Özgür Sevgi Göral
22 Mart 2014’te Jean-LucEuinadi hayatını kaybettiğinde onu uğurlamak için Père-Lachaise mezarlığına gelen küçük grup cenazeye gelen tüm çiçekleri Paris komününün devrimcilerinin kurşuna dizildiği duvarın önüne sessizce bıraktılar. Euinadi her şeyden önce politik bir militandı. 68 eylemleri sürecinde 17 yaşındaki Euinadi, gösterilerde ve işçi grevlerinde aktif olarak yer aldı; Nisan 1971’de ise, Haziran 1968’ten beri Fransa’da yasaklanmış olan Maocu örgüt Fransa Marksist Leninist Komünist Partisi’ne katıldı. 20 yaşında örgütün yayın organının yazı işleri müdürü oldu; 1982 yılında örgütten ayrıldıktan sonra da örgütlü hayatın içinde kazandığını söylediği sebat, ısrar ve inat gibi özelliklere yaşamı boyunca sadık kaldı. Jean-LucEuinadi’nin ‘amatör’ tarihçilik serüvenine ve 17 Ekim 1961 katliamının tanınması için verdiği-kendisinin ‘yurttaşlık görevi’ olarak tanımladığı- politik mücadeleye bu özellikler damga vurmuştur.
Geçen haftaki yazımda, hafıza sahasının temel kavramı olarak, kamuoyunun geniş kesimlerinin çok güçlü ve süreklileşmiş bir resmi inkarcılık nedeniyle belirli kavramlardan, kelimelerden ve düşünme biçimlerinden koparılarak inkârı içselleştirmesi anlamına gelen ‘sömürgeci afazya’nın işleyişini anlatırken 17 Ekim 1961 katliamından bahsetmiştim. Kısaca tekrar etmek gerekirse, Ekim başında sadece Cezayirli işçiler için ilan edilmiş akşam 20:30’dan sabah 05:30’a kadar geçerli olacak ırkçı sokağa çıkma yasağına karşı Cezayir Kurtuluş Örgütü Fransa Federasyonu’nun çağrısıyla otuz bine yakın Cezayirli gösterici 17 Ekim 1961 Pazar günü Paris’te bir araya geldi. Gösteri, Paris Emniyet Müdürü ve eski bir Nazi işbirlikçisi Maurice Papon’un yönettiği Paris polisinin saldırısıyla korkunç bir katliama dönüştü, toplam en az 200 kişi Paris’in merkezinde ve eylemin farklı buluşma noktalarında, farklı şekillerde katledildi. Jean-LucEuinadi bu katliamın, resmi ve gayri resmi düzeyde çok uzun sürmüş katı inkarına verilen tanınma mücadelesinin önemli isimlerinden biri.
Euinadi kendisini 17 Ekim 1961 katliamının ırkçı ve sömürgeci bir devlet suçu olarak tanınması mücadelesinin içinde nasıl bulduğundan söz ederken önemli bir noktanın altını çizer. 17 Ekim 1961’den hemen sonra Fransız Komünist Partisi’nin içinde yer alan ve partinin resmi tutumundan memnun olmayan Cezayirli militanlardan Maocu, Troçkist ya da liberter komünist çevrelere, farklı göçmen gruplarından pek çok Cezayirli ırkçılık karşıtı inisiyatife aslında 17 Ekim katliamının bilindiğini ve buna karşı tavır da alındığını belirtir. Paris radikal sol çevrelerinde, özellikle de Fransız solunun şoven tutumuna eleştirel bakan sömürgecilik karşıtı bilincin yüksek olduğu daha heterodoks gruplar arasında, De Gaulle’cü ve Nazi artığı polis şeflerinin 17 Ekim 1961’de yaptığı katliamın, farklı düzeylerde bilindiğini ve konuşulduğunu söyler. Örneğin, Euinadi’nin yazı işleri müdürlüğünü yaptığı Fransa Marksist Leninist Komünist Partisi’nin ‘Kızıl İnsanlık’ isimli derginin Ekim 1969’da çıkan başyazısında Cezayirli göçmen işçilerin 17 Ekim 1961 katliamını hiç unutmadıkları, o günün hafızasını nasıl yıllardır aktardıklarını anlatır. Euinadi yıllar sonra 17 Ekim 1961 katliamı üzerine yaptığı araştırmalardan söz ederken bu bilme durumunun altını çizer; “Cezayir Savaşı ve Fransız sömürgeciliği hakkında daha sonraki yıllarda yürüttüğüm araştırmalarda aslında yeni çok fazla şey öğrenmedim. İçinde bulunduğum hareketin ve diğer Cezayirli militanların anlattıklarının ve bana aktardıklarının izini sürdüm sadece.”1
Dolayısıyla hafıza sahası üzerine konuşurken, politik kıyımları bilmeyen geniş kalabalıklara bu kıyımları bilen küçük, eğitimli ve seçkin bir azınlığın pedagojik yöntemlerle şiddetin nasıl yaşandığını anlatacağı varsayımının dışında kalmakta yarar var. Euinadi’nin mücadelesi boyunca tekrar ettiği şey, zaten biliniyor olan bir katliamın peşine düştüğüdür; 17 Ekim 1961 katliamının kamusal alanda adını koyarak, ırkçı ve sömürgeci bir katliam ve devlet suçu olarak tanınmasının peşine düştüğünü anlatır. Euinadi örgütlü hayattan çıktıktan sonra Cezayir savaşı ve Fransa’nın sömürgeci geçmişi üzerine çalışmalar yapar. Kendisine her zaman “amatör tarihçi” der ve çalışmalarının bir aşamasında 17 Ekim 1961 katliamı üzerine yoğunlaşmaya başlar. Defalarca arşivde çalışmak için izin istemesine rağmen bu izinleri alamaz ve çalışmasını, biraz da mecburen, yürüttüğü mülakatlar ve sözlü tarih görüşmelerine dayandırır. Cezayir Kurtuluş Ordusu Fransa Federasyonu’nun arşivini elinde bulunduran eski FLN militanlarının desteğiyle Euinadi kimi yazılı belgelere de erişecektir. Ayrıca sadece Fransa’daki dönemi ve katliamı tecrübe eden Cezayirlilerle değil Cezayir’e giderek katliamdan sonra dönmüş ya da sınır dışı edilmiş yüzlerce insanla da mülakatlar yapar.
Jean- LucEuinadi 17 Ekim 1961 – Paris Savaşı başlıklı kitabını 17 Ekim katliamının 30. yıldönümü olan 1991 yılında yayımladığında büyük ses getirir.2 Fakat bu çalışmayı tek başına ele almak yerine, arada kesintiler, çatışmalar ve kopuşlar olsa da birbiriyle ilişkili, radikal ve köktenci bir perspektifle oluşturulmuş ırkçılık, sömürgecilik karşıtı tarih yorumları ile politik eylemlilikler geleneği içine yerleştirmek gerekir. Bu bağlamda, 17 Ekim 1961 katliamının hafızasının tarihçiler tarafından nasıl dönemselleştirildiğine ve 80’li yılların sonu ile 1990’lı yılların başının neye tekabül ettiğine bakmak önemli olacaktır. Tarihçiler katliamdan hemen sonrasını, 1962-79 arası dönemi “yeraltı hafızası” olarak kavramsallaştırılıyor, 17 Ekim katliamının Fransa’daki göçmen Cezayirliler ve onların ikinci kuşak çocukları için belirli bir göçmenlik tecrübesi içinde çerçevelendiğinin altını çiziyorlar.3 Katliamın unutulduğu kabul edilen zamanda aslında pek de unutulmadığını, kuşaktan kuşağa sözlü formlarda aktarıldığını görüyoruz. 80’li yıllarda artık bu hafıza göçmenlerin ve Cezayir kökenli Fransızların sadece 1961 yılında olmuş bitmiş bir katliam olarak değil, şimdide ve bugünde, mevcut ırkçılıkla birlikte politize ettikleri bir olaya dönüşüyor. 17 Ekim anmalarına 1983’te yapılan ırkçılık karşıtı büyük yürüyüşte, farklı politik vurgularla sürdürülen ırkçılık karşıtı gösterilerde ve eylemlerde rastlıyoruz. 80’li yıllar aynı zamanda 17 Ekim katliamına dair inisiyatiflerin oluştuğu, filmlerin, belgesellerin, anı kitaplarının ve kurgu metinlerin de yayılmaya başladığı zamanlar. Bu dönem 17 Ekim’e dair güçlü bir görsel ikonografinin, fotoğrafların, eylem görüntülerinin de dolaşıma girdiği zamanlar. Euinadi’nin kitabı işte böylesi bir uyanış ve yeniden ifade ediş döneminin içinde ortaya çıkar.
Euinadi’nin 17 Ekim 1961 katliamının ırkçı ve sömürgeci bir devlet suçu olarak tanınması mücadelesi üzerine bir kitap yayımlayan Fabrice Riceputi, Euinadi’yi “hafıza militanı” olarak tanımlar. Hafıza militanı kavramı sadece Fransa hafıza sahasını değil Türkiye hafıza sahasını düşünürken de çok kullanışlı bir kavram bence. Hafıza militanları, genelde politik bir örgüt(lülük) tecrübesi olan, özellikle ırkçılık ve sömürgecilik temelli devlet suçlarını ele alan, genelde tek bir suça ya da şiddet pratiğine yoğunlaşıp gündem ne olursa olsun yoğunlaştığı konuya sadık kalan, inatçı insanlar. İzini sürdükleri suçun peşini asla bırakmıyorlar, yazarak, eylemler düzenleyerek, farklı örgütler ve bireylerle ittifaklar kurarak konunun gündemde kalması için mücadele ediyorlar. Yaklaşımları ve mücadeleleri sivil toplum kuruluşları, başta profesyonel tarihçilik olmak üzere akademi tarafından fazla politik bulunarak biraz küçümseniyor ama aslında hafıza militanlarının mücadeleleri mevcut hafıza sahasının sınırlarını açıyor, alanını genişletiyor. Hafıza militanlarının bir kısmı zaman içinde akademiye ya da başka alanlara geçerek hafıza sahasında başka türlü konumlanabiliyorlar ama politik bağlılıkları ve üzerine bilgi ürettikleri konuyla kurdukları bağ pek değişmiyor.
Türkiye üzerinden düşünürsek Eren Keskin’den Recep Maraşlı’ya, Ragıp Zarakolu’dan Leman Yurtsever’e hafıza militanı tanımına uyacak pek çok isimden söz edebiliriz. Bu isimler ilk akla gelenler elbette; devletin farklı türden suçlarıyla farklı araçlar ve yöntemler kullanarak uğraşan farklı kuşaklardan militanlar Türkiye hafıza sahasını genişletti, bu sahanın içine ana akım aktörler tarafından kolaylıkla kabul edilmeyecek konuları ekledi. Hafıza militanları çoğunlukla taban örgütlerinin içinde ya da onların desteğiyle hareket etti. Örneğin 2006’da Ankara’da trans kadınlara saldıran çeteden dört kişinin yargılandığı Eryaman-Esat davasının hak örgütleri tarafından izlenmesi LGBTİ+ örgütlerinin mücadelesiyle mümkün oldu; transların tecrübelerini video görüşmeleri ve sözlü tarih çalışmalarıyla kayıt altına alarak Türkiye hafıza sahasının alanını genişlettiler. Pembe Hayat derneğinin bu konuda sistematik bir çabası olmasaydı transların muazzam bir şiddete maruz kaldığı ve aynı zamanda buna karşı direndiği Esat-Eryaman süreci insan hakları örgütlerinin kayıtlarına bile ya çok sınırlı ölçüde girecek ya da hiç girmemiş olacaktı.4
Hafıza militanlarının fazlasıyla politik bulunan mücadelelerine pek çok örnek bulunabilir. Örneğin, Kürdistan’ın pek çok kentinde, ilçesinde, mezrasında, özellikle savaşta yaşamın yitirmiş gerillaların cenazelerini usulüne uygun şekilde teslim almak için mücadele eden Mebya-Der (Medeniyetler Beşiğinde Yakınlarını Kaybeden Ailelerle Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği) çalışanlarının çalışmaları bu tanıma son derece uygun geliyor bana. Yürüttükleri çok çetin politik mücadeleyle Türkiye hafıza sahasının alanını genişleten bu insanlar aynı zamanda yaşadıkları bölgedeki çatışmaların kaydını da tutarlar. Zorla kaybedilenlerin, infaz edilenlerin ve çatışmada yaşamını kaybedenlerin bilgisi çoğu zaman sadece derneğin kayıtlarında değil onların kafalarının içinde de vardır. Kimin nerede nasıl ve hangi şekilde katledildiğini isim isim sayarlar. Fazla politik bulunan bir örgüt olduğu için sivil toplum kuruluşu profesyonelleri ve akademisyenler raporlarını alıcı gözle pek incelemese de aslında Mebya-Der raporları bu ülkedeki çatışmanın ve ölülere yapılan eziyetin mekânsal ve politik örüntülerini ortaya koyduğu için son derece önemli çalışmalardır.
Şüphesiz geçmişin işlenme biçimlerine dair sürdürülen politik mücadelenin bilgi üretimine yansıması çeşitli dolayımlarla gerçekleşir. Bilgi üretiminin tek yönlü olmayan, karmaşık bir yapısı ve pek çok farklı kaynaktan beslenen çetrefil güzergahları vardır. Dolayısıyla hafıza militanlarının çalışmaları, otomatik olarak veya kendiliğinden, geçmişin yorumlanmasına dair alternatif ve kuvvetli bir bilgi üretimi anlamına gelmeyebilir. Farklı mecralardaki tarihsel bilgi üretimi açısından sadece hafıza militanlarının mücadelesi değil profesyonel tarihçilerin, farklı sivil toplum örgütlerinin, gazetecilerin, özellikle edebiyatçıların ama bir bütün olarak sanatçıların ürettiği birikim de çok önemli bir yer tutar. Karşılıklı ilişkiler kurarak oluşturulan bu süreçlerde, hafıza militanlarının ürettiği bilgi her durumda yeniden bir yoruma tabi tutulur. Bu yorum aracılığıyla, hafıza militanlarının katkısı, bazen işlenip daha sofistike bir hale getirilerek bazen de içeriği seyreltilip daha kabul edilebilir versiyonlar oluşturularak, yeniden yazılır. Ve tüm bu farklı anlatılar bazen birbiriyle uyumlu hale gelerek bazen çatışarak bazen de çok farklı şekillerde ilişkilenerek hafıza sahası dediğimiz çok katmanlı bütünü oluştururlar. Ben bu yazıda esas olarak varlıkları ve ürettikleri bilgi bazen hak ettiği değeri görmeyen hafıza militanlarının hafıza sahasına ilk anda görüldüğünden ya da kabul edildiğinden daha köklü bir katkı sunduklarının altını çizmek istiyorum. Bu önemli katkı elbette karmaşık güzergahlardan geçerek bilgi üretimi sürecinde etki yaratır; politik eylemin ve mücadelelerin dönüştürücü gücünün hafıza sahası açısından da çok yönlü sonuçlarını olduğunun farkında olmak ve bu katkıların hakkını vermek gerekir diye düşünüyorum.
Bu haftaki yazımı yazarken Türkiye’nin en önemli hafıza militanlarından biri olan Hrant Dink aklımdaydı. 19 Ocak 2022, Hrant Dink’in devletin farklı kanatlarının katıldığı ve esasen özel harp örgütünün organize ettiği bir cinayetle, kurucusu ve genel yayın yönetmeni olduğu Agos gazetesinin önünde katledilmesinin 15. yılıydı. Dink’in katledilmesiyle başlayan hedef gösterilme süreci 6 Şubat 2004’te Agos’ta yayımlanan “Sabiha Hatun’un Sırrı” başlıklı röportajla başladı. Röportajda Sabiha Gökçen’in binlerce Ermeni yetimden biri olabileceği iddia ediliyordu. Bu röportajdan sonra başını Hürriyet gazetesinin çektiği bir linç kampanyasıyla Agos gazetesi ve Hrant Dink hedef gösterildi. Genelkurmay konu hakkında açıklama yaparak tüm basın yayın organlarını haber yapma ilkelerini gözden geçirmeye çağırdı, Ülkü Ocakları’ndan bir grup Agos önünde tehditler savurarak eylem yaptı. Valiliğe çağrılan Dink orada konuştuğu devlet görevlileri tarafından tehdit edildi. Hrant Dink hakkında farklı yazılarından ötürü TCK 301. maddeden, yani Türklüğe hakaret suçlamasıyla, davalar açıldı. Dink hakkında açılan davaların duruşmaları Türkiye’nin ırkçılarının, Türkçülerinin ürkütücü biçimde boy gösterdiği, pankartlar açarak küfürler ederek Hrant Dink’e saldırdıkları utanç verici sahnelere döndü. Hrant Dink 19 Ocak 2007’de katledildiğinde cinayet bu sürecin sonucunda işlenmişti.
Hrant Dink’in nasıl hatırlanacağı ve anılacağı elbette politik bir mesele. Hrant Dink sadece bir hafıza militanı değildi üstelik,5 aynı zamanda bir sosyalist, Agos gazetesi gibi bir kurumu kuran ve var eden belki en önemli yazarı, Türkiye politikasının geneline dair söyleyecek sözü ve politik tavrı olan biriydi. Hrant Dink kuşkusuz çok iyi bir insandı ve çok iyi bir arkadaştı ama öldürülmesine sebep olan şey bir Ermeni olarak bu ülkenin kendisine layık gördüğü kadere itiraz etmesi, kendi konumunu köklü bir biçimde dönüştürmesidir. Kurumlar kurarak, kamusal alana çıkıp sözünü söyleyerek, politika yaparak sadece bu ülkede eşit yurttaşlık mücadelesini değil Ermeni Soykırımı’nın tanınması mücadelesini de politik faaliyetinin kalbine koydu. Onu sadece romantize edersek ya da kavgacı Ermeni diasporasının karşısında mutedil Ermeni figürü olarak anarsak hatırasını ve politik mücadelesini tahrif etmiş oluruz.
Hrant Dink Türkiye Cumhuriyeti devletinin elinde rehin gördüğü Ermeni toplumunun, devrimci, açık ve herkesle ilişki kurmaya inanmış bir sözcüsüydü. Ve en nihayetinde bu ülkenin özel harp aygıtının planladığı bir cinayetle katledildi, çok sert bir yapıyla karşı karşıya geldi ve bunun farkında olarak mücadelesine devam etti. Biz onu vurulduğu sokaktan kaldırmak istiyorsak, onun söylediği sözü ehlileştirmek şöyle dursun öncelikle verdiği büyük mücadeleyi tanımalıyız. Bir Ermeni’nin gazeteler kurarak, kamuoyu önüne çıkarak Ermeni Soykırımı’nı adıyla anarak, eşitlik talep ederek, soykırımın inkâr nedeniyle bugün de sürdüğünü vurgulayarak nasıl önemli bir etki ve çok büyük bir rahatsızlık yarattığını kavramalıyız. Dink’in yaşarken, bulunduğu konum nedeniyle, Ermeni Soykırımı’nın tanınmasını lafzen birinci mesele yapmamasını esas veri kabul edip bu mücadelenin sertliğinden kaçınamayacağımıza inanıyorum. Hrant Dink inandığı sözü söyledi, faşizmle dövüşerek söyledi; bu söze eşit yurttaşlık ve Ermeni Soykırımı’nın tanınması mücadelesi mündemiçtir. O ırkçı, milliyetçi, inkârcı, Türkçü, eşitlik karşıtı güçlerin karşısında sükunetle, evet kapsayıcı olmaya inanarak, evet olabildiğince herkesin hem aklına hem duygusuna hitap etmeye çalışarak, ama olması gerektiğine inandığı şekliyle, katledilene kadar konuştu. Sadece Ermeni Soykırımı’nın değil pek çok şiddet biçiminin üstünün daha da kalın bir şalla örtüldüğü; farklı faşizmlerin farklı ırkçılıklarının ortamı sürekli çeşitli gruplara karşı linçe, pogroma açık bir hale getirdiği; insanların ölülerini gömemediği ve mezarlıkların sistematik olarak parçalandığı; Türk üstünlükçü faşizan fikirlerin kamusal alanda ve sosyal medyada rahatça dolaştığı bir zamanda, biz bugün hem Hrant Dink’i layıkıyla anmak hem katledilmesinin hesabını sormak hem de başka yerler inşa etmek için ne yapıyoruz? Kendimize sormamız gereken soru bence budur.