İran’dan Libya’ya Yeni Osmanlılar ve Suriye sorunu – Hasan Doğan

İran’dan Libya’ya Yeni Osmanlılar ve Suriye sorunu – Hasan Doğan


Hasan Doğan


Önceden planlanmış gibi görünmese de “bahar” diye adlandırılan Arap halk ayaklanmaları, genişletilmiş Ortadoğu projesi için bir fırsat gibi değerlendirilmek istendi. Doğal olarak da kendisini bu projenin eş başkanı olarak tanımlayan AKP başkanı Recep Tayip Erdoğan için kapsamlı fırsatlar kapısı da aralanmış oldu. Aralanan bu kapıdan Yeni Osmanlıcılık tüm heybeti ile bölge siyaseti içinde boy verdi.
Mısır’da ortaya çıkan İhvan-ı Müslim iktidarından da güç alan AKP iktidarı, Kobani’nin düşmemesi ve 7 Haziran seçimleri sonuçlarıyla birlikte İslamcılığı milliyetçilik sosu ile karıştırarak MHP ile bugüne kadar gelen ve giderek yeni bir paradigmayla yolunu çizen iktidar sürecine girdi.
Bir yanı sultanlık diğer yanı ittihatçılıkla tanımlanabilecek bu yeni iktidar paradigması aslında yüzyıl önce iflas etmiş ve Osmanlı’yı Sevr noktasına getirmiş Kızıl Elma ya da diğer bir deyişle Turancılık’ın güncellenmiş hali oluyordu.
Bu durum gerçek ifadesini yayılmacılık yani savaş politikasında buluyordu. Cumhuriyetin kurucusu Mustafa Kemal, “Yurtta sulh dünyada sulh” diyerek genel politik tercihi ortaya koyuyordu. Yani yeni ittihatçılar bir anlamda Kemalizm’e karşı da savaş açmış bulunuyor.
20’nci yüzyılın başlarında sistem olarak yok edilen ve adına imparatorluk denilen bir siyasal oluşumun adeta hortlatılarak tarih sahnesine çıkmasının gerçek hayatta ne anlama geldiğini önümüzdeki yakın zaman diliminde görme imkanını yakalayacağız. Fakat yayılmacılık aynı zamanda savaş anlamına geldiği için dostları azaltmak ve düşmanları çoğaltmak demek oluyor. Bunun sadece dış değil iç siyasete de yansımalarını, nelere yol açtığını göreceğiz.

Osmanlı ve Pers yayılmacılığının bugünü

Bölgede eğer bir Osmanlıcılık politikası ve uygulaması kol geziyorsa doğal olarak onun ezeli rakibi olan Pers yayılmacılığı da var olan etkinlik yarışında rol almak isteyecektir. Çünkü son bin yılın temel iki bölgesel gücü olan Persler ve Osmanlılar neredeyse birbirlerinin varlık ve yokluk gerekçesi gibi bölge kaderini belirlemeye devam etmektedir.
İşin garibi bu iki ezeli rakip güç tarihsel düşmanları Rus Çarlığın’ın güncel hali olan Birleşik Devletler Topluluğu (BDT) ile ayakta durmaya ya da amaçlarını gerçekleştirmeye çalışmaktadır.
Tarihi boyunca Ruslar sıcak denizlere açılmasının önünde engel olan bu iki güçle bırakalım bu denizlere açılmayı, yeniden bir dünya gücü haline gelmeyi başarmak istedi. Yani iki bölgesel rakip güç sadece ayakta kalmak için değil yayılabilmek için de Rusya’ya ihtiyaç duydu. Diğeri yani Rusya da dünya gücü olabilmek için yerel dayanaklara ya da koltuk değneklerine kavuşmuş gibi görünmektedir.

İran Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani, Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan

Adına Avrasyacılık da denilen bir paradigma öncülüğünde Ruslar bir yandan Kuzey Atlantik Paktı’nı sınırlamaya hatta bölmeye çalışırken diğer yandan da başta İran ve Çin ile kurduğu ittifaklar üzerinden olası Bağdat Paktları ya da CENTO’larının güncellenmesinin önüne geçmekte, yeni bir Yeşil Kuşak projesi ya da siyasal İslamcılık yoluyla kuşatılmak istememektedir. İran-Türkiye ilişkileri ve Şangay Beşlisi grubu da bu temelde atılmış bir adım olarak öne çıkmaktadır.

Misak-ı Milli

Büyük Ortadoğu projesini Yeni Osmanlıcılığın dayanağı olarak kullanan ve bir imparatorluk düşü kuran AKP iktidarları Mısır’da yaşanan darbe, Kuzey Suriye’de başta Kobani olmak üzere IŞİD’in darbelenmesine ve coğrafi egemenliklerini kaybetmesine bağlı olarak MHP ile adeta bütünleşerek bu sefer de BOP yerine Avrasyacılık üzerinden yeni bir arayışa girdi. Çünkü artık siyasal İslamcılık perspektifine dayalı tüm projeleri boşa çıkmıştı. En son Sudan’da yaşanan halk hareketliliği ve yaşanan darbe sonucunda Beşiri iktidarı ile planladığı tüm projeler de suya düşerken Libya’da AKP-MHP iktidarı tarafından desteklenen güçler Türkiye’nin tüm askeri-lojistik desteğine rağmen Trablus’a sıkışmıştır.
Bu durum AKP-MHP iktidarını özellikle IŞİD’in varlık gösterdiği ve egemenlik kurduğu coğrafya yani esas olarak Misak-ı Milli kapsamına giren topraklarda farklı egemenlik arayışlarına itmiştir. Yani direkt müdahil güç olmaya başlamıştır. Cerablus’la başlayıp İdlib ve Afrin’le devam eden süreç bunun en açık örneği olmaktadır. En son Kuzey Irak’ta yaşanan askeri hareketlilik ve yeni üsler kurma politikası da bunu göstermektedir.
Aslında bu harekâtlar bir uçtan diğer uca İdlib’den Halep’e oradan da Musul-Kerkük hattına uzanan Misak-ı Milli sınırlarının hedef alındığının somut ifadesi olmaktadır. Doğal olarak da bu coğrafyanın ağırlıklı bölümü kadim Kürt toprakları olmaktadır.
Yani Misak-ı Milli ya Kürtlerle anlaşılarak ya da Kürtler karşıya alınarak gerçekleştirilmek zorundadır. Hatta bu karşıya alma soykırımlara varan uygulamalara da yol açacak kadar tehlikeli boyutlara ulaşabilir. Hem Abdülhamitçi hem de İttihatçı paradigmanın bu duruma yol açacak zihniyet yapısına sahip olduğunu yakın tarih ve bugün defalarca göstermiş bulunmaktadır.

İşgal-ilhak ya da kolonyalizm

Ulus devlet sosuna bulanmış bu zihniyet yapısı elbette kendisini yalnızca askeri ya da fiziki alanda göstermemektedir. Örneğin Cerablus-Bab-Azez-Afrin hattında tüm farklılıklar bir tarafa itilerek yaşamın her alanında Türkleştirme ve İslamlaştırma politikalarının esas alındığı tüm dünya tarafından dile getirilmektedir. Türk-İslam sentezli bu uygulama idari olarak da kaymakam atamalarından başlayarak Türkiye’nin bir uzantısını yaratma biçiminde gelişmektedir. Güvenlik adı altında örülen duvarlar da fiili bir sınır genişletmenin ifadesi olmaktadır. İşgal-ilhak ve kurumlaşmanın esas alındığı bu uygulamalara kısaca kolonyalizm deniliyor.
Bugün Kuzeydoğu Suriye politikası da bu eksende gelişmektedir. İçerde daralan iktidar dışarda savaş naraları atarak içerdeki siyasal karışıklığı ötelemeye çalışırken adına ‘barış koridoru’ dediği saldırı hazırlığı ile Suriye topraklarını Türkiye sınırı boyunca ilhak etmenin arayışına girmiş bulunmaktadır.

Afrin’e ÖSO grupları ile giren Türk askerleri (Mart 2018)

En son yapılan MGK toplantısı ile askeri hareketliliğin startı da verilmiş gibi görünmektedir. Yapılan Astana görüşmelerine parelel olarak ABD heyetleri ile Türkiye’de yapılacak olan toplantılar ile birlikte Kuzeydoğu Suriye politikasında bir netleşmeye gidileceği görülüyor.
Bu arada Kuzeydoğu Özerk yönetimi hükümeti ya da temsilcileri adına yapılan açıklamalarda Suriye’nin toprak bütünlüğü konusunda ısrarlı olunduğu belirtilmektedir. Türkiye için bir tehdit olunmadığı, kendi egemenlik alanlarından Türkiye’ye karşı bir saldırı olmadığı ısrarla ifade edilmektedir. Olası askeri harekatlara karşı ise hazırlıklı olunduğu vurgulanmaktadır.
Suriye rejimi bugün yaşananlardan esas olarak Türkiye hükümetlerini sorumlu tutarken yabancı güçlerin topraklarından çekilmesini istemektedir. Diğer bir bölgesel güç olan ve Suriye’de oldukça etkinlik kuran İran da Suriye’nin toprak bütünlüğünün yanı sıra yabancı güçlerin çekilmesi konusundaki ısrarını sürdürmektedir. Resmi açıklamalarında Rusya, Kürtlerin Suriye’nin temel bileşeni olduğunu ve haklarının Anayasal güvenceye kavuşması gerektiğini ifade ederken, Afrin örneğinde de görüldüğü gibi bu bölgeye yönelik saldırıları da onaylayabileceğini göstermektedir.
IŞİD’e karşı mücadele içinde Demokratik Suriye Güçleri ile ortak hareket eden başta ABD olmak üzere koalisyon güçleri, “Türkiye’nin kaygılarını anladıklarını ve yerel ortakların güvenliğini savunmaya devam edeceklerini” ifade ettiler. Bu en son ABD’nin Suriye temsilcisi tarafından da ifade edilmiş bulunmaktadır.

‘Barış koridoru’ mu?

Sahada görünen bu durum çerçevesinde Türkiye “ABD’nin Minbiç’te olduğu gibi oyalama politikalarına gelmeyeceğini ve onay olmasa da askeri harekat düzenleyeceğini”  belirtmektedir.
Belki dar bir zaman içinde olası bir savaş senaryosundan bahsedilebilir. En son İmralı görüşmelerinden basına yansıdığı kadarıyla olası bir müzakere söyleminin hemen arkasından bu sertleşmeyi belki anlamak fazla mümkün değil. İstanbul seçim sonuçları da bunda rol oynamış olabilir. Ama Japonya’daki G-20 görüşmelerinden sonra gazetecilere konuşan ABD Başkanı Trump yaklaşık olarak geçen yılın sonunda “Türkiye Kürtlere saldırıp hepsini yok edecekti ama ben yapamazsınız dedim ve Erdoğan’ı durdurdum” derken aslında -mevcut AKP-MHP hükümeti ne kadar öyle olmadığını söylerse söylesin- işin arka planında başka halklara tahammülü olmayan ittihatçı zihniyetin olduğunu belirtmek hiç de abartılı olmasa gerek. Hem de söz konusu farklı halklar kendi anadilleriyle eğitim görüp, kendi iradeleriyle bir yönetim oluşturmuşlarsa bu durum ittihatçılar tarafından doğal bir tehdit olarak zaten algılanabilir.
Yani Kuzeydoğu Suriye’de kurulan demokratik Özerk yönetimin Türkiye için fiziki bir tehdit olması fazla önemli değildir. Çünkü o yönetim mevcut Türkiye hükümetinin ne kadar toplum dışı olduğunu gösteren bir örnek olabilir.
Kadınların başörtüsü ya da türbanı ile değil öncülüğü, yöneticiliği, toplum yaşamına her alanda eşit katılımcılığı temelinde özgür yaşam simgesi olması da mevcut AKP-MHP iktidarı için doğal bir tehdit anlamına gelebilir.
Bir zamanlar Suriye’nin kuzeyinin bazı yerlerinde dünyaca lanetlenmiş IŞİD ve El Nusra gibi insanlık düşmanlarına karşı hoşgörü ile yaklaşan hatta onları desteklediği bile iddia edilen AKP-MHP iktidarının Suriye halklarının bir parçası olan ve Suriye’nin demokratik birliğinden yana olan bir toplumu düşman sayması ve tehlike olarak görmesi aslında kendi kimliğini de ele vermektedir.
Belki askeri harekâtlarla bir dönem için tehlike sayılanlar bertaraf edilebilir, belki geçici sınır genişletmeler de yaşanabilir ama tarihin de çok sık tanık olduğu gibi bu tür güçler için yenilgi ve yargı kaçınılmazdır. Önemli olan bu tür savaş politikalarında halkların daha fazla zarar görmemesidir.
Bugün AKP-MHP iktidarı bu gerçeklere rağmen neden bu savaş politikasında ısrar etmektedir? Sorun gerçekten “terör” sorunu mudur? Eğer öyle olsaydı IŞİD ve El Nusra vb. için de tüm dünya terörist diyor. Ama onları Türkiye hiçbir zaman tehdit olarak görmedi. O zaman sorun “terör” değil başka bir şey diyebiliriz.
Kuzeydoğu Suriye’de Kürtler IŞİD’e karşı mücadelede öncülük ettiler. Bu bir gerçek. Ruslar da bunu söylüyor. Ama bununla sınırlı kalmayıp diğer halkları da bu mücadeleye ortak ederek yeni siyasal yapılanmayı halklar mozaiği zenginliği ile bezediler. O zaman demek ki sorun önce Kürt olunması ve diğer halklar ile özgürlüğe dayalı kardeşlik ilişkisi kurularak bunun bir yönetim mekanizmasının oluşturulması.

Diğer bir konu Ortadoğu gibi bir sahada kadına yaklaşım önemli bir kriter olmaktadır. IŞİD ve El Nusra zihniyeti ile kadınlar alınıp satılarak köle gibi pazarlara sürüldü, haremlerin zevk aracı gibi kullanılarak, çocuk doğurma makinasına dönüştürüldü. Hatta bazı kadın pazarlarının Antep ve Hatay gibi illerde herkese açık bir şekilde kurulduğundan bahsedildi. Bu durumu “öfkeli gençlerin tepkisi” olarak görüp tolere eden AKP-MHP iktidarının kadın özgürlük çizgisinin bir kuram olmaktan çıkıp gerçeğe dönüşmesini bir tehdit olarak görmesi kadar doğal bir şey olmasa gerek. Buradaki tehdit nedir? Eril iktidar yapılarının kadınları istediği gibi kullanmasının mümkün olmadığı bir örnek olması. Kuzeydoğu Suriye’de harem kurulamaması, çok eşlilik olmaması ve kadınların politikanın temel bileşeni olması doğal bir tehdit olmaktadır.
O nedenle “barış koridoru” diye adlandırılan yeni harekât aslında kadının özgürlüğüne, halkların özgür birlikteliğine ve her farklılığın iradeleşmesine karşı yapılmak istenmektedir.

Yeni İttihatçıların Kürt ve petrol sorunu

Bugün Libya’dan Doğu Akdeniz’e oradan da İran sınırına kadar yaşanan birçok sorun direkt mevcut AKP-MHP iktidarı ile bağlantılandırılmaktadır. Bu kadar geniş bir coğrafyada hem de çok ciddi ekonomik-siyasi problemlerle karşı karşıya olan bir iktidar neden her tarafta savaşmayı tercih eder?
Bugün Türkiye’de, bölgede Osmanlı mirası üzerinden egemen olmaya çalışan bir iktidar var. Ve bu iktidarda olan Osmanlı torunları dünyanın en zengin petrol yataklarından çıkarılarak petrolsüz-gazsız bir alana hapsedilmenin öfkesini yaşıyorlar. Dikkat edilirse bölgede her ülkenin -hem de ihraç edecek kadar- petrolü var ama Türkiye’nin yok. Türkiye’nin nedense o kadar uğraşılmasına rağmen bir türlü tüketilemeyen hem de giderek sayısı artan Kürtleri var yalnızca. O Kürtlerin önemli bir kısmı da su kaynaklarını bir tarafa itersek zengin petrol yataklarının üzerinde yaşıyor.
İşte yeni İttihatçılar yüz yıl öncesinden paylaşılmış bu petrolün bir kısmına sahip olmak istiyor. Eğer İran karışırsa başta Kürdistan eyaleti olmak üzere Azerbaycan toprakları da bu nedenle Türkiye’nin yeni paylaşım alanı olabilir.
Libya’daki Türk varlığı, Doğu Akdeniz’deki hırçınlık, Kerkük’te olan bitenler, Musul’un hemen dibindeki Başika’daki askeri varlık, Hakurke’deki askeri harekatlılık vb. Bunların hepsi İran da dahil olmak üzere enerji kaynaklarına ulaşma çabası. Kuzey Irak’taki referandum sonuçlarının AKP-MHP iktidarı tarafından bir tehdit olarak algılanmasının nedeni de bu amaçla idi. O topraklar ne kadar kriz merkezi olursa ve işin içinde Kürtler de varsa Türkiye müdahale hakkına sahip olabilir anlayışı mevcut iktidara hakim. Kuzey Irak Yerel Yönetimi bu durumdan ne kadar haberli bilinmez ama durum bu. Mesela şimdi KDP-YNK Kerkük’te ortaklaşarak bir vali seçti ama hiçbir zaman nüfusun 4’te 1’i kadar bile olmayan daha çok IŞİD çizgisinde olan Türkmen cephesi  bu durumu kabul etmemektedir. Valinin kendilerinden olmasını istemektedir. Ve işin garibi bu alanda IŞİD eylemlilikleri de artmaktadır. Bu da AKP-MHP iktidarının politikasıyla ilgili gibi görünmektedir.
Kısacası mevcut iktidarın “terör” sorunu filan yok. Kürt ve petrol sorunu var. Toplumsal zenginliğe karşı alerjili olan bu iktidar bulunduğu her yerde sadece kültürel değil adeta ekolojik çölleştirme harekâtı yapıyor. Bugün Türkiye’nin her tarafında da bunlar yaşanıyor. Kadın kırımı, Kürt kırımı, tarih ve doğa kırımı başta olmak üzere her düzeyde emek kırımı ve kültürel kırım yaşatılıyor.
Peki bu devran böyle mi gidecek? Ya da her zaman AKP-MHP iktidarının dediği mi olacak?
Belki bu soruların yanıtını önceden kısa erim için kestirmek mümkün değil. Ama 20’nci yüzyıl başında yıkılan imparatorlukların gerçekleşmesi de hayalden öteye bir şey olamaz. Belki bu hayaller bölge üzerinde güç yarışında ve yeni denge arayışında olan uluslararası güçler tarafından kullanılabilir. Şu anda da kendisine ne kadar “yerli”, “milli” demiş ve ne kadar toprak işgal etmiş olursa olsun sadece bu iktidarın değil Perslerin de imparatorluk kurma şansı yoktur. Sadece bu hayalleri başka güçlerin çıkarları için kullanılan bir malzeme olmadan öteye geçemez. Yani sadece bazı güçlerin kullanım araçları ya da koltuk değnekleri olabilirler. IŞİD de bir kaç yıl zafer ilan edip halifelik kurduğunu dünyaya duyurdu. Saddam da Kuveyt’i işgal ederek Arap dünyasının liderliğine gelebileceğini sandı. Ama olmadı. IŞİD’i başta bu iktidar olmak üzere kimse kurtaramadı. Saddam da Kuveyt işgalini gerekçe göstererek Irak’a saldıran ABD’ye bir anlam veremedi. Büyük bir Şaşkınlıkla  “Kuveyt işgalini onlar teşvik etmişlerdi” dedi. Benzeri bir durum bugün AKP-MHP iktidarı açısından da yaşanabilir.
Zaten şu anda bu iktidarın Kürt karşıtlığı tüm güçlerin kullanım hanesine bayağı kar sağlamaktadır. Öyle ki bu düşmanlık sadece Türkiye halklarının sırtına yük bindirmekten başka bir işe yaramamaktadır. Kürt karşıtlığı mevcut iktidarı tüm değerleri, zenginlik ve güzellikleri satar hale getirmiştir. Öyle ki bu karşıtlığın artan enflasyon, hayat pahalılığı, liranın değer kaybetmesi ve artan dışa bağımlılık, borçlanmanın temel nedeni olduğunu da itiraf etmek zorunda kalmıştır.

Savaş ve barış

Astana’da resmi açıklamaların dışında neler konuşuldu bunu bilmek mümkün değil. Acaba yeni bir Afrin projesi mi hazırlandı? Rusya, Kuzeydoğu Suriye’nin rejime teslimi için Türkiye’yi mi baskı aracı olarak kullanıyor. Termik santralin, Türk akımı ve S-400’lerin ardından savaş uçakları projesi karşılığında yine Kürtleri mi pazarlıyor, elbette bu da bilinmez. Bir zamanlar Chemberlayn da Hitlere Sovyetler birliğini peşkeş çekmişti. Chemberlayn da Hitler de tarihe karıştı. Putin’in ailesinin de içinde olduğu bir direniş ordusuyla Naziler tarihin çöp sepetine gönderildi. Elbette tarihten ders çıkarmak önemli. Afrin’in gibi şimdi de Kuzeydoğu Suriye mi kurban edilmek isteniyor?  Bütün bunları yakın zamanda anlamak mümkün.  Ama ne Afrin ne de Kuzeydoğu Suriye kendi kimliğinden soyutlanamayacak. Çünkü dönem 1945’ler değil ve dünya, Kürtleri ülkeleriyle birlikte ifade ediyor. Bunu zaman zaman mevcut iktidarın büyük ortağı hatta AKP başkanı da söylüyor.
Rejim ve İran açısından da benzeri bir soru sorulabilir. AKP-MHP iktidarı bugün Suriye’de yaşananların baş sorumlusu olmasına rağmen yeni bir Afrin durumunun yaşatılması ne kadar bu güçlerin işine gelecek. Suriye’nin toprak bütünlüğünün bozulması sadece 30 km derinlikle sınırlı kalmayacak. Fırat’ın her iki yakası için de geçerli olacak. Çünkü petrol yatakları ağırlıklı olarak oralarda. Halep adeta bir çekim merkezi haline getirilerek Osmanlı yurdu gibi sunuluyor. Ve İdlib bu nedenle halen çözümsüzlük içinde bir kaos merkezi gibi duruyor. Ve şu da açık ki İdlib sorunu sadece Türkiye ile ilintili değil esas olarak ABD politikalarıyla bağlantılı geriliyor ya da gevşiyor. Yani Türkiye’nin içinde olduğu Astana ve orada verilen sözler tek başına çözüm getirmiyor. O nedenle yeni bir ateşkesin hemen arkasından yeniden çatışmaların şiddetlenmesi ve el kaide güçlerinin Rus üssüne saldırması ABD’den bağımsız ele alınmasa gerek. Yani İdlib’de kontrol ne rejim ne de Türkiye’nin elinde. Belki de İdlib çözümü İran ve esas olarak da ABD ve Rusya uzlaşması üzerinden gelişecek.
ABD açısından belki Fırat’ın batısında bir NATO egemenlik sahası, doğusunda da müttefik bir gücün egemenlik sahasının olması onun çıkarlarına daha uygun gelebilir. Her iki durumda da Suriye fiilen bölünmüş olmaktadır. Bu anlamda yeni bir Irak modeli uygulanmak isteniyor olabilir. Şu ana kadar da ABD IŞİD’e karşı mücadelede temel müttefiki olan Demokratik Suriye Güçleri’ni ve Kuzeydoğu Suriye topraklarının tehdit altında olmasını istemediğini söyledi. Güvenli bölge tartışmaları bu eksende gündeme geldi. Türkiye’nin kaygılarını ve Kuzeydoğu Suriye’nin güvenliğini esas alan bir politik tutum içinde olduğunu belirtti. Yani buna göre sınırlı ya da kapsamlı bir askeri hareketlilik olmayabilir.
Ama diğer taraftan hazırlığı yapılan IŞİD mahkemeleri süreci var. Yargılamalar her an mevcut AKP-MHP iktidarının yargılamalarına dönüşebilir. Bunun engellenmesi ve eğer mümkünse IŞİD tutuklularının kurtarılarak yeni bir cihat sürecine sokulması isteniyor olabilir.
Diğer yanda İran sorunu giderek ciddileşiyor. Her ne kadar AKP-MHP iktidarı yaptırımlara uymayacağını söylüyorsa da fiili bir durum karşısında İran’a müdahale güçlerini de hazırlamaya çalışmaktadır. Bunun için Irak’ın kuzeyinde süren askeri hareketlere paralel olarak İdlip-Afrin-Bab gibi yerlerdeki cihatçı grupları ve tutuklu IŞİD’lileri Irak sınırına doğru hareketlendirmesi gerekmektedir. Yani Eğer ABD de onaylarsa “barış koridoru”nu cihatçı koridoru olarak donatacaktır. Yani bu koridor Irak, Kuzey Irak ve giderek İran pastasından pay kapmaya da hizmet edecektir.  Belki de bu durumu  varsaydığı için İran Dere Zor tarafında milis güçlerini artırarak konuşlandırmaktadır. Olası Türk saldırısını hem fırsata dönüştürmek ve hem de Türkiye’nin İran ve Irak’a yönelik politikalarını boşa çıkarmak istiyor olabilir. Bu da bir anlamda ABD ve müttefiklerinin İran kuşatmasında bir gediğin açılması anlamına gelmektedir. Sadece bu nedenden dolayı bile olsa olası Türk saldırısı ABD’nin İran politikalarının boşa çıkartılmasına hizmet anlamına geleceği için ABD tarafından reddedilebilir. Buna göre de mevcut AKP-MHP iktidarını ortak paydalarda buluşturan bir diplomatik süreç başlatabilir. Bunların hepsi bir olasılık.
Bu değerlendirmelerden de anlaşılacağı gibi plan sadece Kuzeydoğu Suriye değil, Irak ve İran kapsamı içinde ele alındığında bu çılgınlığın nedeni daha iyi anlaşılabilir.
Bütün bunlara rağmen geçici çıkar ilişkileri üzerinden AKP-MHP iktidarına destek sunmak aynı zamanda bölgenin çok daha derin bir kaosa sürüklenmesine neden olabilir. Bu durum yeni dinamiklerin açığa çıkması kadar eski güç dengelerinde ciddi bir değişim sürecinin başlaması anlamına da gelebilir. Üçüncü dünya savaşı olarak tespit edilen süreç farklı gelişmelerle daha da derinleşebilir.
Bütün bunlar olmak zorunda mı? Gerçekten çözüm bu mu? Elbette olmayabilir ve eğer istenirse çözüm daha farklı gelişebilir.

PKK lideri Abddullah Öcalan

İmralı’dan sürekli dışarıya ulaştırılan demokratik siyaset, barışçıl müzakere ve yumuşak güç kullanımı perspektifi geleceğe ilişkin yaşanacak dramların, acıların önünü alacağı gibi bu temelde oluşacak demokratik Türkiye modeli ile sadece bölgede değil dünyada da hatırı sayılır bir güç haline gelinebilir. Bunun tarihsel örnekleri de vardır. Kürtlerin desteği ile Türkler bir yurt sahibi olabildi. Yine Kürtlerin desteği ile bir dünya gücü olurken en son kurulan cumhuriyetin temel bileşeni de yine Kürtler oldu. Aksi durumda bugün bu topraklar farklı egemenlik alanlarının bir parçası olacaktı. Şimdi Kürtlerden korku üzerine oluşturulan paranoya ile bölge yeni bir kaosa sürüklenmek istenirken Türkiye Cumhuriyeti yeni Sevr durumu ile karşı karşıya kalabilir. Yani dimyata pirince giderken evdeki bulgurdan olunabilir. Böyle bir tehlikeyi öngörmek siyasetin daha yapıcı olmasının önünü açabilir.
Bilinmeli ki savaşa karar verenler hiçbir zaman nasıl biteceğini önceden kestiremezler.