Maraş’ın Pazarcık ilçesinde saat 4.17’de 7.7; dokuz saat sonra ise 7.6 büyüklüğünde depremler meydana geldi. 6 Şubat’ta meydana gelen bu depremlerin üzerinden bir hafta geçti. Deprem gerek etkilediği alan gerekse de ortaya çıkardığı yıkımla devasa etkisini göstermeye devam ediyor. Depremin gerçekleştiği ilk andan itibaren göz yaşartacak cinsten bir dayanışma büyüyor. Herkes, elinden geldiği kadarıyla depremzedelere ve deprem bölgelerine destek olmaya çalışıyor.
Depremlerden bir süre sonra ortaya çıkan iktidar temsilcileri net bir şekilde “öfkeli” duruyor. Türkiye’de 7 Haziran 2015 seçimleri hariç girdiği her seçimi kazanan ve depremin en çok etkilediği şehirlerde son genel seçimlerde yüzde 50 civarı ve üstü oy alan iktidarın yansıyan duygu durumu ne bir üzüntü ne de bir bitaplık olarak gösteriyor kendisini. En belirgin duygu, öfke.
Esaslı duygu: Öfke
Şiddetini siretlerden alan ve suretlere yansıyan bir öfke, televizyon ekranları aracılığıyla tüm ülkede bir temsil rejimini resmediyor. Bu öfke, son dönemlerde ekonomik krizle ilgili algıları yönetmeye başlayan iktidarın hesap edemediği bir gelişmeyle karşı karşıya kalmasının verdiği bir hazmedememe duygusunu akla getiriyor. Elbette bu hazım probleminin öfke kabarmasında payı var ve fakat ekranlara yansıyan öfke rejimini açıklamak için başka nedensel bağlara da ihtiyaç var.
İlk olarak AKP Genel Başkanı Erdoğan’ın seçim kazandıkça kendisine yüklediği “kadir-i mutlak” otorite duygusunun depremlerle tahrip olmasının etkisi önemli bir neden olarak duruyor. Theodor W. Adorno’nun kapsamlı bir alan araştırması sonucunda kaleme aldığı Otoriteryen Kişilik Üzerine eserinde bulunan çarpıcı bir tespit, bu noktada bize yardımcı olabilir. Ona göre “nesnenin göreli toplumsal zayıflığı (bunu iktidar üzerinden okuyabiliriz) ile onun her şeye yeten varsayımsal uğursuz gücü arasındaki orantısızlık, kendi başına, yansıtma mekanizmasının işbaşında olduğunun kanıtıdır.” Adorno’nun bu cümlesiyle verdiği anahtarları kullanırsak öncelikle diyebiliriz ki, iktidarın kendisine biçtiği varsayımsal uğursuz güç ile depreme karşı yüzleştiği göreli zayıflığı arasındaki makas açıldıkça öfke temel duygu, yansıtma mekanizmalarıyla bu duyguyu telafi etme temel çaba olarak öne çıkıyor. Onun içindir ki, öfkeye eşlik eden siyasal söylem “yüzyılın felaketi” gibi köpürtülmüş ifadelere dayanıyor.
Bu söylem iktidarı kadir-i mutlak olmasa da “muktedir” kalmaya devam eden özne olarak imliyor. Nitekim “devlet alana hâkim” cümlesiyle vurgulanmak istenen tam da bu imleme. Öte yandan ise deprem tahribatının “büyüklüğü”ne sıklıkla vurgu yaparak “kaza ve kader” inancını kaşıyor. Yani hem muktedir hem de sınırlı güce sahip, ne kadir-i mutlak ne de bitap arasında salınan muğlaklıklarla kendisini tanımlamanın ve kendisi hakkında “not verme”nin imkansızlığını yaratmaya çalışıyor.
Survivor parkuru olarak hayat
İkinci olarak, iktidarın neoliberalizmle entegre politik ekonomisi ve bizatihi siyasal söylemini Türkiye siyasi tarihi okumasına dayandırarak antagonistik bir koordinattan kurması onun iktidar stratejisinin temel bileşeniydi. Bir yandan antagonistik sınırları belirginleştirerek, yani dost-düşman ayrımını kati hale getirerek ve kimlik politikalarını esas alarak toplumu cemaatlere bölme, ayrıca neoliberal politik ekonomiyle cemaat içindeki kişileri atomize etme politikaları iktidar stratejisi kapsamında işliyordu. Böylece hem “çoğunluğu tanımlayan biz” iktidarın hinterlandına yerleştiriliyor hem de her cemaat atomize bireylerden oluşturularak iktidar karşısında korunmasız, zayıf, kırılgan hale getiriliyordu. Yurttaşlık geri çekiliyor, örgütlülük sınırlanıyor ve cemaatler arası temas sıfırlanıyordu.
Cemaatler ve bireyler ekseninde iki tür yalıtımla atomize olmuş kişi için hayat bir survivor parkuru haline geldi. Sosyal ve siyasal yaşama dahiliyet olarak yurttaşlık tahayyülü yerini güvenlik kaygıları ve paranoid korkularla yönlendirilen canlılar alemine bıraktı. Achile Mbembe’nin Zenci Aklın Eleştirisi eserinde bahsettiği gibi iktidar herkese “fuzuli insanlık” içinde olduğunu hissettirerek güçten düşürüyordu. Öte yandan iktidar özellikle kendi cemaatini sadece dost-düşman ayrımıyla kamplaştırmıyor aynı zamanda çeşitli çıkar ağlarıyla bir arada tutarak, diğer cemaatlerle temasının sıfır noktasında kalması için büyük çaba harcıyordu. Böylece toplumu kamplara bölse de kendi kampını hep diri ve öteki kampla hep mesafeli tutmayı “başarıyordu”. Seçmen bazında düşündüğümüzde, ekonomik kriz ve sosyal buhrana rağmen bloklar arası oy geçişinin düşük oranda seyretmesi bu “iktidar başarısı”nın göstergesi sayılabilir.
Önce Covid-19 pandemisi ve ardından derinleşen ekonomik kriz, belli düzeyde bu iktidar siyasetinin sınırlarını göstermişti. Maraş merkezli ve on kentte tahribat yaratan depremler ise iktidarın ilmek ilmek ördüğü iki tarz-ı yalıtım siyasetini tehdit edecek şekilde insanların bir araya gelmesinin imkanını var etti. Bu imkânın nüve halinde belirişi bile iktidarı panik ve korkuya sevk etti. İktidar yirmi yıllık “siyasal yatırımının” tehditle karşı karşıya olduğu algısını kapıldı ve bu durum öfkesini harladı.
Re-Organize: Topluluk olma vasfının imkanları
İktidarın tarz-ı yalıtım siyasetinde büyük bir yarılmaya neden olan temel mesele, depremle birlikte almaya değil vermeye odaklanan, bir başkasını “birlikte” düşünmeyi getiren topluluk olma vasfının halet-i ruhiyesi oldu. İktidarın öfkesini en çok harlayan ise tam da kendi “kampını” oluşturduğu kentlerde depremin tahribatının fazla olması ve dolayısıyla gözü gibi sakındığı kampındaki insanların, başka kamplardaki insanlarla temasının imkanını yaratması oldu.
Kamplar arası bölünme ve atomize edilmiş insanlar, bir anda bir başkasıyla birlikte eylemeye, dertlenmeye başladı ve temaslar çoğaldıkça atomize olma durumunun getirdiği “çaresizlik ve yalnızlık” kaybolmaya, kamplar arası sınırlar anlamsızlaşmaya başladı. İktidarın yılların “siyasi yatırımı” ile ortaya çıkardığı insan tipolojisi bir anda dört bir yandan yara almaya başladı.
Başka kamplardaki insanlarla olan ortak sembolik değerler hatırlanmaya ve toplumsal ilişkilerde belirleyici olmaya başladı. Tarihsel düşman Yunanistan ve Ermenistan gibi ülkelerden güçlü destekler ulaştı. Daha birkaç yıl önce “ekmeğe muhtaç olacaklar” denen Irak Kürdistan Bölgesinden destekler gelmeye başladı. Böylece “iç düşmanlar” kadar “dış düşmanlar” söylemi de yerinden olmaya başladı.
Kimliklerin, sınırların, inşa edilen değer yargılarının deprem afetiyle birlikte geçersiz kılınabildiği bir ilişkiler ağı gelişti. Karl Marx’ın Formen eserinde -farklı bağlamda da olsa- topluluk olma vasfını kazanmanın bir arada oluşla değil, bir araya gelişle imkân dairesine girdiğine dair tespiti işler hale geldi. Böylece her bir araya gelme yalnızlık-çaresizlik hissinin dağılmasını, her temas Öteki ile Ben arasındaki mesafenin daha fazla kapanmasını çağırdı. Bu imkân öyle büyüdü ki, iktidardan nemalanmasıyla ünlü sermaye grupları bile “ortak sembolik değerlere” eklemlenme ve topluluk olma vasfının aktüel hale gelme ihtimaliyle dışarıda kalma korkusuyla yardımlarını iktidar merkezli olmayan kurumlar üzerinden gerçekleştirmeye ve bunun propagandasını yapmaya başladı.
Asla yalnız yürümemek!
James C. Scott kült eseri Devlet Gibi Görmek’te devletin/egemenin temel hedefinin nüfusu okunaklı kılmak, ölçeklendirmek, kategorize etmek, tanımlamak ve yönlendirmek olduğunu ifade etmişti.
Depremle birlikte devletin diline daha fazla sarılmasına, ortak sembolik değerleri yeniden üretmemek adına bir kez bile “hepimiz” diyememesine, siyasi yalıtımları tahkim etme çabasına rağmen egemen, toplumu okunaklı kılamıyor. Tanımlayamadığı ölçüde kategorize edemiyor ve yönlendiremiyor, yönetemiyor. Kendisinin tarif ve tasnif ettiği kamp bile kendisine yabancı gibi gelmeye başlıyor.
Bu sebeple, beş yüz kilometre alanı ve 13,5 milyon insanı etkileyen bir depremle karşı karşıya olunmasına rağmen iktidarın bu denli öfkeli olması ve tehditler savurmasının temel gerekçesi, bizlerin ortak sembolik değerleri hatırlayarak topluluk olma vasfını kazanmamızın ihtimalinin belirmesidir.
Asla yalnız yürümemek, iktidar stratejilerine ve yönetme aygıtlarına verilebilecek evrensellik taşıyan temel moral ve pusula olmaya ve tabi ki bir ihtimal bile birçok şeye gebe kalmaya devam ediyor…
Hasan Kılıç kimdir?
Lisans ve yüksek lisans derecelerini Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nden aldı. Doktora öğrenimine Hacettepe Üniversitesi Siyaset Bilimi Anabilim Dalında tez aşamasında devam ediyor. Türkiye siyasi tarihi, devlet kuramı ve felsefesi, Kürt Sorunu gibi alanlarda çalışıyor ve yazıyor.