Ruşen Seydaoğlu
Sanatın radikalliğini ya egemenlerin inşa ettiği topluluk içinde tekil-bireysel kalabilmek ya da topluluğun zararına olana bireyi görünmez kılarak itiraz etmek gibi iki ayrı kutupla açıklamanın dışında bir yol, 3. bir yol daha olabilir. Çünkü benzersiz bir mevcudiyet, görünme ve kayda geçme performansı olarak sanatın radikalliğinde bireyin, kolektifin parçasıyken hâlâ birey kalabilme, ticari estetizasyona karşı alışıldık olanı yırtabilme gücü vardır.*
Sanatın bu versiyonu, öğretilmişliklere, verili düzene ve bunların yaratıklarına yeniden bakmayı, bozarak bakmayı ve bozduğu alanda unutturulanları hatırlayarak bir araya gelmeyi sağlayabilir. Bu imkân aslında sanatın politik tandansına dayanır. Sanat ve politikanın ittifakını ayıran bakış açısı karşısında ilişkisel estetiği yeniden kurar; ancak ilişkisel estetik, sanat kendine yeter demez, sanatın tek başına hayatı dönüştüreceğini de reddeder, sanat ortak olanı yeniden oluşturmak için fiziksel ve imgesel müdahalelerde bulunabilir der. Egemenlerin sanatın nasıl ve nerede icra edileceğini, izleneceğini düzenleyen kuralları karşısında yeni ve sonsuz denemeler yapar.
Resim tuvale çizilmeyebilir, film sinema salonlarında izlenmeyebilir, orkestralar devasa konser salonlarında çalmayabilir. Beden tuvale, bir eylem alanı yeriyle ve göğüyle pekâlâ perde ve sahneye dönüşebilir. Bu olurken dayatılan ters yüz edilir, mekân yeniden kurgulanır ve verili olana mecbur olmadığımız ortaya çıkar. Bahsettiğimiz gücü tarihin sanat dehaları, iyi eğitimliler, aristokrasinin temsilcileri, modern muhalif sanatçılar dışında bazı isimsiz kesimler de açığa çıkarabilir.
Duvar yazılaması, isimsizlerin izleyici olmaktan çıktıkları, oyuncu haline geldikleri, verili olanı aşarak yeninin yaratıcısı oldukları bir edimdir. Bunu yaparken edebiyatı, resmi, sinemayı ya da başka bir sanatı devreye koyabilirler ama bunları birleştirme kaygıları yoktur. Sanat bozma-yeniden kurma potansiyeli ve politik olanı ortaya çıkaran araçsallığıyla oradadır. Bu performansla sınır, özel mülkiyet ve kentleşmenin sembolü olan duvar “kâğıda, tuvale” dönüşürken “hiç kimse” olan özneleşir, hiç kimse olanın “sözü” topluma ilan edilir, anlam kazanır. Türkiye açısından da Kürt, sol, anarşist, sağ-muhafazakâr gruplar, aşıklar, “itiraz” edenler ve “hiç kimse” olmayı sürdürenler varlıklarının en az bir döneminde, adını böyle koysunlar ya da koymasınlar; söz konusu ilişkisel estetiği üretmeye girişmiştir.
“Umut zaferden daha değerlidir” sözü yazınsalı aşarak sinemaya, Gelecek Uzun Sürer filminin sahnelerine taşınmakla kalmaz. Filmin mekânını, Sur’u bozmaya yeltenenlere Surlu hiç kimseler olarak bir cevap verilmiştir artık: biz buradayız.
“Dünya mavidir tıpkı bir portakal gibi” ya da başka bir ifadeyle “dünya portakal rengi, dünya mavi” diyen Paul Eluard’ın zihni tüm kalıplara karşı durarak esnetmeye, özgürleştirmeye dair bu sürrealist davetini seçkinler ne kadar duymuştur bilinmez. Hiç kimse olanlar ise daveti kabul ettiklerini “sözü sahiplenerek” mavi bir duvara taşımıştır bile. Haliyle haddini aşmak, belli bir grubun tekelinde değildir artık.
Bazen de geleneksel olan seçilir. Evin içine, ailenin diline pelesenk olan beddualar aşka bulaştırılır, yetmez duvarlara yazılır; “ununa bir sözüm yok eleğini astığın duvar yıkılsın” derken seçkinlerin dünyasına, o dünyaya ait olmayanla, “bedduayla” sert bir giriş yapılır. Duvarın yuvayı inşa edemediği ama evi işaret ettiği bu çelişkili halden bir ayrılık serzenişi çıkar. Sanatın ortak olanı yeniden oluşturmak için fiziksel ve imgesel müdahalelerde bulunmasına geleneksel nağmesiyle ayrılık acısı da dahildir artık.
Hem zaten egemenlerin verdikleri ne varsa-kuralları, mekânları ya da ahir zamanlılığı- inkâr edip, “sen”i tekil bir sen olmaktan çıkartıp bizi kurmaya, gidilen yeri her bir bireyin parıldadığı kolektife dönüştürmeye, bizim olanı geri almaya kabil olmak “verili düzeni inkâr edip sana geldim” diyebilmekten geçmiyorsa; yolu nerededir ki?
Salt yazılan cümleler açısından değil nereye yazıldıkları boyutuyla da tüm bu yazılamalar radikal sanatın parçası sayılmaya değerdir, elbette. Kentleşmenin toplumu-kültürü değiştirmekle olan ilgisini akılda tutarak; şehir merkezlerindeki o tertemiz duvarları “kirletmek” ya da kentleşmeye dirense de duvarlardan kurtulamayan mahallelerde kaybettirilenleri hatırlatmak… Mekân, edimi güçlendiriyor.
Velhasıl, duvara yazmak, devletli toplumun bildiği tek devrim olan siyasal devrimin yerine herkesin birbiriyle uzlaştığı değil duyumsamanın ortaklaştığı yeni bir devrimi çağrıştırıyor. Hem toplumun hem de sanata doğrudan erişebilenlerin ortak deneyimlerini ve inanışlarını egemenlerin bürokratik formlarından sıyırıp unutturulanı duyumsanabilir kılmayı vadediyor.
Sanatı endüstrileştiren, kültürel öğeleri ranta alet eden kitlesel sergiler; toplumun sanatın dışına itildiği, seçkinlerin hizmetine sunulduğu öğretiler ve diğerleri… İşte! duvara yazmak, hepsine karşı “kirli” olanın, “kabul edilemez” olanın, “unutturulması” gerekenin üzerinden yükselmiş o “temiz” alanı bozarak, ortak olanları hatırlatıyor.
***
Haftaya; Duvarlara Yazılanlar-II Hatırlatanların Cinsiyeti
Ancak… Hiç kimseyken bile erkek olduklarını hissettiğimiz duvar yazıcılarıdır bunlar. Peki ya kadınlar?