Bir sürü an yaşayıp bazı sahneleri zihnimizden silemiyoruz. Benimki, enkazlara, enkaz altındaki belki sağ belki ölmüş çocuklar için bağlanan renkli balonlar görüntüsü. Ne hissedeceğimi bilemediğim bir görüntü. Gördükten sonra üzerinden ne kadar süre geçtiğini fark etmeden öylece bakakaldığım bir görüntü. Aşağıdaki çocuk için yukarıda bir balon. Afet bölgesindekilerin psiko-sosyal hali oldukça farklı, kimler neden ne hissederek yaptı bilmiyorum. Beni hissizliğe sürükledi, o görüntünün olduğu yerin bir parçası haline getirdi.
Herkes bir görüntüye takıldı belki ve o görüntünün olduğu yerin bir parçası oldu. Böylece zihinlerimizdeki deprem bölgesi yayıldı da yayıldı.
Sadece takılı kaldığımız görüntülerle değil, çok farkında olmasak da her yer deprem bölgesi haline geldi. Bir mantığı, örüntüsü, rasyonalitesi veya duygusu yok: sürekli yeni deprem veya artçılarla sallananlar, belki refah seviyesi iyiyken veya hayatında birçok şey yolundayken bir anda kendini aşevi yemeği sırasında bulanlar, hangi fayın ne kadar aktif olduğuna bakıp başlarına gelecekten korkanlar, korkuyla yaşayamayıp bir an önce olsun bitsin diyenler, yıkıntıların arasında yeni bir hayat kurmaya çalışanlar, başka yerde evlerini açanlar, evlerini açanlara destek olanlar, kira fiyatlarını artırıp bir de kiracılarını tehdit edenler, çocuk çadırında balon şişirenler, çocuk çadırına oyuncak götürenler, çocuk çadırına kurs açanlar, ha yıkıldı ha yıkılacak binadan eşyasını almaya çalışanlar, yollarda göçler, ayağındaki cam kırığı yarasıyla enkazdan insan kurtaran köpekler, hatırlı gönüllü rantlar için milyarlarca yardım toplayanlar, kumbarasındaki parasını yardım montunun cebine koyanlar, çadır isteyen belediye başkanları, mahallesine yeni taşınan bir çocuğun sallantı-bina-kapalı alan korkusunu anlamaya çalışan çocuklar, uykusuz muhabirler, yurdundaki eşyasını boşaltıp başka bir yurda ailesiyle depremzede olarak yerleşen gençler, ihale bekleyenler, proje bekleyenler, sevap paylaşanlar, tır yükleyenler, tır soyanlar, fay hattını taşımayı önerenler, kimliği belirlenemeyen çocuklar, kayıp çocuklarını arayanlar, psikolojik ilk yardımlar, psiko-sosyal destekler, suçiçeği vakası, sokaklar, arabalar, seralar, çadırlar… Uzar gider.
Zihnimizdeki görüntüler epeyce kalacak gibi ama her yerin deprem bölgesi olması ne kadar daha sürecek bilmiyorum. Toprak sakinleşmiyor, nasıl sakinleşsin gerçi… Biz nasıl sakinleşiriz onu da bilemiyorum. Burada normalleşme değil sakinleşmenin altını çiziyorum. Çünkü artık eski-yeni normallere epeyce doyduk. Normalleşmeyi kelime olarak duymak bile tepki göstermemize yetiyor. Bu sebeple sakinleşmeden kastım normalleşme değil. Sakinleşmeden kastım unutmak da değil. Ya da kenara çekilmek, sormamak sorgulamamak da değil. Ders çıkarmak hiç değil, burası en zayıf yerimiz zaten. Sakinleşmeden kastım burayı kabul edip rutin oluşturma, birlikte iyileşme, yüz yüze gelebilme, temas gibi şeyler. Şöyle bir his: bir yanımızın bahar bahçe olmasını acıları omzumuza yükleyerek beklemek… Öte yandan sakinleşebilecek miyiz sorusuna sürekli felaket anlatıları ve yaşantıları ile kesin bir “hayır” cevabı veren bilim ve doğayı gözetmek de önemli. Bir de tabi sakinleşince belki tırlar soyulmayacak, belki ev sahipleri kirayı artırmayacak, belki arkadaşıyla bir araya gelip bir ders notunu konuşan çocuk okuldan sonra eve girerken korkmayacak, belki yardım şova dönüşmeyecek ve dayanışma daim olacak gibi umutlar da var.
Sakinleştikten sonra ne olacak, birlikte göreceğiz. Gerçek anlamda bahara ötelediğimiz umutlarımız neye evrilecek, birlikte göreceğiz. Çadır-konteynır kentlerden taze umutları, bahar huzurunu birlikte bekleyeceğiz. Ebrar sitesi gibiler yerine kültürü yeniden inşa etmenin yollarını da birlikte bulacağız. Kimsenin aklının kimseden üstün olmadığını, birlikte delirip birlikte akıllanmanın toplumsal iyiliğimize katkılarını birlikte göreceğiz.
Herkesin sakinleşmesi eş zamanlı da olmuyor elbette. Biz sakinleştikçe belki doğa da durulur, onu kabul etmemiz, rutinin bir parçası haline getirmemiz gerektiğini bize çok çok acı bir şekilde gösteren muhteşem doğa. Dağların altındaki enerjiyi ve birikimi, doğanın aklını ve uyumunu hiçe saymamamız gerektiğini bize peş peşe bize gösteren doğa. Onunla savaşmak yerine ona uyumlanmak zorunda olduğumuzu bize göstermek için küçüklü büyüklü yaklaşık 7000 kere bizi sarsan doğa. Sakinleşmeyi ve uyumlanmayı öğrenmeyi; “toplumsal”ın kapsamını genişletmenin yollarını bir an önce bulmayı diliyorum. Cinsiyet, yaş, coğrafya gibi ayrımcılıklara bürünmeden her işin bir yapabileni olduğunu unutmamayı da ekliyorum. Akıl akıldan üstün değil de, neyin nasıl yapılması gerektiğini bilen akıl diğerlerinden üstün. Akıl statüden, ranttan, ihaleden, yolsuzluktan, soygundan üstün. Daha fazla delirmeden, kendimizi işini bilen akla emanet edebildiğimiz bir sakinlik diliyorum.
Tuğba Canbulut kimdir?
Marmara Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nden mezun oldu. İstanbul Üniversitesi’nde Sosyal Politika ve Sosyal Hizmetler Yüksek Lisans Programını ve Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Doktora Programını tamamladı. İstanbul Üniversitesi – Cerrahpaşa’da akademik hayatına devam ediyor. Ağırlıklı olarak çocuk hakları, politik katılım ve toplumsal cinsiyet eşitliği konularında çalışıyor.