Yıllar öncesi bir sohbetimizde Mehmet Ali Birand, Kürt meselesini Türkiye’nin batısı için özetleyen şu çarpıcı cümleleri sarf etmişti: “Kürt sorunu, bu ülkede yalanın doğru haline gelmesinin adıdır. Biz ilk dönemlerde haber bültenlerini sunmak üzere yerimizi aldığımızda, önümüze hazır metinler konulurdu. Kürt sorunuyla, Öcalan’la ve Kürtlerle ilgili bu hazır metinlerde yer alan bilgilerin çoğunun yalan olduğunu bilirdik. Yalan olduğunu bile bile okurduk ve bir gün geldi, o yalanlara o kadar alıştık ki kendi yalanlarımıza bizler de inanır olduk. Yalanlarımız artık doğrularımız olmuştu. İşte meselenin özeti budur.” O günden bugüne değişen bir şey yok. Bütün karşı saldırılara rağmen Türkiye siyasetinde denklemi değiştirecek kadar kendi toplumsallığını örgütleyebilmiş bir birikim, bilinç ve irade halen yok sayılıyor; yalanlar doğruların dünyasını kaplıyor. Son dönemlerde artan ve seçim yaklaştıkça artacağı öngörülen Öcalan’a dönük yalan-yanlış söylemlerin, onun gerçeğini çarpıtma eğilimlerinin ve itibarsızlaştırma saldırılarının muhatabı olduk, yine olacağız. Ama bu sefer saldırıları sessizlikle geçiştirmemek gerektiğini düşünüyoruz. Çünkü elimizde Oslo ve İmralı çözüm süreci gibi ciddi deneyimleri yüklediğimiz dönemlerin birikimi var. Artık kapalı kutu bir meseleden bahsetmiyoruz ve kamuoyunun önünde cereyan eden süreçleri hep birlikte yaşadık. O nedenle iktidarından muhalefetine; gerçekleri ters yüz eden, bilgi kirliliği üreten söylemler karşısında hakikati savunmak bizlerin öncelikli görevi. On binlerce insanın hayatına mal olmuş ve potansiyel olarak da mal olabilecek bir sorunun ağırlığını hissetmek zorundayız. Bunun etik sorumluluğunu taşımalıyız. Çünkü o süreç bitmedi, sadece savaş gibi bir ara dönemini yaşıyor ve siyasette iktidar değişimleri olsa da olmasa da sorun, güncel olarak kendi çözümünü bir şekilde dayatıyor. Bütün yasal hakları elinden alınmış, mutlak sessizliğe mahkûm edilmiş ve buna rağmen barışçıl çözümün olmazsa olmaz aktörü olan Öcalan’ın hakkını, hukukunu savunmak, savaş siyaseti karşısında toplumsal barışı savunmak anlamına gelecektir. Kendimizden kaçarak, demokratik geleceğimizi savunamayız. Örneğin son çözüm süreci üzerinden bu kadar spekülasyon yapılırken, neredeyse sürecin bütün günahlarının yüklendiği Öcalan’ın yaklaşımlarını günümüz gelişmelerine tercüme etmek, taşları yerli yerine oturtmak ve kamuoyunu sağlıklı bilgilendirmek, İmralı heyetinin görevi olamaz mı? “En büyük özeleştirimiz barışı getirememek” diyen İmralı heyetinin düzenli olarak kamuoyunu yazılı ya da sözlü bilgilendirmesinin, sistem siyasetlerinin iktidar arzularının aracısı kıldıkları bu sorun hakkında doğru bilgileri aktarmasının aynı zamanda toplumsal sorumluluğu olduğunu düşünüyoruz.
Bu sorumluluk bilincinden hareketle İstanbul seçimleri öncesi kamuoyunda “Öcalan mektubu” olarak bilinen sürece de bir parantez açmak isteriz. Özellikle resmi muhalefetin iktidarı köşeye sıkıştırmak için üzerinde tepindiği Öcalan’ın mektubunun nasıl bir siyasal atmosferde söz konusu olduğu hep görmezden gelindi. Takvim yaprakları 8 Kasım 2018’i gösterdiğinde Öcalan’ın tecrit koşullarının ortadan kaldırılması ve Kürt sorununda müzakereye dayalı bir çözüm sürecinin başlatılması için Leyla Güven bulunduğu hapishanede süresiz dönüşümsüz açlık grevini başlattı. Kısa sürede her yere yayılan açlık grevlerinin yarattığı toplumsal tazyik üzerinden sınırlı sayıda avukat ziyaretinin gerçekleştiği 2019 süreci için şunu açıklıkla söylemek mümkün ki; o dönem Öcalan’ın gündeminde asla yerel seçimler yoktu ve muhatabı da AKP değildi. Süreci İstanbul yerel seçimlerine indirgeyen ve bunu da AKP’ye destek şeklinde bir okumaya tabi tutarak gerçeği çarpıtanların, sürecin bilgisine sahip kişilere (Öcalan’ın avukatlarına) danışması elbette beklenen bir şey değil. Beklenmiyor, çünkü Kürdün içinde tutulduğu ölüm-kalım aralığı, bırakalım burjuva siyasetinin, yer yer kendisini toplumsal muhalefet zemininde ifade edenlerin de pek gündeminde değil.
Konumuz bağlamında özetle belirtmek gerekir ki, HDP’nin son yerel seçimlerde sergilediği tutum, tekrarlanan 23 Haziran tarihli İstanbul seçimlerine özgü olmayıp, 31 Mart’ta Türkiye genelinde izlediği yerel seçim taktiğiydi. İddia edildiği gibi başından itibaren Öcalan’ın, seçime müdahalesiyle bir taraf lehine sonuçlara etki hedeflenseydi, bu yalnız İstanbul’la sınırlı olmaz; öngörülmesi mümkün olmayan bir seçim tekrarına gerek kalmazdı. Ülke genelinde HDP’nin seçim taktiği değişikliği için 31 Mart’tan çok önce İmralı’yla iletişim kanalları açılırdı. Hatırlanacak olursa açlık grevleri seçimlerden yaklaşık beş ay önce başlamıştı ve hızla tırmanan gerilim, Öcalan’ın seçimden aylar öncesinden devreye girip süreci daha geniş bir zamanda olgunlaştırma fırsatını da yaratmıştı. O dönem sınırlı da olsa İmralı tecridinde açılan gedik, seçimler nedeniyle değil insanların yaşamları pahasına tecrit protestosunu geliştirdiği, açlık grevi ve ölüm orucu eylemcilerinin kritik aşamaya geldiği bir sürecin nihayetinde gerçekleşti. CPT’yi Türkiye’ye getiren ve Adalet Bakanını kamuoyu önünde açıklama yapmaya zorlayan da bu gerçeklikti.
O dönem Öcalan ile yapılan ilk avukat görüşmesi, 2 Mayıs tarihlidir. Bağlamından koparılarak çokça gündemleştirilen mektuba ilişkin görüşme ise 18 Haziran tarihlidir. Yani Öcalan’ın seçimlere etki etme niyeti olsaydı, bunu yapmak ve kendi muhataplarını ikna etmek için epey zamanı vardı. Bunun için son beş güne sıkıştırılmış bir hat izlememesi gerektiğini bilecek kadar politik bir tecrübeye sahip olduğunu, taraflı tarafsız herkes kabul eder. Ancak kendisinin başından itibaren görüşmelerin dar seçim hesaplarına indirgenmemesine dair özellikle uyarıları vardı. Bu uyarılarını sadece iktidar partisine değil muhalefete dönük de sık sık yaptığını biliyoruz. Bu süreci iki amaç için değerlendirdi Öcalan. En azından bunun için çabaladı. Birincisi 2015 yılından sonra Kürt illerinde yaşanan yıkımla üzerine beton dökülmek istenen topluma moral vermek ve yeniden ayağa kalkmasını sağlamak. Bu nedenle ısrarla “umut” ve “yaşatma siyaseti” kavramlarını kullandı. Bu amacında başarılı olmuş olacak ki Kürt halkının demokratik mücadele birikimini seçimlerde oy kullanmaya indirgeyen zihniyete inat, Öcalan ismi etrafında gerçekleşen 2021 ve 2022 Newrozları gerçek birer özgürlük eylemlerine dönüştü.
Detaya girmeksizin bir kısım kronolojik veriyi takip etmek, anlamak isteyenler için yeterince ipucu verecektir. Öcalan, 2 Mayıs tarihli kamuoyuna sunduğu 7 maddelik metinde Suriye Kürtlerinin anayasal statüsünü içeren bir maddeye de yer verdi. İddia sahiplerinin aksine son avukat görüşmesi, 23 Haziran tarihli tekrarlanan İstanbul seçiminden sonra; 7 Ağustos 2019 tarihinde gerçekleşti. Bu tarihte aynı zamanda Amerikalı heyet Türkiye’nin olası Rojava operasyonuna dair görüşmeler gerçekleştirmek üzere Türkiye’deydi. Bu görüşme Öcalan’ın gerçekleştirdiği son avukat görüşmesi oldu ve kamuoyuna sunduğu mesaj, çatışmayı sonlandırma iradesiydi. Saray rejiminin Öcalan’a cevabı ise 1998’de Suriye’den çıkarıldığı gün olan 9 Ekim’de “barış pınarı harekatı” oldu. Bu tarihten sonra Öcalan ile gerçekleşen son yüz yüze görüşme 3 Mart 2020 tarihli aile ziyaretidir. İmralı’da çıkan yangın sebebiyle gerçekleşen bu görüşmede yine Suriye’deki gelişmelerin izi görülecektir. Bu verilerden de anlaşılacağı üzere Öcalan ile yapılan görüşmelerde seçim diye bir gündem olmadı. AKP’nin son anda, bir koyundan birden çok post çıkarma çabası, bu hakikati değiştirmez. Ülkeye çöreklenen iki bloklu yapı, yerel yönetimlerin maddi ve siyasal rantı için kavga ederken Öcalan’ın gündemi, imha cenderesindeki Kürdün yaşam değerleriydi. Son yıllarda iktidarın Güney Kürdistan ve Rojava topraklarına yönelik saldırıları da baz alındığında, Kürt sorunu artık Türkiye sınırlarını aşmış bir sorundur. Dolayısıyla bu sorunun çözümünü sağlama iddiasında olanların bölgesel bir çözüm aklını geliştirmeleri gerekir ki orada da hesaba katmaları gereken, Ortadoğu’nun en dinamik hareketi olan Kürt hareketinin örgütsel kapasitesi, toplumsal karşılığı ve siyasal değerleridir. Salt Türkiye’deki temsili siyasal rekabetin çeperiyle sınırlandıran her yaklaşım, Kürt halkının özgürlük bilincini ve iradesini yine ıskalar ki bu da Türkiye halklarının demokrasi mücadelesini zaafiyete uğratır.
Kürt halkı kendi bilincini, örgütlüğünü ve disiplinini özellikle son seçim süreçlerinde fazlasıyla gösterdi. Bu birikimin Kürtlerin elli yıllık özgürlük mücadelesinin birikimi olduğunu hala görmek istemeyenler, olası yenilgilerden ve krizlerden Kürt siyasal hareketini sorumlu tutamazlar. Tek adam rejimine karşı kendi ev ödevlerini yapamayanların Kürt halkına söyleyecek hiçbir şeyi olamaz. Ki, dokunulmazlıkların kaldırılmasında “Anayasaya aykırı olmasına rağmen evet diyeceğiz” diyenler, yürürlükte olan mevcut Başkanlık sistemini getiren 2017 referandumunu bütün usulsüzlük ve şaibelere rağmen itirazsız kabul edenler, 2018 Başkanlık seçimlerinde hile olduğu söylemini yaymalarına rağmen “sağduyu adına” sessiz sedasız sahadan çekilenler, mevcut çoklu kriz halinin esas sorumlularıdırlar. Bu pratiklerin neden, amaç ve sonuçları üzerindeki gizem ortadan kaldırılmadan topluma sundukları hiçbir vaadin gerçekliği yoktur. Şiddetten beslenen anti demokratik iktidarın kurumsallaşmasında toplumu tepkisiz bırakma rolünü başarıyla yerine getirenler, hangi müesses nizamı korumaktadırlar? Böylesi lanetli rolleri olanlar, mutlak tecrit altında tutulan Öcalan’a ilişkin kirli söylemler geliştirerek kendi rollerini ört bas etmek istiyorlarsa büyük kaybederler.
Yine, yeniden hatırlatalım; AKP’ye destek şeklinde çarpıtılan mektubunda Öcalan’ın ana fikri ve talepleri “demokratik uzlaşı, özgür siyaset, evrensel hukuk” başlıklarıydı. HDP kapatılma tehdidi altındayken, en temel yasal haklar tanınmazken, sözlerinden dolayı sanatçılar dahi tutuklanırken ve en nihayetinde mektubun sahibi Öcalan’dan haber dahi alınamazken iktidar dışı aktörlerin demokratik uzlaşı, özgür siyaset ve evrensel hukuk önerilerini görmezden gelmeyi tercih etmesi, bilinçli bir politikanın ürünüdür. Soruyoruz; ilgili ilgisiz herkesin ahkâm kestiği bir ortamda “şiddeti bitiririm” diyen Öcalan’dan niye on sekiz aydır haber alınamıyor? Barış, demokrasi, hak, hukuk, hürriyet diyenlerin tam da samimiyetlerinin sınandığı bir durum değil midir? Haliyle soru soruyu doğuruyor; on yıllardan sonra Kürt inkârı aşıldı derken acaba el birliğiyle Öcalan şahsında yeniden mi inşa edilmek isteniyor? Buradan hareketle bütün kötülüklerin atfedildiği iktidarın yarattığı algı ve yürüttüğü mutlak tecrit politikasına yaslanarak bilgi kirliliği yaratmak ne kadar safiyane olabilir? Öcalan’ın 2015 Nisanından sonra gerçekleştirdiği avukat ve aile görüşmelerinin süresi aşağı yukarı on saati geçmez. Koca yedi buçuk yılda yaklaşık on saatlik “yasal görüşme!” İşte saray rejiminin Türkiye karnesi! Salt bu nedenle bile olsa AKP-MHP rejimi gönderilmelidir, gönderilecektir de. O gün sizin payınıza düşen ve düşecek olan da bir tutam utanç… Tabi o güne kadar ar damarlarınız çatlamamışsa…
* Abdullah Öcalan’ın avukatları
İmralı sisteminin kaçınılmaz sonucu: Siyasette etik yoksunluğu (3)
İmralı sisteminin kaçınılmaz sonucu: Siyasette etik yoksunluğu (2)
İmralı sisteminin kaçınılmaz sonucu: Siyasette etik yoksunluğu (1)