Ruşen Seydaoğlu
Demeter’in sinesine doğru sol koluyla sıkıca sardığı buğday demeti ve sağ elindeki bilgelik asası ekmek kavgasının en estetik sunumu olarak bugün hâlâ bize bir şeyler anlatmaya çalışıyor olabilir.
Sırf saçımıza takıp ortalarda salınmayı da seçebilecekken o buğdayı ekmiş, büyütmüş, topraktan çekmiş, öğütmüş, ıslatmış ve nihayetinde ekmek yapmış olmak haybeden bir deneyime tekabül etmiyor. Neyi, nasıl ve ne kadar üreteceğine toplumun kendisinin karar verebilmesinin anlamını gösteriyor. Ürettiğini değerlendirirken neden araya başkalarının girmemesi gerektiğini açıklıyor. Tüm bunların toprağa ve toprağın verdiği ürüne yüklenen anlamla bir bağı olduğunu anlatıyor.
Günah diye yerden kaldırılıp öpülen, yüksek bir yere konulan ekmekten bahsediyorum. 250 gramının 4 TL olduğu, değerin para ile ölçüldüğü, o paranın da pek kimsede olmadığı şu akıl tutulmasına varana değin nasıl da kırıla kırıla geldiğimizden. Elimizi kattığımız hamurla olan arkaik bağımızdan. Elimizin hamuruyla “erkek işlerine” bugün de karışan yanımızdan bahsediyorum.
Günah sanılan sadece dinlerin günahı olmayabilir. Belki de ekmek varoluşun, var kalmaya devam etmenin tarihsel bir yolu-değeri olduğu için üzerine basılıp geçilmiyordur. Kim bilir toplumların hafızasına ne kadar müdahale edilirse edilsin belki de tortusuyla bile taşımıştır, kutsallığı. Tanrıların, şirketlerin, patronların değil de toplumun olan kutsallığı…
Ya da ekmeği çalmak, parasını ödemeyerek değil hamuru yapan eli, kadının elini, işçinin elini kesmekten gelmiştir, geçmiştir. Tarihin ilk hırsızları belki de tüccarlardır. Zamanla şirket patronlarına dönüşen tüccarlardır. Ekmeğin bilgisini çalıp, ekmeği çalıp sonra da üreteni ekmeğe muhtaç hale getirenlerdir.
Orhan Kemal’in Ekmek, Sabun ve Aşk’ının Galip’i, yeşil yeşil gözleriyle gülümseyerek “bir kalıp sabunla iki somun gönderdim”[1]derken; Gülten Akın “Şimdi de onulmaz korkundur/Evde ekmeğin tükenmesi/Un biter, ekmek biter, gelsin ödünçler/Unutacak mısın yüreğim”[2] derkenelbette ekmeğin hamuruna yaşamı ve aşkı katar. Tortusu bile bu kadar etkilidir işte. Diğer taraftan ortada yoksulluk varsa ekmek hem karnı hem de yalnızlığı doyurabilir pekâlâ. En güzel ihtimalse direnişi doğurması, iktidarları devirmesi, alternatifleri kurmasıdır.
Doğuruyor, deviriyor, elbette kuracak da.
Kadınlar, erkekler, işçiler işte, çalıştıkları şirketlere baş kaldırıyor. Depoları işgal ediyor, iş yerlerini eylem alanlarına çeviriyor. Ekmeğin kavgasını vermek ne muhteşem bir meseledir, zeminin asıl sahipleri, üzerlerine basarak yükselenleri sallayarak hatırlatıyor. Tam da bu yüzden işçilerin somut, insani taleplerle yeniden başlattığı ekmek kavgasının an’da yaratabileceği dönüşümü, alternatif yaşamı bağrında taşıyan potansiyelini tartışmak gerekiyor. Bu mücadele hafızayı diriltiyor, eylemi başlatıyor peki kendisini nasıl diri tutacak?
Yoksulluk çalınanın geri alınacağı bir sistemi tetiklemeyene kadar “açlıkla” terbiye edilme riskimiz hep ensemizde duracak. Asgari ücreti 3 binden 5 bine yahut onlarca bine dönüştürelim demek, “yanlarındayız”, “destekliyoruz” demek ya da direniş alanlarına gidip birkaç saat halaylara-ki halayı asla hafife alamayız-katılmak orta sınıfın kalmadığı, herkesin yoksul olduğu bugün bile bizim onlardan kopuk bir biz olduğumuzu beslemekten öteye geçirmiyor. Öyleyse yoksul bir işçiye ya da işçi grubuna dünyayı tek başına değiştirme sorumluluğu yüklemeden, hep birlikte kapitalist modernitenin üretim-tüketim hiyerarşisini ve cinsiyetçi kurgusunu belinden kırmak zorundayız.
Yarının demokratik komünal ekonomisini kurmak için bugünün işçi direnişlerini topluma dayandırmak, yaymak çıkışın denemeye değer yolu gibi görünüyor. Üstelik toplumun tüm üreticilerinin bu direnişte yeri var, yapabileceği bir şey var. Başta kadim ekonomi bilgisiyle kadınların sonra da alternatif pazar için diplomasisi olanların, eğitimcilerin, sağlıkçıların, hukukçuların, sanatçıların, ev emekçilerinin, ekolojistlerin, devrimcilerin, herkesin. Çünkü dünyanın hiçbir yerinde dayanışma-direniş ekonomileri sadece beden gücüyle yürütülmedi, yürütülmüyor. Beden gücünün zihin gücüyle, politika yapma becerisiyle bütünleşeceği örgütlenmeler inşa edildi, ediliyor.
Satmak ve para kazanmak önemli bir parçası olsa da ekonomi kolektif üretimden ve bunun sürekliliğinden beslenmedikçe, inşası ve yönetimi topluma geçmedikçe tikel, dönemsel, sonradan iktidarlar tarafından geri alınabilir “kazanımlar”dan fazlası açığa çıkmıyor. Arauca’da[3] FARC-ELN kurtarılmış bölgeler yaratıp bu bölgelerin sürekli güvenliğini sağlamasaydı, direniş ekonomisini yürüten halk, ELN ve hükümet arasındaki rolünden, topluluğa dayalı varlığından-demokratik ısrarından vazgeçmiş olsaydı sonuçta çöplerin toplanmasından, ulaşıma, eğitime, sağlık ihtiyaçlarının karşılanmasına kadar geniş bir ekonomi örgütlenmesi yaratılamayabilirdi.
Yine Mondragon’da[4] Jose Maria Arizmendiarette rahiplik statüsünü bir kenara bırakıp devletin soykırım ve ekmekle terbiye etme politikalarına karşı Bask halkının dayanışma ekonomisiyle “kimlik” kazanabileceğini örgütlemeseydi, sadece beden gücü yetmez okul lazım deyip Eskola kurulmasaydı, kendi eğitimlerimizle oluşan zihinlerin yaratacağı ekonomi sistemine ihtiyaç var deyip FAGOR’un, küçük esnafların kapitalizmden kopması, bu ekonomiye dahil olması gerekir deyip Eroski’nin temelleri atılmasaydı Mondragon başka türlü bir yaşamın mümkün olduğunu gösteren örnekler arasında sayılmayabilirdi.
Aksine neden inanalım ki? Demeter’in sinesine sıkıca sardığı buğday demeti ile Arauca ve Mondragon arasında bir bağ var. İspanya’daki güncel fabrika işgalleriyle, İtalya’daki işgal komünleriyle bir bağ var. Arauca’da hükümetin politikalarına karşı durmakla kalmayıp onun yapamadığını yapmaya kalkışmanın; Mondragon’da katliamdan geçirilen bir halkın köylüsünü, çiftçisini, işçisini ürettiklerinin kimlikleri olduğu inancıyla bir araya getirmenin, bugün Türkiye’de depoları işgal etmekle, iş yerlerine direniş şenlikleri getirmekle arasında bir bağ var.
Bu bağla ne yapacağımız, zihnimizin ne kadar esneyeceğinin ve özgürlüğü ne kadar istediğimizin cevaplarından geçiyor. Aslında hiçbir şeye sahip olmamaya ama bir o kadar da zengin olmaya ne kadar cesaretimiz var, bunu sınıyor.
[1] Orhan Kemal, “Ekmek, Sabun ve Aşk” içinde Ekmek Kavgası, İstanbul: Everest Yayınları, 2012, 26.
[2] Gülten Akın’ın Küçük Kızın Türküsü şiirinden alınmıştır.
[3] Kuzeydoğu Kolombiya’da adını oradaki nehirden alan bir bölge. Savaş ve çatışma sürecinde örgütlenmiş kooperatifçilik- direniş ekonomisi örneği.
[4] Bask bölgesinde savaş ve çatışma sonrası örgütlenmiş kooperatifçilik-dayanışma ekonomisi örneği.