ABD ve Batı ülkelerinin, Irak savaşında olduğu gibi, uzun süreden beri Suriye’de “güvenli bölge” oluşturma gibi bir planı var. Türkiye ise bu planın Kürtlerin işine yarayabileceğini düşündüğü için engellemek istiyor. Bu da Kürtlerin yaşadığı bölgeleri istikrarsızlaştırmayı gerektiriyor. “İstikrarsızlaştırma stratejisi” Suriye’de sürekli yeni savaş pencereleri açma anlamına geliyor. Güney Kürdistan’da yaşanan savaş devam ederken Suriye Kürtlerini yeniden göçe, ölüme ve belirsizliğe sürerek öfkeyi ve nefreti büyütecek yeni savaş penceresi ile Türkiye, Suriye rejiminin kontrol ettiği yerlerin dışında kalan, hatta yer yer rejimin hakim olduğu yerleri bile yönetmek istiyor; aslında Suriye’yi tamamen yönetmek istiyor desek abartmamış sayılırız. Zira Suriye toplumuna savaş açmak artık bir keyfiyete dönüşmüş durumda. Ne zaman iktidarın canı sıkılsa veya başı dara düşse aspirin niyetine kullanılan, “hele bir tur atalım” dercesine, insanların yaşam alanları savaş laboratuvarına dönüştürülüyor.
Türkiye’nin Suriye’ye yaptığı askeri harekatların gerekçesinde güvenlik riski öne sürülse de birçok analistin dediği gibi, DAEŞ 2014 yılının sonuna kadar Türkiye ile 180 km’lik bir sınır şeridini kontrol ederken, Türkiye’nin o dönem boyunca pek de güvenlik kaygılarından bahsetmediğini hatırlatalım. Bu bilgi Türkiye’nin derdinin tamamen Kürtlerle olduğunu gösteriyor. İktidarın Suriye’de sürekli güncellenen hedeflerinin başında Suriye Kürtlerinin statü arayışını kriminalize ederek uluslararası zeminde temsil edilmelerini engellemek var; devamla, Rojava’yı Kürtsüzleştirerek desteklediği grupları buralara yerleştirmek, ve eğer hesap tutarsa böylesi bir gerilimde seçimlere gitmek. Bunun yanı sıra eş zamanlı olarak Güney Kürdistan yönetiminin baskılayarak hataya zorlayıp iradesiz kılmak; içerde ise Kürtleri baskı altına alarak siyaseten tecrit etmek istiyor.
Suriye rejimi ise BM Genel Sekreterliğine ve Güvenlik Konseyi’ne mektup[1] gönderdiğini duyurarak, Türkiye’nin eylemlerini ‘gayrı-meşru’ olarak niteledi. Askeri harekatla inşa edilmesi düşünülen güvenli bölgeler için ‘saldırgan sömürgeci eylem’ tanımlaması yapıldı ve Türkiye’nin bu yolla ‘Suriye içinde terörü desteklemeye devam etmek istediği’ ifade edildi. Suriye Dışişleri, mektupta Suriye topraklarındaki bu tür adımları ‘savaş suçu ve insanlığa karşı suç” kapsamında değerlendirilmesi gerektiğini söyledi.
Haklı savaş olgusu
Bir savaşın gidişatını belirleyen asıl olgu savaşın “haklı savaş” niteliğine sahip olup olmamasıdır. Bu olgu savaşın meşruluğunu ve hukukiliğini güçlendirir. Kuşkusuz savaşın, savaşı sürdürenler açısından bir anlamı olmak zorunda. Örneklersek; mesela Rus askerleri için Ukrayna savaşının anlamlı geldiği söylenemez, çünkü iki halk yıllardır bir arada yaşıyordu, ama Stalingrad’a kadar gelen faşizmi Berlin’e kadar kovalamak Ruslar için çok anlamlıydı. 27 milyon Rus yaşamını yitirmesine rağmen bu savaş sonuna kadar sürdürülmüştür.
ABD askerleri için Vietnam ve Irak savaşları anlamlı gelmemişti, dolayısıyla buralardan çıkmakta zorlandılar ve bırakın dünyayı kendi halkını bile bu savaşlara ikna edemediler. Kobanê de DAEŞ’in tanklarına ve toplarına karşı direnen bir avuç Kobanêli haklı bir savaşı yürüttükleri için Türkiye dahil tüm dünyadan destek aldılar. Türkiye’nin Suriye harekatları -kendi milliyetçi dinamikleri dışında- hiçbir zaman haklı savaş kategorisine girmedi. Ama birinci dünya savaşında emperyalist ülkelerce işgal edilen Anadolu ve Kürdistan’ı savunmak Kürtler ve Türkler için anlamlı ve haklı bir savaş olarak kabul görmüştür.
Yeni bir savaş olası mı?
Türkiye iktidarı, kısa bir süreliğine Ukrayna-Rusya savaşında barış elçiliğine soyunsa da bu uzun sürmedi; çünkü tüm tuşlara basmadan ayakta kalamayan bir iktidar bloğu var. “Ukrayna’da barış Kürdistan’da savaş” muhtemelen çelişkili bir durum yarattı; ya birisi çıkıp “yahu bu kadar barış diyorsunuz da neden Kürtlerle kavga ediyorsunuz” dese ne cevap vereceklerdi? Muhalefet ise iktidarın Ukrayna savaşındaki barışçıl dış politikası karşısında “ya iktidar Ukrayna’daki barıştan Kürtlerle yeni bir çözüm süreci devşirirse” korkusuyla nötr kalmıştı. Belli ki Ukrayna savaşında sürdürülen barışçıl dış politika pazarlıkta bir yatırıma dönüşemeyince yeniden şiddet odaklı politikaya geri dönüldü ve bir kez daha şiddet ile eş zamanlı tırmandırılacak olan beka siyasetine bel bağlandı.
Suriye’de açılacak olası bir savaş bir çok senaryoyu akla getiriyor. Türkiye’nin verdiği savaş sinyalinin ardından askeri harekatın yapılıp yapılmayacağı gibi bir belirsizliğinin yanı sıra harekatın Fırat’ın doğusuna mı, yoksa batısına mı yapılacağı konusu hala belirsizliğini koruyor. Fehim Taştekin’in sorduğu sorular önemliydi.[2] Türkiye’nin NATO’daki vetosunu kaldırılmasına karşın Amerikan tarafı güvenli bölge planına göz yumar mı, diye sormuştu sayın Taştekin. Bu genel anlamda yeni bir denklem demek. Maliyeti ve riskleri açısından ABD, Fırat’ın doğusuna olası bir harekata yanaşmayabilir. Rojava’ da Sezar yaptırımlarını kaldırıp bir taraftan normalleşmeye yönelik hazırlıklar yaparken diğer taraftan yeni askeri harekata (kaosa) onay vermek ABD açısından pek rasyonel görünmüyor.
Fakat ABD, Rusya’nın hakim olduğu Fırat’ın batısına yapılacak olası bir lokal harekatı destekleyebilir; böylece Ukrayna’da yıpratılan Rusya’nın Ukrayna savaşı devam ederken Suriye’ de nasıl bir oyun kuracağını veya nasıl bir refleks göstereceğini görmek isteyebilir. Diğer taraftan ABD’nin Suriye’de yarım bıraktığı işi (Suriye rejimini devirmek) tamamlaması gibi bir ara stratejinin yeniden canlanması olası bir durumdur. Bunu Irak savaşında uygulanan savaş tekniğinden anlayabiliyoruz. Rusya ABD’nin Türkiye’nin desteğiyle yeniden Şam’ı devirme olasılığını pek ciddiye almadığı gibi Türkiye’nin hem ABD müttefiki hem NATO üyesi olma gibi iki önemli gerçeği de göz ardı ediyor. Rusların, Kürtleri Şam’a itmek için Türkiye’nin önünü açabilecek tavizler vermeye devam etmesi halinde Suriye sahası içinden çıkılamaz hale gelebilir.
Lavrov Türkiye’yi Fırat’ın doğusuna göndermeyi önerirken rejimle birlikte Fırat’ın batısında otoriteyi güçlendirmek istiyor. Türkiye ziyaretinde İdlib’de Türkiye’nin desteklediği radikal dincileri hatırlatması önemli bir göstergeydi. Lavrov’un bu önerisi Suriye’de asıl sıcak savaşın Türkiye’nin hakim olduğu bölgelerde olma ihtimalini arttırıyor. Buralarda uygulanan sistemin karakteri, rejim ile ilişkiler ve mezhepçi tutum ilerde Suriye’nin en sorunlu bölgesi olacağının habercisi. Çünkü Suriye rejiminin asıl savaştığı ve BM dahil birçok ülkenin “terörist” ilan ettiği kesimlerin tümü Türkiye’nin hakim olduğu merkezlerde konumlanmış durumda. Buradaki konumlanma zaman ilerledikçe rejim açısından daha büyük risklerin önünü açacağı öngörülüyor. Ayrıca içerdeki mülteci sorunuyla birlikte Suriye’nin içindeki merkezlerin karışması halinde Türkiye’nin sorumluluğu daha da arttıracaktır.
Olası bir yeni Suriye harekatının Türkiye’nin beklentilerini şimdiden karşılayamayacağına işaret eden bir çok veri var. Ukrayna savaşı devam ederken Türkiye’nin Suriye’de yeni bir savaş dalgasını başlatmasının birçok kesim tarafından “fırsatçılık” olarak değerlendirmesi bu verilerden sadece biri. Dünya Ukrayna ile meşgul iken Türkiye’nin bu hamle ile “bir şeyler koparabilir miyim” derdine düşmesi birçok kesimi rahatsız ettiği gibi Türkiye’nin Ukrayna’daki barışçıl tavrın sahteliğini de açığa çıkardı. Bu rahatsızlıklardan yola çıkarak Türkiye’nin askeri harekattaki ısrarı savaşı daha geniş cephelere yayıp kontrolden çıkarabilir. Dolayısıyla ABD ve Rusya savaşın kontrol edilemez hale gelme riskini önceleyerek kapsamlı bir Türkiye harekatına izin vermeyebilirler. Arap ülkeleri ve İran daha önce Ortadoğu’ya yönelik Türk yayılmacılığından rahatsız olduklarını dile getirmişlerdir. IŞİD’in yeniden hortlama durumu ise olası risklerin başında geliyor.
Diğer taraftan Türkiye’nin Suriye’de yaratacağı gerilim Ukrayna savaşıyla birlikte durgunlaşan ABD ve Rus diplomasini canlandırabileceği gibi Rusya’nın Avrupa ülkeleriyle ilişkilerini yeniden başlatabilir. Yanı sıra bu harekatta ısrar Türkiye’nin Ukrayna- Rusya savaşı boyunca bir taraftan Ukrayna’ya SİHA satışı yaparken diğer taraftan Rusya ile yürüttüğü ikili oyunu da sonlandırabilir.
Bunun yanında savaşın gidişatı içerde köpürtülen mülteci meselesini bambaşka bir aşamaya getirebilir. Asker cenazelerinin gelmesi mülteciler üzerinden köpürtülecek olan yeni bir ırkçı dalgayı tetikleyebilir. Ekonomi, freni boşalmış bir araç gibi baş aşağı giderken iki cephede savaşmanın hangi sorunu çözeceği aslında can yakıcı sorudur; ancak buna rağmen muhalefet hala savaş ekonomisi topuna girmiş değil.
Türkiye’nin tüm Kürt kazanımlarını “tehlike” olarak kodlayıp şiddet araçlarıyla bertaraf etmesi ve bu kazanımların ortadan kaldırılması için herkese pazarlık konusu yapması Kürt-Türk ilişkilerinin geldiği en kötü aşama olarak görülüyor. Özellikle Türkiye Kürtleri, savaştan çok rahatsız olsa da şimdiye kadar sessizliğini korumayı sürdürüyor. Tüm bu iç ve dış rahatsızlıklar olası bir harekatı zorlaştıran önemli nedenlerdir.
Üzerinde durulması gereken bir diğer mesele Türkiye’nin her şeyi pazarlık konusu haline getirmesi. Pazarlık politikası alay konusu haline geldi. Türkiye, Rusya’dan, ABD’den, AB’ den sürekli bir şeyler istiyor. Bu da yetmiyor, Araplardan yeniden Osmanlı tebaası, Kürtlerden köle, yurttaşlardan kul olmalarını istiyor. Kadınlardan evinde diz çöküp oturmalarını, emekçilerden susmalarını, gençlerden itaatkar olmalarını istiyor. Beka halayını Osmanlı nostaljisi ile sürdürmek istiyor. Don Kişot’un yel değirmenlerine savaş açması nasıl beyhude bir çaba ise Türkiye’nin AKP bloğunun eliyle sürdürdüğü siyasal strateji de aynı. Ne Tanzimat, ne istibdat, ne ittihat ve terakki, ne de cumhuriyetin ilk yıllarından bugüne Türkiye siyaseti hiç bu kadar talepkar ve pazarlıkçı olmamıştır. İçerde ve dışarıda hiçbir üretim yok; ama sağa-sola sürekli talep ve tehdit içeren bir retorikle her şeyi pazarlık malzemesi haline getiren bir siyasetin izi sürülüyor. Her şeyin pazarlık konusu haline getirilmesi pazarlığı sulandırdığı gibi şantaj diplomasinin de sonu getirecek gibi görünüyor.
Hem batı ülkeleri, hem Rusya Türkiye’nin pazarlık politikasına karşı artık taviz vermek istemiyor. Düşünün ki Türkiye, Batı ülkelerinin üç yüz yıl boyunca büyük bedellerle elde ettiği demokratik değerlerin (iç yasalarını) menfaatleri için değiştirilmesini bile istiyor. AB’nin aldığı son karar tavizlerin sınırlandırılacağını gösteriyor. Avrupa Parlamentosu, 622 parlamenterin oy kullandığı oturumda 448 ‘evet’, 67 ‘hayır’ ve 107 çekimser’ oyla, Türkiye’nin Avrupa Birliği müzakerelerine son vermiş gibi görünüyor.
Bir diğer gelişme pazarlığı zayıflatmak için AB ve ABD, Türkiye’nin Rusya ile flörtüne karşı daha fazla risk almamak için Yunanistan’ı sert bir savunma bariyeri haline getirmeyi kararlaştırması. Batı sınırlarını Türkiye’den geri çekip Yunanistan sınırlarına taşımanın hazırlıklarını yapıyor. Bu gelişme Türkiye’den vazgeçmek anlamına gelmiyor elbette; fakat Türkiye’nin her seferinde jeopolitik konumunu ve Kürt meselesini pazarlama stratejisini zayıflatan bir hamle. Yunanistan’ın “biz Erdoğan’la tartışmayacağız” demesi ise pek ilginçti. Çünkü birçok gündemin iç siyasete malzeme edildiğini biliyorlar.
Türkiye’nin Suriye politikası başından beri sorunluydu. Birinci aşamada tamamen “mezhepçi” ikinci aşamada “Kürt düşmanlığı” üzerinden güvenlik tehdidini referans alarak Suriye’ye müdahalelerde bulunuldu. Ancak Suriye savaşı çok geniş bir bağlama sahip. Türkiye bu süreci tamamen mezhep ve güvenlik meselelerine indirgeyerek hem iç barışı hem dış barışı riske attı, bunun yanı sıra kendi siyasal rejiminin değişimine kadar gidebilecek sorunları tetikledi. İktidarın güncel ajandasında yeniden Suriye’ye olası bir harekatla gündemi yeniden belirlemek ve muhalefet karşısında psikolojik üstünlük sağlamak var. Bu açıdan bakıldığında Suriye savaşı, iktidar bloğu açısından ömrünü uzatmak için hala önemli bir aparattır; bu yönüyle savaş, kolay kolay kapatılmayacak bir penceredir. Enflasyon yüzde yetmişe çıkmışken, iktidar bloğu eriyorken, muhalefet iktidarın kaçış planlarını ifşa ederken bu gündemlerin üzerini ancak savaş ve şiddet örtebilir. Fakat bu şiddetin ilahi gücü gittikçe azalıyor; savaş bazen her zaman başvurulacak bir yöntem değildir; çünkü artık savaş, zamanında alkış tutanların bile sorununa çözüm olmuyor, gelecek vaat etmiyor, eskiden olduğu gibi bir gece “ansızın” hikayesinin yarattığı yerli ve milli heyecan yok. Çünkü iktidar bloğu Orta Doğu’da tüm savaş limitlerini tüketti. Hem içerde hem dışarda istediği motivasyonu yaratamıyor. Bu gidişle olası bir harekat kısa vadeli hesaplara bile hizmet etmeyebilir.
Sonuç
Suriye savaşı belirsizliğin savaşıdır; olabildiğince suyu bulandırmanın ve kaosun savaşıdır. Bölgesel ve küresel güçler bulanık sularda yüzmeyi sever. Krizin bir yönetim biçimi gibi tarif edildiği, şiddetin krizi tırmandırma aparatı olarak kullanıldığı bu küresel ve bölgesel oyun, aktörlerin çoklu amaçlarına hizmet ediyor. Suriye devleti, Rusya’nın savaştaki meşru dayanağıydı; fakat Suriye, Rusya’nın avucuna aldığı yaralı bir kuş gibi duruyor. Rusya, Suriye rejiminin itirazlarına rağmen birçok riskli ve kirli işin altına imza attı ve Suriye toplumunun meşru taleplerini istismar etti, etmeye devam ediyor. Bu açıdan emperyalizm yarışında hızla ilerliyor.
Kürtler de ABD’nin Suriye sahasında kalabilmesinin meşru dayanağıdır. Çünkü ABD Suriye savaşında büyük bir meşruiyet sorunu yaşarken Kürtlerle birlikte hareket ederek meşruiyet sorununu çözdü. ABD Kürtlerin üçüncü yol paradigmasını ideolojik olarak yağmalayıp siyasetten arındırarak tamamen askerileştirmenin baş aktörü olarak Rusya gibi büyük bir meşruiyet istismarcısı. Her iki ülkenin Suriye’ deki pratiklerine bakınca, küresel-emperyal güçlerden “kurtarıcı” olamayacağı gerçeği bir kez daha tescillenmiş oluyor.
Türkiye bu denklemde AKP iktidarının eliyle “Terörle mücadele” adı altında Kürtlerin kaderini siyasal İslam ile tahkim edilmiş yeni bir resmî ideolojiyle yeniden belirlemeye çalışıyor. “Kürtlere değil teröre karşı savaşıyoruz” söylemiyle meşruluk kazandırılmaya çalışılan bu strateji doğrultusunda 2015’ten beri Kürt belediyelerine iki kez kayyım atandı, onlarca milletvekili tutuklandı, dernekler kapatıldı, binlerce Kürt emekçisi işinden atıldı, kent savaşlarında ve sınırın ötesinde devam eden savaştan kaynaklı Güney Kürdistan ve Rojava da milyonlarca Kürt yerinden edilip mülteci konumuna düşürüldü. Tüm Kürtlerin, diline, kültürüne, sosyolojisine açılan bu savaşa hala “terörle mücadele” denilmeye devam ediliyor.
Özetle Suriye meselesi içerde çözülemeyen Kürt meselesinin en ağır şekilde sonuçlarıyla yüzleşmek zorunda kaldığımız bir denklemin ürünüdür. Bu sorun çözümsüz bırakıldıkça istikrarsızlık genişler ve şiddet, istikrarsızlığı büyütmekten başka bir işe yaramaz. Savaşa karşı çıkmak, barışı savunmak ve Kürtlerle diyalog yoluyla çözüm yolları aramak en rasyonel yol. Aklı selim politikaya geri dönüş geciktikçe riskler büyüyor, sonuçlar ağırlaşıyor.