Reyhan Hacıoğlu
Dibe, en dibe doğru hızlı bir sürükleniş. Bu sürüklenişte hızla düşerken uçurumdan hiçbir eli tutmamak isteği, bari düşerken izin verin çığlığı ve düştüğü yerde en fazla yine kendi kalkacağı umudu… El vermeyin de bir sürükleneyim, el verdikleriniz beni buraya kadar sürüklemişken üstelik deme isteği! Nilgün’ün ruhu kaçsa şayet içime tam olarak belki de böylesi olurdu… Ve tam olarak bu sonsuz sürüklenişte sanki gücün yok kavga etmeye ve fakat bazen kavga etmek istiyor musun ona bile emin olamıyorsun. Kalabalık sofralar, gürültülü paylaşımlar, çokça toplanmalar ve toplananları dağıtmalar, dağıttıklarını toplayamamalar… Üstünden mevsimler geçiyor ve insanlar tepiniyor damarlarında. Ruhun zorla konulan kaba şekil almak için elinden geleni yapıyor ama “başaramıyorsun”. Daralıyor ve en nihayetinde daraltıyorsun. Bazen, çok sık bazen hazır bir senaryo gibi geliyor her şey. Oynamak kalıyor aslında ve en zorlayan da o gibi geliyor biz “insanlara”. Ve bütün bunlara karşı “Kendini mecbur hissetmekse” bir insanın kendine uyguladığı bir işkence türü olsa gerek.
“Sen kötü değilsin seni senden çalan toplum” kısır bir döngü, sen mi, toplum mu seni değiştiriyor da içine “mecbur” kılıyor asla çözemiyorsun. Değiştirmek istediğin olaylara, kümelere ve kümelenmelere benzemekse en büyük tehlike olsa gerek. Ve sorumlulukla mecburiyet arasında asılı kalan senin, aklını ve gücünü yadsıyanlar ise hayatın sana “çokbilmiş” sürprizi olsa gerek. Anlaşılmak isteği, bazen bizleri daha anlaşılmaz kılıyor. Bıraktığın boşluklar dolsun istersin kendiliğinden ya da kendinden olanlar tarafından. İstersin ki bir baktığında kitaplar yazılsın, bir sustuğunda fırtınalar kopsun ve bir konuştuğunda bütün dünya yeniden kurulsun ama ne çare… Ne sen kendini anlatmışsındır ne karşı(n)daki seni anlamıştır. Aksine yerine ön yargılar ve 101. kez denenip-ne yazık ki- aynı sonucu vermiş deneyimler, seni senden daha iyi analiz ettiğini düşünen sanrılar kalmıştır. Sen kendini mümkünü yok anlatamazsın artık. Susman ise artık bir cinayetin tanıklığına dönüşür adım adım bile bile göz göre. Ama yine de ama hala ve inatla umudunu koruyup her seferinde “güvenirsin” birilerine, birine. Bazen en acımasız darbeleri tam da oralardan alırız. “Güvenmek” için bıraktığın boşluk ve daha ötesi hayattaki her boşluk her şeyle doldurulmaya mümkündür. “Gri” zeminler boşluklarda çoğalır. Ve sen artık ne siyaha ne beyaza aitsin. Olabilirlikler ve mümkünler arasında ne gelirse “kısmet” ne olursa “hayırlısı”dır koy vermişliğin… Bizi belirsizliklere mahkûm eden, hayata karşı esnek duruşlarımızdır aslında. Katı olsan sekter, yumuşak olsan macun kıvamında nereye uzayacağı belli olmayan şahsiyetlere dönüşmen ise an meselesi. Zira sistem dediğin iki heceli “tek dişi kalmış canavar” değil ne yazık ki. O yüzden çok daha dikkatli olmak lazım en çok da kendine karşı, kendi boşluklarına karşı. Çünkü yanlış yönlendirmelere müsaitliğimiz yanlışlara varabilir en nihayetinde, hem de uzun bir yolculuk dahi yapmadan.
O yüzden, insan yüklediği anlamlara dikkat etmeli, bilhassa birbirimize yüklediğimiz. Olaylara da olabilir tabi. Ben her sabah yollarıma gül döküyorlar sanıyordum, ta ki bir gün an’sız vakitte yolda çiçekçi kadına denk gelene kadar. Meğer sattığı güllerin solan kısımlarını atıyormuş, köşe başında oturup… Oysa o ana kadar ne kadar da canlı gelmişti her sabah yerde gördüğüm güller. Meğer gerçekten de ne solmuş yapraklarmış öyle… O yüzden lütfen özellikle kortejlerde, bilhassa da belirtilen sloganların dışına çıkın, zira mevcut sloganlar bizi bürokrasiye götürüyor uzun zamandır. Ve gördüğü şeyi yanlış yorumlayabiliyor insan. Gerçek ne ise ona tutunmak ve ona dair direnmek lazım.
Ekim ayını da çok severim. Gri sabahları oluyor ama ılık, ama üşütmeyen. Birden bastırıyor ve birden duruyor yağmur/lar. Camdan saatlerce bakılabilir bir boşluğa bu havalarda… Ne büyük çelişki ve ne büyük talihsizlik; İnsana dair sevmediğim grilik yayılsın istiyorum tüm havaya, yağmurlara. Sanki gri en çok da bu sonbahar sabahlarına yakışıyor. Aydınlık günlere, mavi denizlere motor süren sevgili “abiler” ben hiç sizinle aynı kafadan değilim. Ve o yüzden başka bir yol denemeli sanki ve artık. Mevcutlar bize iyi gelmiyor, etmiyor da. Yoksa bir aya bunca ölü sığar mıydı? Veysel ne güzel çocuk Tanrım! Oysa ne pazarlıklar yapmıştım seninle; hala ve yine şayet mümkünse; çocuklar sadece şeker yesin, ne işçi olsunlar, ne gelin, ne de ölü… Varsa bir hesabın gel biz görelim! Anneler de ölmesin lütfen. Hele bir ömür cezaevi yolu gözleyip, bir doya doya sarılmadan ve bir kemiğe dahi hasret bırakılmışlarken hiç ölmesinler! Babalar da ölmesin ve abiler, ablalar da, hele kardeşler hiç.
Mümkünleri imkânlı kılmak bizim elimizde onu da biliyorum ve en çok da bu kızdırıyor. Evet, yeni bir yol yeni bir öncü arayalım ama önce eldekileri “tüketmeyelim” mi? diyorum. Koca bir derya var, koca bir duruş, koca bir mücadele ama ve sadece ama sadece birlikte olmak yeterken, birlikte direnmek mümkünken neden! Evet, illa ki yollarımız, yöntemlerimiz, tarzlarımız farklıdır olsundu da, hepimiz kendi rengimizle güzeliz illa ki ama çaresiz ve çözümsüz değiliz! Olamayız da, yoksa atlar ilk uçağa “Türkiye kaybetti” olur gidişimiz ki değil de, onlar oluyor “kazanıyor”… Olmasın!
İşte bütün bunlara karşı ve en çok da kendine karşı insan tepki vermeli. Tepki vereni “artık kabul et” diye de telkin etmemeli. Ve “İnsan su misali girdiği kabın şeklini alır” ne kadar ağır küfür bir bilinse aslında. Düşüncesi, inandığı, duruşu olmayan ve dahi rengi olmayan sadece bir sıvı olamayız değil mi! Hayatta tek gayemiz bulunduğumuz ortamda kimse karışmasın bana da, yaşayıp gideyim, her sorduklarında tabi ben de sizdenim diyeyim olmamalı değil mi… Hepimiz bir arayışın eşiğindeyiz belli ki ve bir çıkışın ama kendi çıkışlarımızı kendi içimizde yapmazsak “birileri” hep olur, hep olmalı diye düşünürüz, bekleriz! İşte önce bu mevcut “kafalar”ımızdan, bizi hep aynı yöntemle çıkışa götüreceğini sanan ve toplumu oturduğu yerden analiz eden, farklıkları ve yeni olanı görmeyen anlayışlarımızdan kurtulmalı ve belki onlara dahi göstermeli farklısını ama zaman bırakmadan. Hemen! Yoksa bu duygu, bu beklentili hava;
“Şimdi uzaklardasın
Gönül hicranla doldu
…
Hiç ayrılamam derken
Kavuşmak hayal oldu
..
Sevda bahçelerinin
Çiçekleri hep soldu” haline döner ki; ne zulüm biter ne yeni bir gün doğar bizlere!
Ve bir sır vereyim mi; Biliyorum aslında o güller ben öyle düşündüm diye güzellerdi… Kötü değiliz hiçbirimiz, kötü de düşünmüyoruz sadece ama sadece biraz mevsimsel sanki her şey. Ee kış da gelecek ama illa ki ve illa ki bahar da gelecek, Güneş illa ki özgür doğacak. Sadece “enseyi karartmamak lazım” ve yeri geldiğinde “biz buradayız” demek…