zinciri ve kamçısının yerini alan dâhice buluşlarla değişik düzlemlerde yeni boyunduruk denklemleri kurmaktadır.
Hiç şüphesiz düzlem bozucu ve denklem kurucu olguların başında devletlerarası oluşturulan sözüm ona güç ve işbirliği blokları gelmektedir. Örneğin bu yılki zirvesi dün (15 Eylül) Özbekistan’ın Semerkant kentinde başlayan Şanghay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ). Zaman zaman abartılsa da bu buluşmayı birçok yönüyle önemli bir zirve olarak görmek gerekir. Çin ve Rusya’nın 2001 yılında dört Orta Asya devleti olan Kazakistan, Kırgızistan, Özbekistan ve Tacikistan ile birlikte kurdukları koalisyonun Batı’ya karşı büyük bir ittifak olduğu şüphe götürmez. 2001’den bu yana birçok yönüyle değişen dünyanın jeostratejik dengeleri bağlamında Şanghay İşbirliği Örgütünün ekonomik bir birlikten ziyade “Asya’nın NATO’su” olacağına dair de çokça öngörü söz konusudur. Dolayısıyla söz konusu birlik çıkışı itibariyle ekonomi işbirliğinin yanı sıra askeri boyutları da kapsayan bir özelliğe sahiptir.
Rusya ve Ukrayna özgünlüğünde cereyan eden ama her geçen gün kıta Avrupa’sının tamamını etkileyen ve dalgaları Uzak Asya’dan Pasifik’e kadar yayılan savaşla birlikte, bu gelişmelerin bloklar bağlamında yeni “bilek güreşleri müsabakaları” olacağı aşikârdır. İster buna yeni bir soğuk savaşın başlangıcı, ister sıcak saha temasları diyelim, Ukrayna Savaşı dünyadaki ilişkilenme biçimlerinin düzlemsel olarak yeni bir evreye geçeceğinin işaretini vermiştir. O nedenle dün başlayan Şanghay İşbirliği Örgütü zirvesini dikkatle izlemek gerekir. Katı ve kategorik kararların çıkmayacağını tahmin etsek de güç dengelerinin dönüşümü açısından önemli bir zirve olduğu muhakkaktır. Yeni bir balans politikası üzerine yoğunlaşacak zirvenin kimi çıktıları ve çarpanlarının hem iç hem de dış politikada yeni denge arayışlarına ve araçlarına kapı aralayan bir nitelik taşıyacağı tahminler dâhilindedir. Sınırlı ölçüde bir etki yaratacak olan zirve mevcut siyasi dengeleri değiştiremese de dünyanın mevcut kutuplu halini daha da derinleştirecek bir izlek barındırmaktadır. İran’ın bu örgüte tam üye olarak kabul edilmesi bu bloklaşmanın mahiyetini göstermesi açısından önemlidir.
Zirvenin daimi üyeleri ve davetlileri denge değiştirici bir ortaklık kurmaktan ziyade her ülke kendi iç dengelerine ilişkin çözüm arayışları içinde katılım gösterecektir. Bu olgusal durum Rusya için geçerli olduğu gibi Çin ve diğer ülkeler için de geçerlidir. Zirveye davet edilen Türkiye açısından da durumu böyle değerlendirmek mümkündür. Her ne kadar Putin’in Erdoğan’ı davet etmesi Türkiye’yi Batı’ya karşı yanına çekme çabası olarak değerlendirilse de Türkiye’nin mevcutta yürüttüğü dış politika stratejisi tamamıyla bir denge politikasıdır. Aynı anda hem Doğu’ya hem de Batı’ya göz kırpma teşebbüsüdür. Lakin ŞİÖ’nün Türkiye’ye katacağı nesnel katkıların olmayacağını bilen Türkiye hariciyesinin safların netleştiği bir dönemde kendini Batı karşısında konumlandıracak bir pozisyondan kaçınacağı aşikârdır.
Bu sebeple de Türkiye’nin zirveye katılım şekli, sunacağı katkı veya beklediği destek küresel niteliklerden ziyade ülkenin iç dengelerini dizayn edici nitelikler üzerine kuruludur. Bu bağlamda da zirvenin Türkiye için ifade ettiği anlam ile örgütün daimî üyeleri ve Hindistan için ifade ettiği önem birbirinden çok farklıdır. Erdoğan pragmatist iktidar aklıyla her iki bloka da yaklaşmaktadır ancak nihai hedefi sadece içerideki iktidarını sürdürme dengesini kurmaktır. Hindistan için ise durum böyle değildir. Hindistan, Rusya ve Çin ile birlikte Batı karşıtı, denge değiştirici yeni bir küresel düzen inşa etmeyi arzulamaktadır. Çünkü Ukrayna özgünlüğünde devam eden Avrupa “iç savaşı” Rusya’yı Çin’e yakınlaştırmış ve Çin’e karşı somut bir adım atmaya itmiştir. Nihayetinde 2017 yılında Hindistan ve Pakistan, Şanghay İşbirliği Örgütü’ne davet edildiklerinde birçok uzman ve analist öteden beri birbiriyle anlaşamayan bu iki ülkenin birliği bozacaklarını, Pekin ve Yeni Delhi’nin tarihsel çelişkilerinin bu ittifaka iyi gelmeyeceğini ve hatta dağıtacağını öngörmüşlerdi.
Bu değerlendirme ve tahminlerin doğru çıkmadığını bugün hep birlikte görüyoruz. Çoğu konuda uzlaşamayan ve Himalaya hattında hala zorlu rakipler olarak bilinen Hindistan ve Çin’i içeren böylesi bir ittifakın gerçek anlamda ne denli uygulanabilir olacağı ise hala merak konusudur. 2020 baharında Hint-Çin sınır çatışması Himalayalar’ın tepelerinde kanlı sahnelere dönüştüğünde bile ŞİÖ’nün esas ruhu o derin çatışmaların gölgesinde kalmamıştı.
2020 yılında küresel jeopolitik sınırlar bu kadar keskinken birliğin ruhu ayakta kaldıysa 2022 yılının bir dönüm noktası olma olasılığı bir hayli yüksek olabilir. Nitekim AB başta olmak üzere Batı’nın Hindistan ile yapıcı ilişkiler kurma çabalarına rağmen Yeni Delhi’nin tarihsel münakaşalarına karşın Pekin ile birlik içinde olma istencini denge değiştirici bir yönelim olarak görmek gerekir. Dolayısıyla birliğin bu seneki zirvesine baktığımızda da Yeni Delhi ve Pekin’in rekabetlerini ikinci plana atarak her iki tarafın da birliklerini Himalayalar’daki çatışma hattından çektiklerini görüyoruz. Yakınlaşmanın esas sebebi ise Hindistan’ın artık proaktif bir küresel siyaset yürütmeye karar vermesidir. Yeni Delhi ise artık kendisini Batı’nın bağımlı bir uzantısı olarak değil, çok kutuplu bir dünyada başlı başına bir güç olarak görmektedir ve o şekilde konumlandırmak istemektedir. Moskova’yla Pekin, Pekin’le Delhi ve Tahran’la İslamabad arasındaki anlaşmazlıklar ve çatışmalar ne olursa olsun hepsini bir arada tutan beynelmilel şey, Batı blokuna karşı bir duruş sergileme isteğidir. Başarılı olup olamayacağını ise tabii ki zaman gösterecektir. Bütün bu ülkeler arasında hala çoklu krizler ve birden fazla çatışma zeminleri olsa da ŞİÖ çerçevesindeki bir işbirliği Türkiye haricinde bütün bileşenlerin işine yarayacaktır.
ŞİÖ için bir diğer önemli kilometre taşıysa Semerkant’taki zirveye İran’ın katılmış olmasıdır. Batı’nın yıllardır bir yaptırım savaşıyla etki gücünü kırmaya çalıştığı İran, bu girişimle hem dış dünyaya hem de içeride oluşmuş sıkıntılara yeni perspektifler açmayı amaçlamaktadır. Dolayısıyla Yeni Delhi’nin birliğe dahiliyeti ve Tahran’ın katılımı transatlantik güçlerin Orta Doğu’daki eski hâkimiyetlerini koruma şanslarını daha da azaltmaktadır. İran başta olmak üzere Doğulu güçlerin kendi aralarındaki tarihsel, dinsel ve stratejik farklılıkları bir kenara bırakıp kendi aralarında bir konsolidasyon kurma çabaları, kategorik olarak Doğu ile Batı’nın tarihsel güç ilişkileri ve dengelerinin günümüzdeki izdüşümü olarak değerlendirilebilir.
Semerkant’taki zirvede öne çıkması beklenen diğer önemli bir husus da ŞİÖ ile Arap Birliği’nin yakınlaşma beklentisidir. Hâlihazırda “diyalog ortağı” olmak isteyen Suudi Arabistan, Katar ve Mısır’dan daha net bir beyanla ortaya çıkan Birleşik Arap Emirlikleri uzun bir süredir tam üyelik fikrini düşünmektedir. Körfez ülkelerinin çoğunun hem Batı’ya olan tek taraflı bağımlıktan kurtulma, hem kendi iç çelişkilerini giderme hem de İran’la olan şiddetli çatışmaları kontrol altına alabilmek adına ŞİÖ fikrine sıcak baktıklarını belirtebiliriz. Yeni bir perspektif olarak Çin, Rusya ve Hindistan’la daha yakın işbirliği Körfez Arap Devletleri için bir çerçeve haline gelebilir. Nitekim birliğin aktör figürleri bu yolla Batı egemenliğini küresel bağlamda kırmak ve dizginlemek için yeni bir blok inşa etmektir. Dolayısıyla devam eden ŞİÖ Zirvesinde bütün katılımcı ülkelerin kendilerine has plan, proje ve beklentileri olduğu muhakkaktır. Bu zirveyi başlatanların temel amacı ise Batı’ya karşı etkili ve güçlü bir Asya ekseni oluşturmaktır.
Zirveye Putin tarafından davet edilen Erdoğan ise Doğu’yla Batı arasında bir denge politikası arayışı içinde olduğu görünümü verse de esas konsantrasyonu iç siyaset bağlamında ne elde edeceğidir. 2012’de diyalog ortağı olarak kabul edilen Türkiye “gözlemci ülke” olarak birliğin zirvelerine katılmış olsa da bugüne kadar herhangi bir ilerleme kaydedilmemiş olması Türkiye’nin nasıl bir denge siyaseti peşinde olduğu hususunu açığa çıkarmaktadır. Doğu ile Batı arasında bir köprü olduğunu varsayan Türkiye’nin pozisyonunun bu dengede mi kalacağı yoksa tarihsel Batı aksı etkisinde mi kalacağını sadece uluslararası ilişkiler değil aynı zamanda Türkiye’nin iç siyasetindeki gelişmeler belirleyecektir.
O nedenle Türkiye’nin bugüne kadar izlediği dengeci tutumunu sürdüreceği görüşü ön plana çıkmaktadır. Dolayısıyla bu yılki zirveye “misafir katılımcı” statüsü ile katılan Türkiye’nin Ukrayna Savaşı’nın başlaması ile beraber yeniden yeni bir küresel siyasi denge arayışına girdiğini görsek de içerdeki sıkışmışlık ve rejimin ülkeyi yönetememe hakikati onu denge kurucu bir güç olmaktan alıkoymaktadır. Erdoğan’ın birlikle (ŞİÖ) kurduğu ilişki ilk günden beri tarihsel olmaktan ziyade konjonktürel nitelikler üzerinden inşa edilmiştir. Bugün de zirveye katılım düsturunun aynı perspektifler doğrultusunda seyir edeceği kuvvetle muhtemeldir. Çünkü Türkiye bir yandan kuruluşundan bu yana siyasi ve jeopolitik olarak Avrupa-Atlantik kurumlarıyla bütünleşme hedefine odaklanmış bir ülkedir diğer yandan da kendi jeostratejik ve jeopolitik konumunu aynı kurumlara çok daha pahalıya pazarlayabilmektedir.
Türkiye’nin stratejik devlet aklı coğrafik konuma göre ilişkilenmez, kendi dinamikleri üzerinden potansiyel ortaya çıkaran ve hareket eden bir yapı değildir, her yönüyle Batı’ya bağlı ve onun bir dediğini iki etmeyen bir sosyal kurgudur. Bu ve buna benzer bağlam noktalarından hareketle Erdoğan ve ekibinin ŞİÖ ve Batı kurumlarıyla ilişki kurarken bütün denklemi iç siyasetin dizaynı ve iktidarın sürdürülmesi saiki üzerine kurduğunu söyleyebiliriz. Erdoğan bugüne kadar bütün uluslararası ilişkilerini artı ve çarpanlarıyla iç siyasette gücünü tahkim etmek için kullanan bir lider olmuştur ve bunu her koşulda devam ettirecektir. Daha önemlisi ise tarihsel nedensellik içeren büyük denklem kuramlarının yeniden piyasaya sürüldüğü bir dönemde bilek güreşleri birçok yerde devam edecektir. ŞİÖ’nün sembolik görünümü Doğu bloku ülkelerinin kendi aralarındaki farklılıkları bir kenara bırakıp Batı’ya karşı güçlü bir işbirliği arayışını ortaya koysa da bunun Batı tarafında nasıl sembolik bir işbirliği görüntüsüyle karşılık bulacağı önemlidir. Zira bir süredir dağınık olan Batı aksı Ukrayna-Rusya Savaşı ile beraber yeni bir toparlanma arayışına girmiş, farklılıklar bir tarafa bırakılmıştır. Bu zirve ile ortaya çıkan görüntünün, Batılı güçler arasındaki işbirliğini de tetikleyeceğini söylemek mümkündür.
Azad Barış kimdir?
Dr. Azad Barış, sosyolog, akademisyen, yazar, aktivist ve Spectrum House Araştırma ve Düşünce Kuruluşu Genel Direktörü. Lisans ve yüksek lisans derecelerini Hamburg Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nden, doktora derecesini ise felsefe alanında Leuphana ve Ruhr Üniversitesi’nden almıştır. Leuphana Üniversitesi’nde Kültürlerarası İletişim ve Uygulamalı Kültürel Çalışmalar alanında öğretim görevlisi olarak görev yapmıştır. 1998’den beri Êzidîler başta olmak üzere azınlıklarla ilgili birçok projede yer almıştır. Avrupa içi entegrasyonu, neoliberalizm ve sosyalizasyon teorileri başta olmak üzere sosyal bilimler alanında çalışmalar yapmaktadır. Ayrıca azınlıklarla ilgili kültürel antropolojik ve inanç kökenleri üzerine birçok çalışması bulunmaktadır. Bugüne kadar uluslararası birçok gazete ve dergide makale ve yazıları yayınlanmıştır. Kuruluşlarından itibaren Yeni Yaşam Gazetesi’ne ve Gazete Karınca’ya yazılar yazmaktadır.