Güvenlik paradigması kıskacında Kürt meselesi

Güvenlik paradigması kıskacında Kürt meselesi

Mehmet Nuri Özdemir

Savaşlarla iç içe devam eden Pandemi ve küresel ekonomik krizlerle birlikte , “nereye doğru gidiyoruz, hangi alternatiflerle yaşanan riskleri bertaraf edebiliriz” gibi sorular, dünyanın bir süre daha yanıt aramaya devam edeceği sorulardır.

Yetmişli yılların başında başlayan sistem krizi, seksenlerin sonunda reel sosyalizmin çöküşü ile bir nebze nefes almış ama iki binli yılların başına gelindiğinde yeni bir hikayeye ihtiyacı vardı. Özet bir etiketle Hegemonya, soğuk savaşla elde ettiği siyasi ve iktisadi sermayeyi dünyanın özgürlük-güvenlik dengesinin ayarlarıyla oynayarak sürdürmeyi planlamıştı, gerçi modern askeri sanayinin gelişmesiyle birlikte bu ayarlar hiçbir zaman optimal bir düzey yakalayamadı; zira böyle bir derdi hiçbir zaman olmadı. Modern aklın ütopyasında, şiddet, devlet tekeline alınacak ve sönümlenecekti. Lakin birinci ve ikinci dünya savaşlarının yarattığı tahribat, tüm zamanların en büyük tahribatıydı. Dolayısıyla uygarlık ve onun son sürümü olan kapitalist modernite sorgulanmaya devam edilecek; en azından daha sonuç alıcı bir direniş için ezilen halklar, muhalif dinamikler, kadınlar, ekolojistler ve işçi sınıfı bu sorgulamayı sürekli güncellemek zorundalar.

Toplumların küresel düzeyde kozmetik bir uygarlığa hazırlandığı milenyum çağı” iki binli yılların başına damgasını vurmuştu. Bu dönemde neredeyse tüm dünyada, ABD’li akademisyen Fukuyama’nın ideolojilerin bittiğini iddia eden ve “liberalizmi” son toplum biçimi olarak parlatan “tarihin sonu” adlı tezi tartışılıyordu. Bu teze göre bir daha köle, işçi ve halk ayaklanmaları yaşanmayacaktı, bir daha Paris Komünü, Ekim Devrimi benzeri direnişler olmayacaktı.

Bir diğer ABD’li akademisyen Hungtinton’a göre de idelojiler ölmüş ve din odaklı çatışmalardan kaynağını alan “Medeniyetler Çağı” yeniden geri dönmüştü. “Medeniyetler Çatışması” tezi ile din odaklı yüz yıllık çatışmaların başlayacağını iddia eden Hungtinton’un tezi de uzun süre gündemde kalmayı başarmıştı. Tez, güvenlik politikalarıyla toplumlar üzerinde bir “korku ve belirsizlik” yaratma hesabına dayandığı için serbest piyasanın ideolojik zamkı olarak hegemonyanın entelijanyası tarafından uzun süre boyunca köpürtülmüştü.

Her iki tezin akademik kaygılardan öte hegemonyanın ideolojik arka planına dayalı hazırlandığı çok açıktı. Şimdilerde Fukuyama’nın özeleştiri yaptığı iddia ediliyor; Fukuyama, Trump şarlatanının Beyaz Saray baskınından sonra, “kendi demokrasisi yara alan bir ülkenin, dünyaya artık demokrasi vaat edemeyeceğini” söylüyor.

Milenyumun hemen başında meydana gelen 11 Eylül 2001’deki İkiz Kule saldırısına ve kısa bir süre sonra başlayan Irak Savaşına son on yılda yaşadıklarımızı eklersek buna “üçüncü dünya savaşı” diyebiliriz. Ancak bu savaş ve saldırıların her birini birer Pirus zaferi olarak nitelendirmek de mümkün; dahası Milenyum Çağı, Pirus zaferleri koleksiyonuna dönüştü diyebiliriz.

Post Pirus zaferlerin en günceli sanırım Yeşil İslam dalgasıydı. Arap baharıyla birlikte Ortadoğu’da ezilen ve özgürlük isteyen kitlelerinin devrimci iradesinin üzerine oturmak isteyen Yeşil ve Radikal İslam, adeta bu talepleri eline yüzüne bulaştırdı. Bu nedenle, hegemonyanın dış müdahaleleri sonucunda, Marksist Filistin direnişinin sapmaya uğratılmasıyla birlikte, Ortadoğu alt tabakalarının bir umut olarak görmeye başladığı Yeşil İslam, Arap baharının başında birkaç yıl gündemde kalmış olsa da günün sonunda kısa süreli trajik zaferlerden sonra dünyanın en barbar ve cinsiyetçi çeteleriyle anılmaya başlanmış ve büyük bir hezimete uğramıştı.

Radikal ve Yeşil İslamcıların pratiklerinden öte, aslında bu döneme damgasını vuran gerçek direniş Mısır halkının Tahrir Meydanı’ndaki beklenmeyen uzun süreli demokratik direnişiydi. Tahrir direnişi, Ortadoğu’daki yozlaşmaya, aileciliğe ve diktalara vurulan en devrimci darbelerden biriydi. Bir süre sonra hayal kırıklığı yaşatsa da Tahrir Direnişi, zulüm üreten iktidarların nasıl düşürülebileceğine dair dünyanın en iyi deneyimlerinden biri olarak tarihteki yerini aldı.

Tahmin edilemeyecek şekilde Suriye’ye kayan savaş ve gerilimin burada çakılı kalması, küresel dinamiklerin baharı kışa çevirme girişimlerinden başka bir şey değildi. Kışın içinden yeniden bir bahar üreten Kürtlerin alternatif barışçıl çıkışı ise hala savaşın tıkandığı ve hegemonyanın kafasını bulandıran noktalardan biri olarak duruyor.

Her savaş, hedeflerinin ötesine kaçan hesaplara zemin olabiliyor; dolayısıyla her savaş, ideolojik, politik, kültürel ve iktisadi yeniden üretimin birer aparatı haline gelebiliyor. Bu bağlamda çağımızın savaşları bitmeyen savaşlardır. Sayısız manipülasyon, sıra dışı askeri teknikler ve dost-düşman ilişkilerinin iç içe geçtiği bu post-savaş biçimleri zaman zaman ideolojisizleşip aktörlerin hesaplarının tamamen muğlaklaştığı savaş biçimlerine dönüşebiliyor. Bu savaşlar, sürekliliğini, “belirsizlik” karakterinden alıyor. Çağımızın savaşları, her ne kadar sahada sıcak savaş olarak sürse de soğuk savaşın tüm tekniklerinden de faydalanılmaktadır. Ancak Post savaşların toplumlara vaat edebilecekleri bir pek bir şey yok, dolayısıyla bu savaşlar ütopyasız kavgalardır; ve yine dolayısıyla bu savaşlar Post Pirus Zaferleri olarak tarihte anılacaktır.

Kürt meselesinde güvenlik paradigması

Yetmişli yıllardan beri özgürlüklerin budanması ve “güvenlik politikalarıyla” tüm toplumsal dinamiklerin kıskaca alınarak neoliberal düzenin tamamen oturtulması planlanıyordu. Bu dengenin Kürtleri ve sorunlu olduğu ülkeleri etkilememesi mümkün değildi. Zira yakın zamanda Halepçe ve Roboski katliamları aşırı güvenlikleştirilmiş konsensüsün denemeleriydi. Kürdistan coğrafyası siyasi hesapların görüldüğü bir denklemde, askeri teknolojinin denendiği bir coğrafya, Kürtler ise ölümlerin sınandığı denek grup olarak test edilmeye çalışıldı. Hegemonya bu deneyden Kürtlerin sağ çıkacağını hesaplayamamıştı, lakin bugün Kürtler Ortadoğu’nun önemli bir dinamiği haline geldi.

Kürt meselesi Osmanlıdan yeni cumhuriyete devredilen tarihsel bir meseledir; ancak çözümsüz bırakılan Kürt Meselesi, son yıllarda radikal bir şekilde güvenlikleştirilen bir hikayeye dönüştü. Kürt Meselesinin çözümsüzlüğü, sorunun yaşandığı tüm ülkeleri güvensiz hale getirdi.

Arap Baharı ile birlikte Kürt meselesinin jeopolitik konumunun değişmesinden sonra bir nevi OHAL rejiminin politik uzantısı olan Türk Tipi başkanlık sistemi, güvenlik politikalarıyla bu meseleyi yönetmeye çalışıyor. Osmanlıların ve yeni cumhuriyetin siyasi aktörlerinin defalarca denediği ve aslında “tarihsel bir hata” diyebileceğimiz şiddet yöntemi, başkanlık rejimiyle birlikte yeniden güncellendi.

Kemalistler nasıl ki Cumhuriyetin ilk yıllarında Kürt hakikatini maniple ederek Kürt fobisi yarattıysa, Siyasal İslamcılar da Türk tipi Başkanlık rejimiyle Kürt hakikatini çarpıtıp bölünme fobisini kaşıyarak yükselmeye çalışıyor. Fakat her iki rejim tipi de Kürtleri dışladığı için başarısızlığa mahkum oluyor. İmparatorluğa karşı çağdaş ve demokratik bir model hedefiyle kurulan cumhuriyet rejiminin siyasi, hukuki, iktisadi ve kültürel nitelikleri bakımından nihai olarak geldiği aşama, bu başarısızlığın somut göstergesidir.

Mevcut iktidar, selefleri gibi son yıllarda, güvenlik odaklı Kürtsüz denklemi, sürekli askeri sanayi övgüsüyle parlatıyor. Tv programlarının, doksanlı yıllarda yayınlanan Anadolu’ dan Görünüm programlarından bir farkı kalmamış. Karşımızda uzun süreden beri güvenlik odaklı istatistiklere umudunu bağlamış bir iktidar bloğu var. Aslında tarihte birçok ülke sırtını askeri dayayarak ve buradan devşirdiği işlerle övünüyordu; ama toplumun içerde nasıl bölündüğünü göremiyorlardı. Oysa bir devletin bu çağda övünebileceği tek bir şey varsa o da müreffeh, eşit, özgür ve demokratik bir toplum inşası olmalı. En büyük güvenlik, toplumsal dinamiklerin tüm farklılıklara rağmen son kertede birbirine olan güveni kaybetmemesi ve tüm dünyaya güven vermesidir.

Türkiye’nin yurttaşlarının kafile kafile ülkeyi terk etmesi, iktidar yanlısı ailelerin bile çocuklarını yurt dışına göndermesi ve ticari dinamiklerin Türkiye’ de yatırım yapmaktan çekinmesi Kürt meselesine odaklı güvenlik paradigmasının yarattığı güvensizliğin sonuçlarıdır. Bugün neden dünya toplumu Avrupa ülkelerine göç ediyor? Neden en akıllı, en yetenekli ve başarılı insanlar batı ülkelerini tercih ediyor? Bu sorunun tek bir cevabı var: bu ülkeler “güvenlik-özgürlük dengesini” doğru orantılayabildikleri için. Eğer yurttaşlarınız bile yönettiğiniz ülkeden kaçıyorsa hem yönetme biçiminde, ama daha çok güvenlik politikasında bir sorun var demektir.

Güvenlik paradigması toplumu bölüyor

Güvenlik politikasında ısrarın bedelini toplum canıyla ve malıyla en ağır şekilde ödüyor. Mevcut politikadan kaynaklı yaşanan çoklu krizler, zihinsel, kültürel ve politik yoksulluğu tetikliyor. Çoklu yoksulluğun olduğu bir ülkenin başı iktisadi krizlerden, çoklu eşitsizliklerden kurtulması mümkün değildir.

Çoklu eşitsizliklerin kaynağında devletin güvenlik politikasına odaklı savaş ekonomisi var. Bu eşitsizlik en çok Kürt illerinde hissediliyor. Devlet kendine yakın olana orantısız destek verip diğer Kürdün üzerine sürüyor. Sormak lazım: Çözüm olabildi mi? Türkiye’nin kırk yıllık savaştaki kazancı nedir? Eğer “bölünmeyi önledik” deniliyorsa “bölünme fobisi” bugüne kadar çözümü en çok maniple eden devlet retoriği olduğu hatırlanmalıdır. Bu fobinin yarattığı tahribatın haddi hesabı yok.

Kürt meselesinde en makul çözüm alternatiflerinin bile “bölünme” olarak etiketlemesi büyük bir manipülasyon ve bilinçli bir politikanın ürünüydü; çözümsüzlükten beslenen akıl, yıllarca bölünme fobisini köpürterek ömrünü uzatmıştır. Kaldı ki bölünmenin farklı versiyonları var; bölünme, sadece sınır ayrımlarına indirgenemez. Güncel olarak bakıldığında en büyük bölünmenin güvenlik odaklı otoriter rejim pratiklerinin yarattığı toplumsal, siyasal, ekonomik bölünmeler olduğu rahatlıkla görülecektir; zira hukukun, adaletin, toplumsal dinamiklerin, güvenin ve hakikatin parçalanmasından daha büyük bir bölünme olamaz.

Sonuç

Yukarıdaki anlatıdan da anlaşılacağı üzere yaşanan büyük kıyım ve yıkımlar, dünyada sürdürülen güvenlik konseptinin doğrudan ve dolaylı sonuçlarıdır. Güvenlikçi akıl, tüm coğrafyalarda karşılık bulsa da özellikle imparatorluktan kalma Kürt meselesi gibi tarihsel sorunların çözümsüz kaldığı coğrafyalar, bu politikalar için verimli topraklardır.

Ancak bu anlayış, genellikle sorunları derinleştirmekten, elitlerin ekonomik ve kültürel sermayelerini şişirmekten başka da bir işe yaramıyor. Mesela Kürt meselesinde 2015 sonrasında savaşın ve şiddetin yeniden tırmandırılması, demokratik siyasetin yargı kıskacına alınarak tasfiye edilmeye çalışılması, belediyelerin halktan alınıp iktidarın bürokrasisine teslim edilmesi ve toplumun siyasetten uzaklaştırılması arzu edilen güvenliği sağlayamadı. Özgürlüğü tamamen askıya alan bu güvenlik paradigması, ülkeyi tamamen güvensiz hale getirdi. Mevcut paradigma, elitlerin devlet içindeki politik ve iktisadı pozisyonlarını güçlendirmekten başka bir işe yarmadığı apaçık ortada. Çoklu çürümenin zemini de bilakis burada aranmalıdır.

Buradan hareketler güvenlik odaklı tercihlerin etkisiyle Kürt meselesindeki çözümsüzlüğün içerde yarattığı “bölünme fobisi”, nizamın köpürttüğü bölünmeden daha büyük bir tahribat yaratmış durumda. Güvenlik odaklı politik tercihler, toplumda bir tür kesintisiz şiddet üretiyor; kesintisiz şiddet ise iktidar değişmediği sürece normalleşmenin olmayacağını ve Kürt Meselesinin tetiklediği siyasal, iktisadi ve kültürel krizlerin derinleşerek devam edeceğini gösteriyor.

Bu hakikatle yüzleşmeme ısrarının kendisi, kuşkusuz ideolojik bir tasarruftan kaynağını alıyor. Yüzleşme yaşanmadığı ve rasyonel bir akıl hakim olmadığı sürece, Kürt meselesine yönelik güvenlik odaklı bakışın sonuçları, içerdeki çoklu riskleri tetiklemeye devam edecek ve muhalefet güvenlik politikasının sonuçları üzerinden oyun kurduğu sürece de iktidar, maçı uzatıp top çevirmeyi sürdürecek.

Bu politikada ısrar etmenin ülkeyi yönetilemez hale getireceğini söylemek ve Kürt meselesinde rasyonel çözüm arayışı, sadece Kürtlerin sırtına bindirilmiş bir yük değil; sorumlu ve duyarlı tüm duyarlı kesimler
bu yükün altına girebilmeli.