İnsanın parçalanması ve köksüzlük

İnsanın parçalanması ve köksüzlük

Mehmet Nuri Özdemir

Uygarlığın içinde yontuldukça doğal toplum özelliklerini de tedricen kaybeden insan, gün geçtikçe parçalanmakta ve renkten renge girerek değişik yüzler ve şekiller alabilmektedir. Marks’ın yıllar önce ön gördüğü gibi katı olan her şey buharlaşmakta; buharlaşan her şey dünyaya kötü bir koku yaymakta ve kötülük insana aşılanmaktadır.

İnsan, katı olan tüm değerleriyle birlikte uygarlığın en çok buharlaşan öznesi konumunda; bu yönüyle kötülüğün en zayıf türüne bile savunmasızdır; bağışıklık sistemi yeni bağımlılık biçimlerinin karşısında durmaması İçin çökertilmiştir.

İnsanın insana insan olabilmesi yerine; insan, insanın kurdu olmayı tercih ettiği zamanlardan bu yana insanın içi hep soğuk kalmıştır, içi ısınmamıştır; gerçekleşmeyen bir intikam duygusuyla her türlü merhameti ihlal ederek kendine bile mesafeli durmuş ve intikamcı ruhun verdiği nefrete yenilerek yılanın alçak sürüngenliğinin tüm özelliklerini üstlenmiştir.

Tarih boyunca insanın önce tanrılara sonra da insana kurban edildiği mitolojik anlatı, günümüzde modern efendilerin mutluluğu için yaşamın vazgeçilmez gündelik ritüeli haline gelmiştir; yaşamın her anında devasa “yığınlar” küçük bir “azınlığı” mutlu etmek için mutsuz olmak ve parçalanmak zorundadır.

Böylece mutsuz yığın, küçük azınlığın mutluluğu uğruna, her türlü değerden, merhametten, saygı ve fedakarlıktan kopmakta; kabalaşmak ve kirlenmek zorunda ve bu da yetmemektedir; zira azınlığın bedeninin pürüzsüz kalması için istikrarlı bir şekilde savaş meydanında, fabrikada ve hastanede yığının kanı akıtılmalıdır.

İmtiyazlı azınlığa her gün kurban gerekmektedir; bunun için yığının bedeni dondurulmakta, hareketleri sabitleştirilmekte, sesi standartlaştırılmaktadır; zira zihinsel performansı başta olmak üzere, fiziksel ve ruhsal tüm enerjisi tüketilmeli ve azınlığın keyfiyetine sunulmalıdır. İyilik, fedakarlık, sadakat, samimiyet gibi insanı insana insan yapan duyguları icra etmemesi için yığında takat bırakılmamalıdır.

Bu yığının içinde yoğrulan insandan elbette hakikatin karşısında “erimesi” beklenmemelidir, modern insandan derviş yaratmak artık olanaklı değildir; çünkü artık onun tek hakikati gövdesini zar zor taşıyabilen bedenini sağlam tutabilmektir, omuzları ve başı düşse de ayakta kalabilmektir; bunu da ancak hakikati çarpıtma maniple etme ve değiştirme cüretini göstererek başarabilmektedir.

Kendisine başka bir yol bırakılmadığı izlenimini vermek, meşruluğa gönderme yapan bir insanlık durumu olarak aldatıcı ve baştan çıkarıcı bir normalleşmeyi dayatır. Parçalanmış insan kendini olağanüstü durumlara en hızlı şekilde uyduran yeteneğe sahiptir ve bu anlamda tüm olağanüstü durumları hızlı bir şekilde normalleştiren insan tipidir o; onun için hiçbir istisnanın gücü yoktur, zaten hayat istisnanın bizzat kendisidir ve her kural uyum ve itaatle ayakta kalabilir, kural otoritesini sürdürdüğü sürece iyidir.

Parçalanmış insan bataklığın içinde, boğazına kadar lağımın ortasında kaldığını her zaman idrak eder; fakat bu idrakın pratikleşmesi için olması gereken “iradenin” imhası çoktan gerçekleşmiştir; yine de nefes almak ve meşru olmak ister. Bu da insan olarak onun en doğal hakkıdır. Kuşkusuz ona adalet, eşitlik ve özgürlük lazım değildir; o, hakkını erdemden ve ahlaktan değil, politik toplumdan ve diyalektikten değil, sıradan olanın kendisine sunduğu seçeneklerden devşirdiği fırsatlardan almaktadır.

Zavallılaştırılmış ve düşürülmüş yaygın insan tipi için her zaman bir kurtuluş yolu vardır; ne şekilde ve nasıl yaşanması gerektiği değil de salt çıplak yaşamanın kendisi vaad edilmişse eğer. Ve sadece yaşamaya mahkum bırakılmak insana verilen en katı cezadır. Parçalanmış insan, bu cezaya tabi olduğu günden beri evinde bir misafir gibi kalmakta, çocuklarını bir öğrenci, hasta ve asker disipliniyle yetiştirmekte, sokağında bir yabancı gibi dolaşmakta ve işini bir makine gibi yapmaktadır.

Esasen katı olan insanın yapısı kendi aleyhine olacak şekilde türünün imtiyazlı azınlığının lehine dönüştürülmüştür; insan artık bir başkasının maddi ve manevi menfaatleri için esnetilmiş, ehlileştirilmiş bir varlıktır; bu esneklik onu, çoğu zaman tutarsız ve çelişkili bir varlık yapsa da o, çelişkileriyle de mutlu olabilmeyi başaran bir varlık olarak ayarlanmıştır.

Modernite içinde en katı insanın bile artık duruma, zamana ve mekana göre uyarlanabilecek onlarca yüzü vardır ve hiçbirimiz varlık olarak insanın bu farklı biçimlere giren esnek ve çelişkili yapısallığından muaf değiliz. İnsan parçalanmıştır ve dört tarafa dağılan parçalarını toplamayı aklının ucundan bile geçirmemesi onun kırılgan dramıdır.

İnsanın parçalanması, esnek ve çok yüzlü olmaya başlamasının altında birçok neden olabilir; ama şehvetle geçmişini imha etmeye çalışması ve hatırlamayı hayatından tümden çıkarması göz ardı edilecek bir olgu değildir.

Günümüzde büyük bir sorunsal haline gelen “geleceğin ön görülememesi sorunu”, bu parçalanmanın olabildiğince genişlemesiyle ilgilidir; kuşkusuz geçmişe sırtını çevirerek anın içinde kaybolan insanın geleceği ön görebilen ve örgütleyebilen bir özne olabilmesi bu koşullarda olanaklı görünmüyor; bu yönüyle parçalanmış insanın kısa vadeleri ayakları altına alan bir kötümserlik ve karamsarlık yayması olağanlaşmaktadır.

Diyalektiksel olarak insandan kopan soyut ve somut parçaların bir daha yan yana gelemeyecek şekilde birbirinden uzaklaşması ve ayrışması anlamın bütünlüğünü tasfiye eder; tasfiye olan anlamsal bütünlüğünün bozulması özneleri bağımlı hale getirerek nesneleri yabancılaştırır; zira içinde bulunduğumuz kapitalist modernitenin iktisadi, siyasi ve kültürel yapısı tüm anlamları olabildiğince parçalayarak habitatından uzaklaştırma üzerine inşa edilmiştir. İnsan bu denklemin hem kurucusu hem kurbanıdır.

Şayet Modernitenin sahte konforunun kıyısında olan bir yaşamımız, konum ya da statümüz varsa geçmişe artık daha kibirli bir perspektiften bakmayı tercih etmeye başlarız; bu andan itibaren geçmişte yaşadığımız zor zamanları pek hatırlamak istemeyiz; böylece olabildiğince bir daha hatırlamamak üzere “unutma” arzumuz baskın gelmeye başlar. Geçmişe olan kinimiz parçalı yaşamayı göze almamıza kapı aralar; insan parçalandıkça geçmişten kopar, geçmişten koptukça parçalanmaya devam eder.

Şüphe bırakmayacak şekilde hayatımızı bütünüyle kuşatan, denetleyen ve kontrol eden Kapitalist modernite, kendi kuralsızlığına bizleri alıştırmak için “hatırlayan insanı” değil “unutan insanı” sever; çünkü unutan insan parçalanmış olan insandır.

İnsan parçalandığı için “kökünün uzantısı” olamaz ve başkaları tarafından daha hızlı şekillendirilir; zira modernitenin acımasız ritmine bağımlı olarak işleyen gündelik yaşamımız, düzenli bir biçimde çeşitli uyarıcılarla hafızamızı formatlayarak bize ait olan hatıraları ve aidiyetleri yok etmeye uyarlanmış en katı modernite sürümüdür. Bu nedenle modern kaosun içinden çoğu zaman geçmişe dönüp baktığımızda sanki hiçbir şey yaşamamış gibi büyük bir boşlukta görürüz kendimizi. Bu boşluk kopmuş ve parçalanmış modern bireyin kristalleşmiş yalnızlığından başka bir şey değildir.

Fakat yine de bir olay, bir kişi ya da bir takım olgular “hakikati” bir şekilde bize hatırlatmayı başarır.
Mesela oğlunun elbiseleriyle gömüldüğünü bilen bir annenin rüyası; rüyada annesine öfkelenerek “ bu ayakkabıları ne zaman çıkaracaksınız” diye bağıran çocuğunun sesi.

Bu ses öyle bir sestir ki tüm cenaze merasimlerinden eksik kalan günahı hatırlatır bize, her cenaze merasimi açık bırakılan mezarların yalnızlığını bize yaşatır; bu hatırlatma bizi açık bırakılan her mezarın üzerini kapatmaya davet eder; ve ötekileştirmiş ve bize ait olanı yeniden gözümüzün içine sokar; bizi yüzleştirir; tüm bağımlı hallerimize rağmen başa döner ve hatırlarız. O zaman en değme modernitenin bile hiçbir zaman insan hafızasını tamamen formatlayacak kadar büyük bir güce sahip olmadığını keşfetmiş oluruz.

Eğer yerli bir halkın üyesi olarak doğmuş ve o coğrafyanın yerlisi olarak yaşamayı sürdürmüşseniz şüphesiz yerli kimliğiniz, hayatınızda izleri asla silinemeyecek etkiler bırakmıştır ve siz modernitenin çoklu sömürüsüne kolay kolay parçalanıp öğütülebilecek bir yem olamazsınız; çünkü yerlilik bilinci ve coğrafi keder, sevinçle birlikte yerlinin derisinin altına kazılmıştır ve yerli istese de unutabilecek bir geçmişi olamaz.

Kentleşmiş olan yerli sırtını geçmişe çevirmiş olabilir, hakikatle yüzleşmek istemeyebilir, bu yüzden geçmişi maniple edebilir; fakat o geçmiş, etinin içinde, kanına karışmış bir şekilde ya da kemiklerine yapışarak hayatının bir yerinde yeniden keşfedilecek günü bekler.

Yerli geçmişini bizzat bedeninde taşımaktadır, beden hakikatin bütünlüğünün taşıyıcısı durumundadır, dolayısıyla hakikatin taşıyıcısı olan her beden öncelikle kendine olan saygının kurucu öznesidir; bu nedenle yerli insan kolay kolay bütünlüğünü kaybetmez, kolay kolay geçmişine ihanet etmez ve direnişçi ruhunu da bu bütünlüğünden alır; haliyle ne kadar sömürülürse sömürülsün küçük bir detay onu asıl hakikatle buluşması için yeterli bir neden olacaktır. Bu bakımdan yerliler umudumuzun en devrimci dinamiğidir.

Modern insan, ne geçmişin ne de geleceğin, içinde bulunduğu anın kurallarının, prosedürlerinin ve çarpık özgürlüklerin insanıdır; zira modern insanın parçalanmasının kaynağında özgürlüğünü kaybetme uğruna geçmişinden kaçması ve geleceğini ön görmekten korkması gibi dramatik bir gerçeklik söz konusudur.

Parçalanmış insanın geçmişinden kaçması ve geleceğini ön görememesi “kendinden” kaçmasını meşrulaştırmaya yarayan ve kendi kulağına fısıldadığı büyük bir yalandır; kaldı ki ister politik bir yapı, ister bir birey ya da etnik bir topluluk olsun, yüzleşmek istemediği bir geçmişi ve kurmak istemediği bir geleceği olduğu sürece kendine yabancılaşacaktır; parçalanmaya devam edecek ve her zaman normal olan ile sorunlu bir ilişkisi olacaktır.