“Ah kimsenin vakti yok
Durup ince şeyleri anlamaya”
(Gülten Akın-İlkyaz)
Yakın zamanda Erdoğan’ın Öcalan’a referansla sarf ettiği sözler ciddi bir tepki aldı. İmralı’daki mutlak tecritten sorumlu olan yürütmenin Öcalan’a ilişkin manipülasyonlar ile seçmeni etkileme yoluna gitmesi etik ilkelerin çiğnenmesi anlamına gelmekteydi. “Tecridi kaldırın, Öcalan kendisi konuşsun” diyen bir kesimin dışında, gösterilen diğer tepkiler, Öcalan’ın konuşması durumunda karşıt ittifakın avantajlı pozisyonunu kaybedeceği korkusundan kaynaklanıyordu. Halbuki bu siyasal çevrelerin gözden kaçırdığı şey, saray rejiminin kendisini ayakta tutan temel özelliğinin İmralı’yla başlayan ve tüm ülkeye yayılan hukuk ve politik etik dışı uygulamalardı. Kendi fiili istibdat rejimini buradan üreten ve güçlendiren bir yapıya karşı en sonuç alıcı mücadele yöntemlerinden birisinin de hukukta ve politik etikte ısrar etmek olduğunu unutmamak gerek. Doğru olan tepki ise Anayasal hakların tanınması ve yasaların uygulanması temelinde olmalıydı. O nedenle Erdoğan’ın son açıklamalarındaki çarpıtmalar karşısında hukuk devleti kimliğinin öne çıkarılması ve bunun yolunun da kendi yasalarına saygıdan ve yasaların uygulanmasından geçmek olduğu, siyasetin ve toplumun temel talebi olmalıdır.
Kendisinden haber alınamayan Öcalan’a atfen, seçim odaklı geliştirilen söylemlere şu ya da bu nedenle tepki vermek, gerekçesinden bağımsız şekilde anlaşılır bir durumdu. Ancak iktidarın türlü manipülasyonlarına bu denli refleks gösteren bir kesimin ısrarla Öcalan’a dair manipülasyonlardan geri durmadığı da bir gerçek. O vakit böylesi çevrelerin öncelikle demokratik duruşlarını ve muhalif kimliğini tartışmak gerekir. Görünen odur ki İmralı’da asgari hukuk savunuculuğu yapamayanlar, iktidarın kalıcılaştırmak istediği anti demokratik sistemin varlığına hizmet etmekte, muhalif pozisyonlarıysa iktidar karşısındaki taht kavgasından öteye geçmeyecektir. Bu çakma muhalif pozisyonlarının, baskıcı rejimin sürekliliğine katkılarının görünmez kılınmasında onlara epey avantaj sunduğu da inkâr edilemez. Toplum menfaatinden ziyade kendi dar parti çıkarlarını ve konforunu garantiye alan, bunun için her türlü demagojiyi geliştirmekten çekinmeyen bu tarz, resmi Türkiye siyasetinin bir sonucu ve çok değerli istisnalarına rağmen ne yazık ki Türkiye entelijansiyasındaki zayıflıklardan da besleniyor. İktidar karşıtı konumda olmak, konjonktürel olarak alıcısı olan söylemleri ağızdan düşürmemek, doğal olarak bir demokrasi emekçisi görünümü kazanmalarını sağlıyor. Bir şartla; toplumu hafızasız, öncülerini de siyasal tecrübeden yoksun kabul edersek. Algıları manipüle etmekte mahir olan bu zihniyet, yıllardır Öcalan’a dair yalan yanlış cümle kurmaktan geri durmadı, durmuyor. Öcalan’ın AKP ile anlaştığını, tekrardan anlaşabileceği söylemini ısrarla servis ediyorlar. Demokrasi yıkıcılığına savrulan, her yerde şiddeti diri tutan otoriter bir iktidarın Öcalan’dan destek aldığı algısını yerleştirme çabasındalar kendilerince. Ancak Öcalan, daha İmralı’daki ilk savunmalarından itibaren AKP denen oluşumu, ideolojik dayanakları, ulusal ve uluslararası sermaye bağlantılarıyla çözümlemeye konu edip, anti demokratik karakterini teşhir ederken, aynı odaklar iktidara meşruiyet arayışındaydı. Menfaat ilişkisi mi, bazı çevrelerin yönlendirmesi ya da iyi niyetli apolitik bir tutum mu olduğu güncellik açısından pek önem taşımıyor. Burada mühim olan açığa çıkan veya çıkması muhtemel sonuçlar.
Benzer kesimler, AKP’nin iktidara iyice yerleşmesinden önce de Öcalan’ın Kemalist rejim ve orduyla anlaştığını, böylece demokrasinin gelişiminde rol oynayacak bir partinin Öcalan engeliyle karşılaştığını kamuoyuna empoze ediyordu. Şuan hepsinin günah çıkarmak için sıraya girdiği, özür metinleri yayınladığı AKP’nin iktidarının kurumsallaşmasına dayanak olan 2010 referandumunda temel hedefleri yine Öcalan’dı. Öcalan’ın askeri vesayete, 12 Eylül Anayasasına destek verdiği söylemi revaçtaydı. Oysa o dönem “ne darbe anayasasına ne de AKP otoriterliğine destek veririz” diyerek temel hak ve özgürlükler lehine anayasada demokratik değişimleri önceleyen de Öcalan’dı. Öcalan’ın talebiyle Kürt siyasal hareketi, o dönem boykot tavrında karar kıldı. Demokrasiye olan bağlılığın gereği ilkesel tutumunda ısrar etti. Referandum döneminde Türkiye siyaseti evet ve hayırcılar arasında ikiye bölünürken Öcalan ve Kürt siyaseti üçüncü yol tavrını yine koruyordu. Kalıcı bir demokratik dönüşüm bilincini, ısrarını her iki kutupta görmeyen boykot tavrı, Kürt sorununun demokratik çözümünü ıskalayan her iki yaklaşımı da boykot ediyordu esasında. AKP 12 Eylül darbesiyle hesaplaşma adı altında yeni bir darbe sürecini örgütlerken, CHP öncülüğündeki diğer kanat ise 12 Eylül darbesinin üzerinden yükselen mevcut darbe rejiminin sürekliliğini savunuyordu. Özünde Kürt halkına, Alevi toplumuna, emekçilere, kadına ve doğaya yöneltilmiş eski darbe ve yeni darbe rejimlerine karşı kendi oyununu kurmayı hedefleyen üçüncü yol çizgisi, belli çevreler tarafından hedef gösteriliyordu. O dönem Öcalan, “Halkımız da son güne kadar tartışsın, gözlem yapsın. Buna göre kendi kararlarını versin, eğilimlerini olgunlaştırsın” derken, birileri “Evet” tarafında olmayan Öcalan’ı dönemin askeri vesayetini korumak, kollamakla suçluyorlardı. Ne çelişkili bir durumdur ki bugüne kadar üçüncü yol hattından, egemenlikçi iki kutup dışında bağımsızlıkçı tavrından milim şaşmayan Öcalan, bugünlerdeyse tersinden AKP faşizminin “ekmeğine yağ sürmekle” suçlanıyor. İşte bu coğrafyada ‘Kürt olmanın dayanılmaz ağırlığının’ en somut özetini, bu iki dönem, iki örnek veriyor. Öcalan’ın şaşmaz bir biçimde sürekli hedef altında tutulmasının nedeni de tarih boyunca ana akım siyasetlerin yedek lastiği olarak kullanılmak istenen ama adı olmayan Kürde, özgür siyaset bilinci etrafında kimlik kazandırmak ve Kürt halkını politik bir özne olarak Türkiye siyasetinde belirgin kılmasıdır. Dün, “eski Türkiye’yle” amansız siyasal mücadele yürütmüş Öcalan’ın boykot tavrından dolayı askeri vesayeti desteklemekle karalanması neyse bugün, AKP hakkında ilk uyarıları yapan, ona karşı politika geliştiren ve AKP’nin sendelemesinde önemli rolü olan Öcalan’ı saray rejiminin destekçisi ilan etmek de odur. Ne yaman çelişki değil mi? Hayır bu bir çelişki değil ve gayet bilinçli bir özel savaş oyunu. Yeşil ve beyaz egemen kardeşler birbirine düşman, ama her ikisi de Kürt halkının özgürlük taleplerine düşman.
Daha sarih bir ifadeyle durum şu: 2010 yılında Öcalan’ı AKP karşıtlığıyla suçlayanlar, 2013-2015 sürecinde ise Öcalan’ı AKP ile ortak hareket etmekle suçluyordu. Ne tuhaftır ki Öcalan’ın tarafı ve katkısı olduğu görece geniş marjda yaşam bulan ifade hürriyeti ortamı, en çok da Öcalan’a saldırmak için kullanılmıştı. Öcalan ilk yazılarından itibaren Kürt sorununun Kürtlerin kimlik sorunu olduğu kadar Türkiye’nin de demokrasi sorunu olduğunu vurgulamış, çözümün de ancak Türkiye toplumuyla ortaklaşıldığı oranda mümkün olduğu belirlemesini yapmıştır. Bu nedenle 90’lı yıllardan itibaren Türkiye halklarının örgütlü demokrasi güçleriyle ittifaklar geliştirilmesini bir program olarak tavsiye etmiştir. Demokrasi için güç birliği, çatı partisi benzeri oluşumlar, bu okumalarının sonucudur. HDP ise edinilen tecrübeler ve çabaların sonucu olarak bu oluşumların zirve noktasını teşkil ediyor. Fikriyat, Türkiye halklarının temel demokratik ihtiyaçlarına cevap verecek bir partinin, Cumhuriyetin iki bloklu egemen siyasi yapısını aşarak halklara alternatif sunabileceği yönündedir. Bu alternatif siyaset, halkların kendi kaderini tayin hakkını, inançların özgürce ifadesini, kadınların patriyarkaya karşı isyanını, emekçi kitlelerin hak arama mücadelesini ve doğanın haklarını içeriyordu. Halktan büyük destek görerek ciddi yüzdelere ulaşan bu içerikte bir parti ise toplumun ve devletli yapıların demokratik dönüşümünde rol oynayabilecektir. Bu nedenle Türkiye halklarına seslenecek, Türkiyelileşme programını benimseyecek demokratik müzakere partisi olarak Halkların Demokratik Partisi önerisi sunulmuştur. Bu savlarla Öcalan, içerden-dışardan bütün itirazlara rağmen bugünkü HDP realitesinin inşa edilmesinde kritik bir rol oynamıştır. Öcalan’ın o dönem, bütün engellere, olanaksızlıklara ve yeni partiye (HDP) dair inançsız yaklaşımlara rağmen ısrarlı ve kararlı duruşuyla tarih sahnesine çıkan HDP’nin, AKP-MHP iktidarının karşısında tek gerçek toplumsal muhalefet olmasının da altını çizmek gerek. Bugünlerde HDP’yi Öcalan ile arasına mesafe koymaya davet eden, bunun mücadelesini yürütenler, geçmişte bugünün HDP’lilerini bağımsız adaylarla seçime girmeye teşvik ederken Öcalan, HDK-HDP fikriyatında ve parti olarak seçime girilmesinde ısrar ediyordu. Bağımsız adaylıkta ısrar edenler, Öcalan’ın Kürtleri baraj altında bırakarak AKP’ye vekil kazandırmak için anlaştığı teranesini yayıyordu. Ne tuhaftır ki AKP de Öcalan’dan seçime bağımsız adaylarla girilmesi fikrini desteklemesini talep ediyordu. Yani HDP gibi bir oluşumun doğmaması için Öcalan’a karşı iktidarla aynı paydada buluşuyorlardı. İşte 5 Nisan 2015’ten sonra Öcalan’ın mutlak bir izolasyona alınmasının en temel nedenlerinden birisi de bütün koşullara ve anlayışlara rağmen HDP gerçekliğini yaratabilmesidir. Aynı çevreler bugün, kuruluşuyla saray rejimini sarsan bir partinin kurucu fikriyatının sahibi ve önemli taktik-stratejik katkılar sunan Öcalan’ın saray rejiminin destekçisi, can simidi olduğu kara propagandasını hayâsızca gündemde tutmaktadırlar.
Elbette ki Öcalan’a dönük bu saldırıların temelinde politikada Kürt öznesinin tasfiyesi olduğu kadar, inkarcı kodlardan beslenen ve Kürt sorununu yok sayan resmi paradigma okumalarının payı muhakkak. Yanı sıra bu resmi siyasetin yönlendirici havuzunun dışına çıkamayanların, Kürt sorununu AKP-MHP karşıtı mücadeleye ve Türkiye’nin misak-ı milli sınırlarına hapsetmesi de başka bir handikap. On metrekarelik hücresinde yıllarca Kürt sorununun demokratik çözümünü Türkiye, Ortadoğu ve dünya zemininde ele alan, taktik-stratejik yaklaşımlarını bu perspektifle kuran Öcalan’ın bu sığ yaklaşım sahipleri tarafından anlaşılacağını elbette beklemiyoruz. Ama unutulmamalı ki Öcalan’ın geliştirdiği politik çizgi, bugün sadece ülkemizdeki gerici iktidarlara değil Ortadoğu’daki tüm ulus-devletçi, tekçi ve toplum dışı yapılanmalara karşı alternatifler üretiyor. Bu alternatif olma hali, Kürt siyasal hareketine bir dünya demokratik-devrimci hareketi karakteri kazandırıyor. O nedenle her şeyin birbirine bağlı olduğu günümüz dünyasında yerel ve evrensel çözümlerin izini birlikte sürmek, birlikte ele almak bizi kısırlaştırıcı, karşıtlaştırıcı ve manipüle edici siyasal girdaptan da kurtaracaktır. Dolayısıyla Öcalan, gerek yoğunlaşmalarıyla gerekse Ortadoğu realitesinde önemli bir yer tutan, kurucusu olduğu hareketin kendisini muhatap olarak işaret etmesi ve kendisini her yerde sahiplenen Kürt halkının varlığıyla, tutulduğu hücre koşullarında bile müzakere pozisyonundadır. Bu husus, hassasiyetlerine ve taleplerine bağlı kaldığı belli bir kesimin güven ve sadakatini kazandığı bir pratiğe işaret ederken ne için, kiminle ve neyin anlaşmasından bahsediliyor?
Şimdi sormak gerekir iktidarla anlaşan kimdir? Kürt sorununun çözümsüzlüğünden ve ülke demokrasisinin sürekli felçli kalmasından kimler sorumludur? İktidarın alıkoyma politikasından kaynaklı kendisinden haber dahi alınamayan bir insan hakkında yalanlar, algılar örgütlemek ve bunu da iktidar karşıtlığı olarak sunmakla kim neyi amaçlıyor? Çok açıktır ki Kürt sorununun çözümü ve Demokratik Cumhuriyet hedefi, Öcalan ile imkân dahilinde olmuştur. Bu nedenle Öcalan’ın muhataplığını baltalamayı hedefleyen demokrat maskeli çabalar, sadece Kürdün statüsüzlüğüne değil anti demokratik rejimin sürekliliğine de hizmet ediyor. Oysaki Kürt sorunu, yüz yıllık tekçi Cumhuriyet sisteminin bir sorunudur. Bu sistemin yüklenicisi olan ve sözüm ona Türkiye partisi geçinenlerin, topluma-doğaya düşman, sermayeye dost politikalarının zihni, politik, ideolojik ve toplumsal kökü kurutulmadan ikinci yüzyıl, ezilenlerin demokrasi ve özgürlük yüzyılı olmayacaktır.
*Abdullah Öcalan avukatları
İmralı sisteminin kaçınılmaz sonucu: Siyasette etik yoksunluğu (1)