Bir yıl daha geçti. Uzun zamandır, siyasetin beklediği, çeşitli arka planlar, projeler, hedeflerle odak yaptığı o yıldayız artık. Beklenen yıl, 2023 geldi.
2022 de biterken son dakika gollerini atmayı ihmal etmedi. Gezi davasında istinafın onayladığı cezalar, HDP’nin hazine yardımının kesilmesi için somutlaşan hukuki girişimler, birçok Kürt siyasetçinin yargılandığı Kobani davasında alınan hukuk skandallarıyla dolu ara kararlar, TTB başkanı Şebnem Korur Fincancı’nın tutuklu yargılanmaya devam etmesi… Bunların hepsi yılın son haftasında yaşandı.
Peki hal böyleyken 2023’ten neler bekliyoruz?
Önümüzde bir genel seçim var. Üstelik, ülkenin yüzüncü yılında gerçekleşecek bu seçime ve seçim sonuçlarına, çok uzun zamandır büyük amaçlar doğrultusunda, büyük beklentiler yükleniyor. Sonuç ne olursa olsun, büyük olacak. Kesin olan tek şey bu sanırım, bu seçime/sonuçlarına dair.
Öte yandan, demokratik yönetim, siyasi mahpusların tamamının özgürleşmesi, genel af, ekonomik iyileşme, İstanbul Sözleşmesi’ne dönüş, bağımsız yargı inşası, eşit ve özgür bir toplum gibi gibi çok büyük başlıklarımız, beklentilerimiz var. Peki bunlar mümkün olacak mı? Ne ölçüde mümkün kılınabilecek? Sonu gelmeyen sorular, beklentiler ve beklentiler… Hiç kimse gerçekçi, ayakları yere basan, güçlü analizler, ön görüler yapamıyor.
Bütün bu büyük sorular şöyle dururken, neredeyse kesin olan ve sağdan sola herkesin hem fikir olduğu bir şey var ki o da bu seçimlerde HDP’nin seçim sonuçlarında belirleyici olacak olan gücü.
Öyle bir yerdeyiz ki, sistem var gücüyle bizi görünmez kılmaya, her hücremize kadar ezmeye, yok etmeye çalışıyor ama eş zamanlı olarak da şeklen de olsa, demokrasi süreçleri işletilirken ihtiyaç duyulan oy sayısına erişebilmek için oylarımız “gerekli”lik gösteriyor.
The Man in The High Castle (Yüksek Şatodaki Adam) diye bir dizi izliyorum bu ara. İkinci Dünya Savaşı’nı faşistler kazansaydı dünyanın hali ne olurduyu konu edinen bir dizi. Henüz bütün bölümleri izlemiş değilim ama şu ana kadar izlediğim bölümlerden anlaşıldığı üzere, eş zamanlı olarak farklı gerçeklikler var. Yani, bir gerçeklikte faşistler savaşı kazanmışken, birinde kaybetmişler. Bizim de içinde bulunduğumuz gerçekliğin alternatifleri bir yerlerde var mıdır, varsa nasıllardır, umarım varlardır diye düşünmeden edemiyorum tabii bu diziyi izlerken.
Seçimlere kim nasıl, hangi adayla, ne koşullar altında girecek tartışmaları sürüyor. Yine şekilli bir krizin içinde kafamız bulanıp gidiyor. Gerçek gündemimize, açlığa, yoksulluğa, eşitsizliğe, haksızlıklara kafalar, sorular yönel-til-miyor. Aday şu mu olacak bu mu olacak, aday kim olacak, HDP kime oy verecek sorularıyla sürekli muhatap bırakılan Kürtler, zorunlu ötekilik başrolünü üstlenmeye devam ettiriliyor. Toplumun temel ihtiyaçlarını merkezine alan bir seçim ve adaylık süreci ne yazık ki hala işletilemiyor. Bize oy vermeyip, diğerlerine mi kazandıracaksınız denilerek, el mahkum siyaseti Kürtlere dayatılıyor. Burada mesele edilmesi gereken şey aslında, Kürt sorunu ve temel birçok toplumsal sorunlarımızın çözümüne dair sizin vaatlerinizin ne olduğu olması gerekirken, eliniz mahkum denilerek başka bir otoriter rejim inşasıyla ilk adımlar atılıyor. El mahkum siyasetinin, Kürtler üzerinde bir etkisinin olmadığını yakın siyasi tarihimize bakılarak kolayca tespiti yapılabilir.
Geçtiğimiz günlerde, HDP’nin cumhurbaşkanı adayının bir kadın olması yönünde yürütülen tartışmalara dair yazılar yazıldı, haberle yapıldı. Bunun üzerine sosyal medyada yine akıl almaz sayılarca analizler yapıldı, fikirler yürütüldü. Aralarından ilgimi çekenlerinden biri de şöyle bir “felaket senaryosuydu”; ya CHP İmamoğlu’nu aday göstermekte ısrar ederse, HDP de kendi adayını çıkarırsa, tam seçim sürecinde İmamoğlu’nun cezası kesinleşir de adaylığı düşürülürse, ya HDP’nin adayı kazanırsa… Bu bir korkulu rüya olarak yazılmıştı. Fakat ben epeyce güldüm. Neden olmasın ki? İlerlemeci, ekopolitika yürüten, toplumsal cinsiyet eşitlikçi, özgürlükçü politikalar üreten ve fazlası için vaatlerde bulunan, bu ülkenin üçüncü büyük partisi neden seçimi kazanamasın ki? Danimarka’nın benzeri politikalar yürüten muhalefet partilerinden birinin sürpriz bir şekilde seçimleri kazanıp, bir kadın başbakanla koalisyon hükümeti kurma ve yürütme sürecini anlatan Borgen dizisindeki gibi bir Birgitte’imiz neden olmasın ki? Evet, sanırım 2023’ten beklentimiz, eşitlikçi, demokrat, değişime ve dönüşüme inanan, güçlü bir kadın başkan adayı ve seçilmesiyle kurulacak şahane bir hükümet. Yüzüncü yıla tam da böylesi bir alternatif gerçeklik yakışmaz mıydı?
İçinde bulunduğumuz gerçekliğe hızla geri dönüyorum. Annem Gültan Kışanak’ın da yargılandığı Kobani davasında anneme yöneltilen suçlamalardan biri de “Çok sevilen bir siyasetçi olması.” Evet yanlış okumadınız. Çok sevilen biri olmak suçlamaya konu ediliyor. Tabii sadece biri değil, bir kadın siyasetçi olarak çok seviliyor olmasından duyulan rahatsızlık, aslında çok şey söylüyor. Bir Kürt, bir Alevi, bir solcu, bir feminist, bir aktivist, bir yılmayan, bir pes etmeyen, bir direnen ve daha fazlası bir kadın Gültan Kışanak. Ülkenin son kırk beş senesinde yaşanan bütün tarihi dönüm noktalarına şahitlik etmiş, hemen her seferinde tutuklanıp çeşitli eziyetler edilmiş ama yılmamış, pes etmemiş, devam etmiş bir kadın. Barışı aramaktan, eşitlik mücadelesinden hiçbir baskı, şiddet onu alıkoyamamış. Bugün müze yapılan Diyarbakır Cezaevinden sağ çıkmış, her şeye rağmen demokratik siyasetten vazgeçmemiş bir kadın Gültan Kışanak. Ben de Gültan’ı çok seviyorum.
Ve dilerim 2023 aklın, sağduyunun, eşitliğin, yılı olur. Sevmenin suç olmadığı bir yıl olur. Feminist kadınların karar alma mekanizmalarında ve yönetimde daha fazla yer aldığı bir yıl olur.
Evin Jiyan Kışanak kimdir?
Uluslararası ilişkiler lisans eğitimi aldıktan sonra, insan hakları hukuku yüksek lisans programına devam etmekte. Geçmişle yüzleşme ve adalet alanında çalışmalar yürüten çeşitli sivil toplum kurumlarında projelerde yer aldı. Barış aktivisti ve Türkiye’nin çeşitli yerlerinde barış atölyeleri organize edip yürütücülüğünü yaptı. Mahpus yakını ve hak savunucusu.