Bugünkü mevcut siyasal rejim son 20 yılda devletin yönetim aygıtlarını tamamıyla ele geçirdikten sonra Cumhuriyetin kurucu kodlarıyla uyumlu bir şekilde, Türkiye sınırlarını da aşıp bölgede hegemonik bir strateji inşa ederek sahanın tamamına siyasal İslam ideolojisine göre etki etmeyi temel bir program olarak önüne koydu. Özellikle Suriye iç savaşının ortaya çıkmasıyla beraber Kürtlerin büyük bedeller ödeyerek elde ettikleri kazanımlara yönelik bütün Kürtleri hedef alarak bölgeye dönük askeri saldırılarını sıklaştırmaya başladı.
Arap baharıyla başlayan, Mısır İhvanıyla birlikte harlanan radikal İslami kesimlerin yelkenlerine sürekli üfleyen Türkiye öteden beri fıtratında yer edinmiş mutlak egemenlik arzusu yeniden aktifleştirmeye başlamıştır. Velakin Federe Kürdistan Bölgesel Hükümeti’nin uluslararası kabulü ve bunun yanı sıra Suriye’de ortaya çıkan Rojava olgusal hakikati Türkiye’nin Orta Doğu üzerindeki planlarını sekteye uğrattığını yılda birkaç kere yapılan milli güvenlik toplantılarından gözlemlemek mümkün.
O nedenle Türkiye’nin bölgeye dönük saldırıları ve Rojava’yı yeniden işgal etme tehdidi Türkiye’nin tarihsel beka siyasetiyle alakalı bir durum olarak ön plana çıkmaktadır. Bu olgusal durumun en önemli bulgularını ortaya çıkaran hakikat ise Türkiye’nin kesintisiz bir şekilde bölgeye, daha doğrusu Kürtlere askeri hareket tehdidinde bulunmasıdır. Dolayısıyla saldırıların ana ekseni salt rejimin içerdeki sıkışmışlığı değil, başat motivasyon tarihsel Kürt düşmanlığıdır. O nedenle söz konusu askeri hareket kapsamı nedeniyle salt Rojava’yla sınırlı kalmayacağı, nihai olarak bütün Kürtleri hedef alacağı oldukça açıktır.
Kürtlerin kendi kaderlerini tayin etme hakkı ve hatta ondan daha minör kimi temel hakları her koşulda Türkiye’nin milli bekasına tehdit olarak tarif etmenin izahı budur. Bu tarihsel siyasetin en son örneğini ise NATO genişleme kapsamında İsveç ve Finlandiya üyeliklerine karşı çıkma gerekçelerinde görebiliyoruz. O nedenle bir saldırı teşebbüsünde bulunulacağı kuvvetle muhtemeldir. Öngörülemez ve uzun bir savaşa dönüşme riski ve bu saldırı tehditlerinin siyasal iktidarı bir süre daha iktidarda tutmaya hesabı yapılabilir ama çatışmalar derinleştikçe devletin bütün tafsilatlıyla derin bir çöküşe gitme ihtimali oldukça yüksek.
Muhtemel bir operasyonun organizasyon şekli, kapsam ve sunuşu Türkiye’nin kendi başına belirleyemeyeceği bir karaktere sahip. Bu operasyon hem yereldeki unsurların direniş enerjilerine hem de küresel siyasi denklemlere bağlı olarak şekillenecektir. Buradan hareketle dört ana eksen etrafında Türkiye’nin saldırı tehdidi ve operasyon imkanlarını tahlil etmek mümkündür.
Küresel dinamikler
2022 yılının başında Ukrayna ve Rusya arasında sıcak çatışmaya dönüşen, Çin, Kore, ABD, AB gibi ülkeler arasında dozajı tırmanan bir gerilim küresel siyaseti etkiledi. Devletlerarası ilişkiler diplomasi, diyalog, müzakere ve uluslararası egemenlik hakkı bağlamında evrensel yasalara riayet etmek üzerinden değil, büyük oranda cebir ve güç kullanımı üzerinden şekillenmektedir. Devletlerarasındaki bu yeni dalga bir yanda Doğu Avrupa diğer yanda Orta Doğu başta olmak üzere dünyanın birçok yerinde sıcak çatışma risklerini gittikçe artırmaktadır. Paylaşım ve bölüşüm savaşı, tarihin birçok döneminde olduğu gibi bugün de cebir ve güç kullanımı üzerinden yeniden şekillendirilmektedir. Özellikle 22 Şubat’tan sonra Ukrayna’da Rusya’nın askeri operasyonuyla birlikte ortaya çıkan yeni durum, küresel siyasette hâkim bir metot olarak ön plana çıkmakta, devletlerarası ilişkileri belirlemektedir. Yeni dönemin bu siyaset tarzı, önümüzdeki dönemi de büyük oranda etkileyecektir.
Dünyanın birçok yerinde olduğu gibi Orta Doğu da benzer şekilde bugün devletlerle devlet dışı aktörler arasında irili ufaklı çatışmaların yaşandığı önemli merkezlerden biridir. Uzunca bir süredir çatışmalı bölgelerden biri olan Orta Doğu, küresel güç bölüşümünün de önemli merkezlerinden biri olma özelliğini korumaktadır. Özellikle Suriye, Irak, Yemen ve Libya başta olmak üzere, devletlerle devlet dışı aktörler arasında uzunca bir süredir yaşanan çatışmalar, aynı zamanda arka plandaki küresel güç diziliminin de bir sonucu olarak değerlendirilebilir.
Küresel dengeler, yerel ve bölgesel dengeleri belirleyen önemli faktörlerden biridir. Dünya siyasetinin bir süredir yörüngesine girdiği savaş ve çatışma koşullarının merkezlerinden biri de Türkiye ve Türkiye’nin de yer aldığı bölgesel denklemdir. Hem Irak hem İran hem de Suriye sınırları bugün askeri operasyonlara sahne olmaktadır. 2016’dan sonra fiili olarak Suriye sınırlarında askeri güç kullanan Türkiye, 40 yıla yakın bir süredir de Irak sınırında askeri üsler kurarak, sınır ötesi operasyonlar gerçekleştirerek bölgedeki varlığını etkin kılmaya çalışmaktadır. Tarihsel Kürt ve Kürdistan politikasının temel sacayaklarını oluşturan bu askeri denklem ve siyasi hedef, bugün Türkiye siyasetinin ana odaklarından biri olmuştur.
Son olarak 17 Nisan’da Federe Kürdistan Bölgesi’ne yönelik gerçekleştirilen askeri operasyon, dünyada sıcak çatışma şartlarının büyük ivme kazandığı bir dönemde gerçekleştirilmekte ve bu açıdan dünyadaki konjonktürle uyumluluk göstermektedir. Bu durumun ıskalanmaması, operasyonların mahiyetinin anlaşılması ve ona göre tutum alınması noktasında oldukça önem arz etmektedir.
Federe Kürdistan Bölgesi’ne yönelik operasyon sadece bugün değil son 40 yılda Irak, İran, Suriye gibi devletlerin yönetimlerinin temel konularından biridir. Hatta yüzyılın başında kurulan anlaşmalar vepaktlarla bu ortak tutumların güncelliğini koruduğunu söylemek mümkün.
Her şeyden önce Federe Kürdistan Bölgesi’ne yönelik operasyonların uluslararası anlaşmalar, komşu ülke hukukları açısından bir egemenlik ihlali olduğunu belirtmek mümkün. Küresel siyasette oluşan ve egemenlik hakkının yerine cebir ve güç kullanımının egemen olduğu bir dönemle beraber, bu politikanın sürdürülmesinin koşulları daha da olgunlaşmaktadır.
Bölgesel dinamikler
Türk Kürt ilişkileri yahut PKK ile Türk devleti arasındaki 40 yıllık çatışma koşulları en başından beri, bölgesel gelişmelerin, bölge ülkeleri arasındaki ilişkilerin sonuçlarına göre gelişim göstermiştir. Bölge ülkeleri arasındaki siyasal menfaatler ve egemenlik mücadelesi PKK ile Türk devleti arasındaki savaş ve çatışma koşullarını da önemli oranda belirlemiştir. Büyük bir bölgesel değişim olmadığı sürece bu denklemin uzunca bir süre hakim bir denklem olacağını belirtmek mümkündür.
Türkiye ile Irak devletleri farklı siyasal ve ideolojik hareketlerin, bölgesel ve küresel gelişmelerin etki alanına girse de PKK ile mücadele konusunda örtük bir konsensüse göre ilişkilerini düzenleyen iki devlet. Türkiye’nin KDP ve Kürdistan Bölgesel Yönetimi ile ilişkileri ve İran’ın Bağdat’taki yönetimler üzerindeki etkisine bağlı olarak PKK ile Türkiye arasındaki savaş ve çatışma da bu etkinin sonuçlarına göre şekillenmiştir. Kürtlerin siyasal özne iddiası bu iki ülkenin bütün çelişki ve farklılıklarını bir kenara bırakarak ortak hedefler belirlemesini kolaylaştırmaktadır. Bu durum bölgesel güç ilişkilerinin ana odağını göstermesi açısından önemlidir.
Özellikle son zamanlarda İran’ın etki alanına giren Bağdat yönetimleri her ne kadar Türkiye’nin bölgedeki yayılmacılığından rahatsız olsa da ortak bir hedef olarak Kürtler konusunda ortak tutumlar geliştirme kabiliyetleri oldukça yüksek. Özellikle 10 Ekim 2020’de imzalanan Şengal Anlaşması bu ortaklığın tarihsel arka planı ve güncel örneklerinden biri olarak bugünkü gelişmeleri anlamamıza katkı sunabilir. Üstelik Türkiye’nin Irak ile tarihsel çelişkileri bulunan KDP’yi de bu uzlaşıya dahil ederek çıtayı oldukça yükselttiğini de söylemek mümkün. Türkiye’nin Güneye yaptığı son operasyonlarla eş zamanlı olarak Irak’ın Şengal’e yönelik gerçekleştirdiği askeri hareketlilik bu durumu çok net bir şekilde ortaya koymaktadır. Bu durumun önümüzdeki dönemlerde Rojava’ya saldırı dahil yeni birçok dinamiği ortaya çıkaracağını belirtmek mümkündür.
İran faktörü Türkiye’nin bölge siyasetinin temel hedeflerini ve stratejik açılımlarını anlamak açısından oldukça önemlidir. Türkiye’nin hem Batı aksı ile ilişkileri hem de İsrail ile kurduğu dengeler bu ilişkilerin mahiyetini önemli oranda belirlemektedir. Türkiye’nin son zamanlarda Federe Kürdistan Bölgesi’ne yönelik gerçekleştirdiği operasyonlar ve bölgede askeri varlığını güçlendirmesi, ortak bir hedef olarak Kürtler bağlamında İran’ı memnun etse de, İran’ın egemenlik iddiasının olduğu bölgelerin Türkiye’nin hakimiyetine girmesi dolayısıyla da rahatsızlık konusudur. Son operasyonlara İran’ın sessiz kalması, yaşanan operasyona destek olarak da yorumlanabilir, lakin bu yayılımın nereye varacağı konusu oldukça önemlidir. Zira Türkiye’nin Misak-ı Milli sınırları içinde yer alan, egemenlik arzusunun olduğu Musul ve Kerkük, Halep ve Şam bugün dolaylı ya da doğrudan bir şekilde İran’ın da etki alanında.
Türkiye’nin iç dinamikleri
Cumhuriyetin kurucu kodlarının uygulayıcısı pozisyonunda olan Erdoğan yönetimi devletin tarihsel statükocu konseptini yeniden yorumlayan ve bölgesel koşullara uygun hale getirerek öteden beri yürütülen egemenlik arayışlarını temsil eden bir odak olarak ön plana çıkmaktadır. Son askeri operasyon Erdoğan’ın yeniden kurduğu devletin küresel ölçekte daha fazla söz sahibi olabilmek için bölgesel düzlemde kurmak istediği hegemonya projesinin önemli bir parçasıdır. Başka bir ifadeyle bu son saldırı ve seferber edilen askeri teçhizat ve donanımı söz konusu bu hegemonya projesinin gerçekleşme hamlesi olarak okumak gerekir. Söz konusu projenin hayata geçmesi durumunda uluslararası arenada zedelenmiş itibarın yeniden tesisi hem Erdoğan’ın hem Türkiye’nin prestijinin yükselmesini sağlayacak hem de içeride milli beka miti etrafında bir konsantrasyon sağlayacaktır.
Muhalefetin bu askeri saldırıları savunması ve Erdoğan’ın arkasına dizilmeleri söz konusu bu bekanın işlediği anlamına gelmektedir. Bu önemli noktayı özellikle yeniden düşünüp analitik bir akılla ele almak gerekir. Ülkenin hemen hemen her konusuyla hemhal olmuş insanlar olarak bu çatışmanın yaşandığı günden bugüne kadar PKK’nin en uzun süre Türkiye içinde eylemsiz kaldığı bir dönemde böylesi büyük bir topyekûn savaşa neden ihtiyaç duyulduğunu hiç kimse sorgulamıyor ne yazık ki. Bütün muhalif partiler dahil herkesin bu harekete destek vermesi oldukça tehlikeli bir durum olarak ön plana çıkmaktadır.
Türkiye içeride önemli siyasal, toplumsal, ekonomik ve idari bir değişimden geçmekte ve son 7 yılda gittikçe ivme kazanan bir otoriterleşme dalgasının etkisi altında. Bu dalga içeride siyasal ve iktisadi bir altüst oluş yaratmakta. Özellikle savaş ve emperyal yayılıma yapılan iktisadi yatırımlar ve kaynakların kullanımı içeride büyük iktisadi ve idari sorunlar yaratmaktadır.
Rojava ‘ya yönelik yapılması planlanan yeni askeri operasyon, Erdoğan yönetimi açısından Türkiye’de oluşan bu sosyal, siyasal ve ekonomik tabloyu kamufle etme, ilgi ve odağı başka bir noktaya taşıma açısından da oldukça işlevsel bir konu olma özelliği taşımaktadır. Milliyetçi histeriyi beslemenin önemli bir aparatı olan savaş, otoriterliğin kurumsallaşmasının da imkanlarını ortaya çıkarmaktadır. Muhalefetin bu arayışa gönüllü olması bu kurumsallaşmayı kolaylaştırdığı gibi muhalefeti de baskılamanın aracına dönüştürmektedir.
Kürtler arası dinamikler
Kürt politik aktörlerinin birbirleriyle ilişkileri uzunca bir zamandır hâkimiyeti altında bulundukları güçlere ve küresel güç dizilimine göre şekillenmektedir. Farklı siyasal ve ideolojik programlara sahip olan Kürt politik aktörlerin bölge ülkelerinin güç tahkim etme mücadelesine bağlı olarak aralarındaki ilişkiler değişmekte ve çatışma potansiyelleri gelişmektedir. Zaman zaman sıcak çatışmaya dönüşen ve Kürt kolektif hafızasında derin yaralar açan bu ilişkiler, uzunca bir süredir atıl halde durmaktadır. IŞİD’in 2014’ten sonra bölgede yarattığı korku ve taşıdığı risk potansiyelinden dolayı Kürt politik aktörler arasındaki ilişkiler kısmen yumuşasa da, IŞİD’in askeri varlığının ortadan kaldırılmasından sonra bu durum yerini yeni gerginliklere ve bölgesel güç dizilimine bıraktı.
Kürt politik aktörleri arasındaki ilişkiler farklılık gösterse de son yapılan askeri operasyonlar, KDP’nin varlığını ve siyasal konumlanışını tekrar tartışmaya açtı. Özellikle 2015’ten sonra Türkiye’nin bölgeye yönelik yayılmacı arayışının aparatlarından biri olan KDP, tarihsel olarak PKK ile yaşadığı politik ve ideolojik farklılığı ve güç bölüşümü meselesini Türkiye’nin de desteğini alarak kendi lehine çevirmeye çalışmaktadır. Dahası askeri operasyonlara doğrudan katılımı yahut lojistik destek sunmak gibi pozisyonları bu durumu oldukça ayyuka çıkarmıştır.
YNK her ne kadar bu süreci onaylayan bir pozisyonda olmasa da tarafsız kalarak KDP’nin daha çok Türkiye’nin etkisi altına girmesine sebep olmaktadır. KDP ile PKK arasındaki çatışma riskinden siyasal bir çıkar hedefleyerek bu süreçteki rolünü oynamaktan uzaktır. Hem Güneye yönelik devam eden askeri operasyonlar hem de Rojava’ya yönelik tehditlerin etkisi ve sonuçları itibariyle Kürt politik öznelerinin Bakur, Başur ve Rojava’daki iç ilişkilerini de değiştirme ihtimali de taşımaktadır.
Federe Kürdistan Bölgesi’ne yönelik askeri operasyon ve sonrasında Kürt politik aktörleri arasında başka bir boyuta geçen iç ilişkilerin muhtemel gidişatın, uzunca bir süredir söylemsel düzeyde de olsa gündemde olan Kürt birliğini olumsuz yönde etkileme ve Kürt politik özneler arasındaki diyalog kanallarını tamamen ortadan kaldırma ihtimali de oldukça yüksektir.
Son dönemlerde Erdoğan’ın ifade ettiği, Rojava’ya karşı herhangi bir askeri müdahalenin meydana gelmesi durumunda dünyadaki bütün Kürtlerin ayağa kalkması ve ortaya çıkaracağı etkinin büyüklüğü daha önce Kobani özgünlüğünde deneyimlenmiş bir sürecin fragmanı olarak düşünülebilir. O nedenle Kürt politik öznelerinin halk arasında ortaya çıkacak sahiplenme ve birlik sinerjisi karşısında mevcut tutumlarını sürdürmelerinin imkanları oldukça azalacaktır. Çünkü Rojava 21. yüzyılın Kürt kazanımlarının ana eksenini ve değerler merkezini oluşturmaktadır. Buraya yönelik bir saldırının etkileri de oldukça çok yönlü olacaktır. Bu hakikat hem Güney, hem Kuzey, hem Doğu hem de Batı’daki gelişmeleri birebir etki edeceği muhakkaktır.