İnkâra dayanan Kürt politikasının bir bileşeni olarak Öcalan’sız hukuk ve siyaset inşası yadsınamaz bir gerçek. Bu politikanın, yüz yıllık devlet politikası olduğu göz ardı edilerek yalnızca iktidar partisine mal edilemeyeceği gibi uluslararası boyutundan soyutlanarak da doğru değerlendirilmesi mümkün değil.
24 yıllık İmralı tecrit sistemi Avrupa hukuk sınırları içinde olmasına rağmen bütün evrensel norm ve kurallara aykırı şekilde varlığını sürdürüyor. 18 aydır Öcalan’dan ve yanında bulunan arkadaşlarından hiçbir şekilde haber alınamıyor. Böylesi bir durum objektif olarak en olumsuz durumların mevcudiyetine karine oluşturur. Bu husus salt dış dünyadan izolasyon nedeniyle işkence tanımına vücut verirken bundan da ötesi cezaevinde ne gibi muamelelere maruz kaldıkları sorusu bünyesinde birçok ihtimali barındırır. Herhangi bir hakkın spesifik ihlalinden öte sosyal bir ölümdür vuku bulan. Bu sosyal ölüm gerçeğini doğru tercüme edemeyen siyasal alan ise İmralı nezdinde hedeflenen hakikat kırımına da başka versiyonlarıyla hizmet etmekten kendisini kurtaramamaktadır. Dillendirenlerin tehlikenin ağırlığına denk düşmeyen tutumları nedeniyle avukat ve ailelerin görüşemediği söylemi, gerçekliği gölgeleyen bir rutin halini almıştır. İmralı’da her şey normalmiş de eksik olan bir tek avukat ve aile görüşüymüş gibi bir algıya hizmet ediyor. Elbette yıllar içerisinde çok yetersiz de olsa İmralı’da dış dünya ile tek bağ, aile ve avukat görüşmeleriydi. Lakin tecrit ve işkence sisteminin salt aile ve avukat görüşleriyle ortadan kalkmayacağını; daha da önemlisi, bölgesel ve küresel bir karakter kazanan Kürt meselesinin kendisini dayatan çözümüne tek başına ilaç olmayacağı da aşikâr. Özünde İmralı sisteminin bugüne değin ağırlaşarak sürmesinin temel nedenlerinden birisi de devletin Öcalan politikalarıyla sorunun çözümsüzlüğü arasındaki bağı yerli yerine oturtamayan ya da görmezden gelen toplumsal muhalefetin ve evrensel emsallerinin aksine siyasal iktidara açıktan cephe alamayan “aydın” dünyasının ideolojik-politik yetmezlikleridir. Bu yetmezliklerin doğal sonucu olarak da ortaya çıkan siyasal etik yoksunluğu da en az faşizm kadar karşısında mücadele edilmesi gereken bir coğrafya ur’udur. Adeta bir kara delik haline gelmiş Öcalan’sız hukukun ve politik inkârcılığın zemini, dünün muktedirleri bugünün “muhalifleri” eliyle oluşturuldu; dünün mağdurları bugünün zorbaları tarafından ise olgunlaştırıldı. Cumhuriyetin ilk kuruluş yıllarına değin bir geçmişi olsa da bugün bütün toplumu bünyesine alan adaletsiz adaletin, hukuksuz hukukun özgün temelleri 1999 yılında İmralı’da atıldı. Öcalan’sız siyaset ve hukuk inşasına salt Öcalan’ı dışlayacağı, Kürt halkının özgürlük mücadelesini tasfiye edeceği hesabıyla göz yumanlar, bugün feryat figan ediyor, “rejim muhalifliğine” soyunuyor. Bütün bunları ayrı başlıklar halinde sırası geldiğince somut verileriyle beraber tartışmak mümkün. Öcalan’ın 24 yıllık İmralı duruşu, söylem ve öncülüğünü yaptığı pratik gelişmelerle bu süre zarfında kimin nasıl pozisyon aldığı ve açığa çıkan sonuçlar, kamuoyunun bilgisi dahilinde. Bu gerçekliği çarpıtacak hafıza ve algı oyunlarının, günümüz bilgi dünyasında kâr etmemesi ve tüm sadeliğiyle orta yerde duran aleni arşivler, Öcalan hakikatini manipüle edilemez kılıyor.
Maksadımız, Öcalan üzerindeki mutlak tecridin, siyaset ve düşün dünyasında büyüttüğü gayri ahlaki gidişata ve duymuyorum-görmüyorum-bilmiyorum üçlemesine maruz kalan İmralı işkence sisteminin varlığının yaratacağı başkaca kirlenmelerin önüne geçilmesine dikkat çekmektir. Öcalan’ın 24 yıllık İmralı tarihinde dış dünya ile temas kurabildiği anlarda bile söz kurma imkânı çok sınırlı oldu. Ada hep devlet tarafından bilinmez, duyulmaz, görünmez kılındı. 2011 yılından önce görece rutin izleyen avukat görüşmeleri dahi -ki bunların süre ve sayısı AİHM ve CPT’nin eleştirilerine konu olmuştur- ayları aşan süreli kesintilere rağmen gerçekleştiğinde haftalık bir saat ile sınırlıydı. Öcalan’ın toplumun ve siyasetin demokratik dönüşümünde etkin rol oynadığı 2013-2015 yıllarında İmralı heyeti olarak tabir edilen parlamenter grubun dışında yasal hakkı ve talebi olmasına rağmen avukatlarının, başkaca heyetlerin, basın mensupları ve siyasetçilerin gitmesine müsaade edilmedi. Sınırlı içeriğe sahip heyet aktarımlarından ziyade topluma seslenmek amacıyla kaleme aldığı Newroz Mektupları ve Dolmabahçe Mutabakatı gibi metinlerle doğrudan söz kurma yöntemini geliştirdi. Bahsi geçen bu dönemde bile yasal hakları askıdaydı, tecritteydi. Sonrası süreçte AKP-MHP iktidarının anti-hukuk, anti-toplum saldırıları karşısındaki çaresizlikte, İmralı’daki askıda hukuka ve askıda haklara dair toplumsal kanıksanmışlığın payının kayda değer olduğunu düşünüyoruz. Bütün bu askıda hallere rağmen Öcalan’ın sözünün farklı çevrelerce bu denli karşılık buluyor olması da sıradanlaşan toplumsallığın ve sıradanlaşan politikanın ezberini bozacak düzeyde bir tahlil gücüne, politik hafızaya, entelektüel birikime sahip olması ve örgütlü bir halk gücünün lideri olmasından kaynaklıdır. Duymayan kulaklara, görmeyen gözlere, bilmeyen zihinlere söylenecek en gerçek cevap da ‘inkâr ettiğiniz bir şahıs değil bir toplum, bir an değil bir tarihtir’ cümlesidir. Ve unutulmamalıdır ki Öcalan, dünyanın dört bir yerinde her gün kendisini üreten bir özgürlük mücadelesinin lideri, bu mücadeleye gönül veren milyonların da önderidir. Yaşanan dünya deneyimleri de göstermiştir ki tarihi örgütlü halklar, kitleler belirleyecek ve özgürlüğü örgütü kitleler sağlayacaktır. Dolayısıyla bugün, Öcalan şahsında örgütlü halk gerçekliği ve bu halkın özgürlük mücadelesinin varlığı, dinamizmi, potansiyeli inkâr edilmektedir ki, tarafı ve niyeti ne olursa olsun bu yok sayan zeminde ısrar edenler, kendileri yok olacaktır.
“Dışardakilerin” kendi geleceklerini de kararttıkları bu halleri karşısında “içerdeki Öcalan”, toplumsal ve politik gerçeklikleri hep gözeten, anlamaya çalışan ve ikna etmeye çabalayan tarzıyla alan açan, ezber bozan, oyun kuran bir aktör olmayı hep başara geldi. O nedenledir ki, çözüm süreçlerinde Ada’da yapmış olduğu görüşmelerin her daim alenileşmesini, topluma ulaştırılmasını istemiş, bu konuda ısrarcı olmuştur. Çünkü kendisi için ulus-devletçi iktidarlar hep mücadele edilmesi, sönümlendirilmesi gereken; bu iktidarların manipüle ettiği, konsolide ettiği yurttaşlar da hep müzakere edilmesi, ikna edilmesi ve demokrasi mücadelesine katılması gerekenlerdi. Bu anlayışının bir gereği olarak da İmralı’daki görüşlerinin kamuoyuyla yeterli düzeyde paylaşılmamasını, devletin uyguladığı tecride paralel başkaca bir tecrit olarak değerlendirmiştir. Tam da Öcalan’ın bu yaklaşımının bir sonucu olarak Asrın Hukuk Bürosu avukatları, gerek 2019 yılında gerekse de 2011 yılı öncesinde gerçekleştirilen görüşmeleri hukuki gereklilikler gözetilerek kamuoyunun bilgisine sunmuştur. 2013-2015 çözüm süreci görüşmelerinde ise bu alenilik ilkesinden kısmen imtina edilerek farklı bir prosedür işletildiği doğrudur. Ancak bu hususun Öcalan’ın talebiyle değil bilakis farklı etkenlerden kaynaklı Öcalan’a rağmen gerçekleştiği, Öcalan’ın sürece ilişkin görüşmelerin kitaplaştırılarak toplumun bilgisine sunulması isteğinden açıkça anlaşılıyor. Zaten Kürt Siyasal Hareketini yakından takip edenler Öcalan’ın siyaset tarzının kendine özgüveni esas alan bir şeffaflığa dayandığını bilir. Yaptığı görüşmelerin meşruiyetini sağlamak için toplumu sürece taraf kılmak gayreti esastır. Bu anılan nedenlerle Öcalan’ın toplumun belli bir kesimi aleyhine ya da belli bir siyasal blokun lehine gizli anlaşmalar yaptığı söylemi yılların siyaset hafızasına ve yaşanmışlıklarına aykırılık teşkil eder. O nedenle İmralı’daki çözüm görüşmelerinin “kapalılığından” Öcalan’ı sorumlu tutmak ya da kendisini buradan itibarsızlaştırmaya çalışmak, bu anlayış sahipleri açısından baltayı taşa vurmak ya da bindiği dalı kesmek gibi bir durumu içerir. Şahitliğimizle çok açık ve net belirtmek gerekir ki, İmralı merkezli çözüm görüşmelerinde Türkiye ve Kürdistan kamuoyuna en açık, en şeffaf kişi Öcalan’dı. Bu görüşmeleri sır gibi kamuoyundan saklamaya çalışan ise siyasal iktidarın kendisiydi. Yer yer Öcalan’ın kendi görüşlerini kamuoyuyla paylaşmasından rahatsız olmasının nedeni de iktidarın Öcalan gerçekliğini Türkiye halklarının daha yakından tanımasına dair korkusuydu. “Kapalılık” ya da “gizli pazarlık” olarak ortaya çıkan şey, Öcalan’a rağmendir ve yüz yıllık Kürt inkârı üzerinden kendisini inşa etmiş ideolojik Türkçülüğün, Öcalan şahsında Kürt halkının özgürlük mücadelesinin Türkiye halklarıyla doğrudan tanışmasına dair olan resmi korkudur. O resmi perdenin bir an olsun aralanması durumunda 7 Haziran sürecinde olduğu gibi ne türden tarihsel gelişmelere yol açacağı apaçık ortadadır. Sonrasındaki Suruç ve Ankara Gar katliamlarını da yırtılmaya yüz tutmuş bu resmi paradigma perdesinin sahiplerinin ‘korku katliamları’ olarak tanımlamak zor olmasa gerek. Özcesi İmralı’da Öcalan’ın görüşlerinin dışarıyla paylaşılmasından korkanlar ve bu korkunun sonucu olan tecrit ve işkence sistemini umursamayanlar, Suruç ve Ankara Barış eyleminden korkanlar ve bu her iki katliamı umursamayanlardır. Korkaklar ve umursamazlar ister yeşil ister beyaz versiyonlu olsun, Demokratik Cumhuriyet mücadelesinin başlıca düşmanlarıdırlar. Dolayısıyla İmralı’daki hukuki ve politik karadelikten eş sorumludurlar. Birisi korkusundan Öcalan’ı alıkoyuyor, tamamen izole ediyor; diğeriyse İmralı’da yasa dışına, hukuk dışına çıkan rejimi umursamıyor. Oysaki bilmiyor ki korkunun ecele faydası yok; beriki de bilmiyor ki Kürdün ayağının altından çekilen hukuk, senin ayağının altında muza dönüşüyor.
Dolayısıyla İmralı’da insan haklarının ve hukukun askıya alınma hali devam ettikçe, bir başka deyişle Ada, hukuk alanının dışında tutuldukça siyasal komploların, özel savaş yönelimlerin zeminini de kurutamayacağız. Tablo nettir iktidar açısından; Öcalan’ı dış dünyadan yalıt, alıkoy. Bu alıkoyma rejimi üzerinden de hem Kürt siyasal hareketini zayıf tut hem de Kürt sorunun mevcut varlığını siyasal kumpaslarının, komplolarının aracısı kılmaya çalış. Bu gerçekten hareketle iktidar karşısındaki tüm muhalefet bilmelidir ki, iktidarın kesin yenilgisi, başta İmralı’da olmak üzere bu komplo ve darbe rejimine ilkeli bir karşı duruşla mümkündür.