HDP, Taksim patlamasından bir hafta önce esasen bir dünya sokağı olan İstiklal’den dünyaya barışın sesini duyurmak istemişti. Tüm İstanbul emniyeti HDP’lilerin bu sesini kısmak için İstiklal’e yığılmıştı. Hemen bir hafta sonra ise aynı yerde hala ne amaçla yaptığını henüz bilmediğimiz zavallı bir insanın eline, belki de içinde ne olduğunu bile bilmediği bir bomba verildi; ve o da elini kolunu sallaya sallaya gündelik yaşamını sürdüren binlerce masum insanın ortasına bu bombayı bıraktı. İçinde minik bir çocuğun da olduğu 6 insan yaşamını yitirdi. 81 insanımız ise çeşitli yara ve travmalarla atlattı.
Olayın dehşet veren yanı -her ne kadar birileri bu işi eline yüzüne bulaştırmış olsa da- aslında insanların arasında bomba patlatma oyununun eline yüzüne bulaştıracak kadar sıradanlaşması, bizim en çok dehşete kapılmamız gereken yerdir. Mesaj şu mudur? “Sıradan bir insan, en özgür olduğunuz anları dehşete çevirebilir; bu kadar savunmasızsınız ve biz istersek hayatınızı mahvedebiliriz.” İşte bu sıradanlık çok korkunç. Bombalar altında yaşamaya alıştırılıyoruz. Son 7 yılda defalarca bomba patlamış; yüzlerce insanımız yaşamını yitirmişti. Aramızda patlayan ve yüzlerce sevdiklerimizi, dost ve arkadaşlarımızı bizden alan bu bombaların kimin işine yaradığını tabi ki de sorgulayacağız, ama daha da önemlisi “bu bombalar neden aramızda patlamaya devam ediyor, ne zamana kadar bombalarla yaşayacağız” sorgulamasıdır. Elbette dedektif tarzı sorular ve analizler yapamayız, yapmamalıyız da, bu bizim işimiz de değil… Bizler bombacının oraya nasıl geldiği, olayı nasıl planladığı ve kimlerden nasıl bir destek aldığı kısmını bilemeyiz, belki de hiçbir zaman bilemeyeceğiz. Bize düşen bu tür şiddet içeren olayların politik, insani ve ahlaki yanını sorgulamaktır. İstanbul gibi bir şehrin en kalabalık ve en güzel caddesinde neden bombalarla birlikte yaşamak zorunda kaldığımızı, güvenliğimizin neden sağlanmadığını, savaşın neden bitmediğini, neden hala bazı insanların bizim için ölmek zorunda kaldığını, neden bizim için ölmelerine rağmen yine de bizlerin de ölmeye devam ettiğini sorgulamak zorundayız. Ve aslında olmazsa olmaz temel soru; neden hala bu savaşı ve şiddeti durduramayan, ateşe körükle giden bu beceriksiz hükümeti yıllardır başımızda tutuyoruz? Bu soruları daha çok ve daha sıklıkla sormalıyız.
İstiklal’deki patlamayla ilgili bütün bulgular cihatçı grupları işaret ederken olayın hemen sonrasında hemen Rojava Kürtleri hedef gösterildi ve büyük bir hava operasyonuyla buraya yönelik şiddet ve savaş tırmandırıldı. Oysa ki zanlı Albashir’in yeni ifadesi[1] ortaya çıkmış, ‘Abim ÖSO’da üst düzey komutan’ demiş olmasına rağmen Rojava’ya yönelik öfke, nefret ve hamasi duygular köpürtülerek saldırılar başladı ve devam ediyor. Türkiye’de 2015’ten beri tüm olaylar, manipüle edilerek Rojava Kürtlerine saldırının bahanesi haline getiriliyor. Fırat’ın kenarında kaybolan koyunu bulamamanın basiretsizliği, her kaybolan koyunun hesabını Kürtlerden sorma kolaylığına dönüştü; bu kolaycılık yerli ve milli olmanın sefaleti ile birleşince her defasında tüm toplumu geren, halkları karşı karşıya getiren operasyonel siyaset devreye girip hepimizi huzursuz ediyor.
Türkiye’nin sınırları genişletme stratejisi veya yayılmacılık
Belli ki bu yanlış politikalardan dolayı Türkiye, Suriye savaşının yan etkilerini daha uzun süre yaşayacak gibi görünüyor. Zira on yılı aşan ve hala süren savaşta Ankara çok riskli işlere girişti. Ağaca koşarak çıkıp da inmesini beceremeyen köylünün ruh hali söz konusu. Suriye savaşının risklerini birçok insan defalarca dile getirdi; fakat bu kesimler ya ihanetçi ilan edildiler ya da dikkate alınmadılar. İktidarın bu tavrı siyasi kibir mi, bildiğini okuma mı, yoksa Kürt fobisi mi, belki de hepsi… Suriye savaşına dahil olduğu günden beri mülteciler meselesi başta olmak üzere, önce sınır illeri daha sonra da ülkenin tümü radikal İslamcıların lojistik merkezi haline getirildi. Savaş derinleştikçe Batılılar Kürtleri tercih etti, Türkler ise İslamcılara dost, Kürtlere düşman oldu. Bir anda Türkiye’nin kendi Kürtleriyle yürüttüğü barış yerle bir oldu ve sonrasında hala şiddetle sürdürülen Kürt kavgası büyük bedellerin ödenmesine neden olurken, belirsizlik ve tedirginlik giderek büyüyor.
Suriye savaşıyla birlikte Türkiye’nin sınırlarının değiştiğini kabul edelim. Dahası sınırlar güneye doğru genişlemiş durumda. İktidar bloğu ona göre siyaset yapıyor. Türkiye’nin elini kolunu sallayarak komşu ülkelere girmesi kendi iç sorunlarını çözmemesi ile ilgili hakikati aşmış durumda. Her ne kadar sınır ötesi askeri harekatlar PKK ile mücadeleye dayanıyormuş gibi lanse edilse de mesele bundan ibaret değildir. Başka ülkelere ait yerleşim merkezlerini boşuna 81. 82. vilayet olarak etiketlenmiyor. Suriye savaşından aldıklarını içerde istediği gibi bir yatırıma çeviremeyen iktidar muhtemelen en azından sınırları genişleterek bari dünyaya ve ülkeye büyüme imajı vereyim diye düşünmüş olabilir; haliyle sınırların ileriye çekilmesinden kaygı duyulmuyor.
Türkiye’nin İçişleri Bakanı nasıl ki Hakkari ve Edirne’den sorumluysa Efrin, İdlip ve Suriye’nin resmî toprakları olan ama Türkiye’nin yönettiği diğer yerleşim birimlerinin de iç işlerinden sorumlu olduğunu her defasında ispatlamaya çalışıyor, oradaki açıklamalara, açılışlara katılması, oralarda gözaltı yapması bunun somut göstergeleri. Haliyle İdlip ile İstanbul, Cerablus ile Ankara arasında sınırlar kaldırılmış durumda. Ekonomik, siyasi ve yöntemsel olarak aynı perspektif ile yönetiliyor. Mevcut durumda Türkiye’nin sınır boyları Hatay ve Kilis’te bitmiyor, PYD ile Suriye devletinin elinde olan bölgelerin sınırlarında bitiyor.
Bu patlama veya olayın bağlamı Suriye’deki risklerin içeriye taşınması ile bağlantılı olarak okumak gerekiyor. İçeride yaşanan ve yaşanabilecek kaotik risklerin tümünü savaşın büyümesi, sınırların genişlemesi ve yüklerin ağırlaşmasının sonuçlarıyla ilgili olduğunu düşünmeyen her analiz büyük bir yanılgı ve daha da kötüsü bir öngörüsüzlük olarak bu şiddetin uzun süre sürmesine daha fazla katkı sunmaktan başka bir işlev görmeyecektir.
Muhalefetin savaş, kan ve yayılmacılık neşesi
Muhalefetin hala “sınırlar kevgire dönüştü” tezi ise o kadar mevcut gerçeklerden uzak ki! İYİ Partili Fahrettin Yokuş; “Bugün itibarıyla sınırlarımız kevgire dönmüş ise, terör eylemleri İstanbul’un göbeğindeki İstiklal Caddesi’ne kadar inmiş ise, İstanbul dünya uyuşturucu baronlarının ve mafya babalarının cirit attığı ve infazların gerçekleştiği bir vilayetimiz hâline gelmiş ise sizin günahınız ve vebaliniz yok mu?”[2] diye iktidara soru sorarken kendi payını görmezden geliyor; iktidar bloğunun her askeri ve siyasi yayılmacılık planlarının icra edildiği dönemlerde iktidarın arkasında nasıl dizildiklerini unutuyor. Sonuna kadar desteklediği yerli ve milli partnerlerin tüm günahlarından ana muhalefet bloğu da sorumludur.
Türkiye’nin desteğiyle Suriye savaşı boyunca tek merminin patlamadığı, rejimin geri çekildiği, Kürtlerin ve diğer halkların yönetiminde olan zeytin şehri olan Afrin’i hatırlayalım. Radikal dincilerin eline geçince on binlerce masum insanın yerinden edildiği, kent nüfusunun bin yıl önceki kanunlarla yönetilmeye başlandığı ve tamamen erkek aklının tüm çirkinliklerinin damgasını vurduğu ve maalesef taciz, tecavüz, hırsızlık, eziyet ve işkence merkezi haline gelen barış şehri Afrin’i…
Tüm kötülükler art arda dizildiğinde ve şehir distopik bir kente döndüğünde “Afrin’de güzel şeyler oluyor” tezinin sahibi olan ana muhalefet, Taksim patlamasının da Suriye’den Türkiye’nin içine taşınan tüm risklerin de sorumlusu ve ortağı olmaktan kurtulmayacak. AKP’ye taktik yaptıklarını planlarken AKP’nin taktiği içinde sersemleştiklerinin farkına bile varamadılar. Kendine demokrat, kendine laik, kendine ilerici; Kürtlere, komşu ülkelere ve halklara gelince faşizmden geri durmayan, gericiliği öven bu çarpık ve tutarsız medeniyet savunuculuğunun taktiği ancak böyle olabilir. Dolayısıyla komşu ve kardeş halkların başına bomba yağarken alkışlayan muhalefet, kendi ülkesinin barışını da savunamaz, yangınına da su dökemez. Başka bir ülkenin savaşına odun taşırken kendi ülkenizin huzurunu kuramazsınız.
Komşuluk, kardeşlik ve etik
Türk dış politikasında önemli bir temel bir motivasyon olan “Yurtta sulh cihanda sulh” mottosunun artık güncel dış politikada bir karşılığı yok. Bu mottodan kaynağını alan strateji, yerini sürekli olanak ve imkanlar bağlamında kendisinden daha zayıf olanlar üzerinde icra ettiği güç gösterisine dönüştü. Oysa ki Suriye ve Irak yaralı ve yoğun iki ülke; yönetici elitlerin aptallığından, budala siyasetinden dolayı gasp edilmiş, talan edilmiş, katledilmiş iki toplum. Kürtler bu iki ülkede yıllarca katliamlardan geçirilip sömürülmesine rağmen sabretmiş, son kertede yine en makul yollardan giderek emperyalistlerin bu ülkelere yönelik saldırılarına teşne olmadan ama hakkını ve hukukunu da arayan bir halk. Türkiye’nin bu iki yaralı komşu ülkeye ve Kürtlere müdahale etmenin etik bir karşılığı yok mu? Türkiye bu iki ülkeye yönelik artık keyfiyete ve şova dönüşmüş ağır bombardımanları, yeni askeri teknoloji denemelerini İran’a, İsrail’e veya Rusya’ya karşı kullanabilir mi, hayır! Bir gecede Rusya Türkiye’nin 34 askerini katletti, ama Türkiye ortaklığını güçlendirmekle yetindi, Rusya özür bile dilemedi. Peki Türkiye bu yaralı iki ülkeden ne ister, Kürtlerle derdi nedir? Mesele güç meselesi mi, büyük balık küçük balık meselesi mi, batan geminin mallarına yönelik fırsatçılık mı? Türkiye’nin gücü yaralı iki ülkeye ve Kürtlere eziyet etmeye mi dayanıyor?
İstiklalden barışa haykırmak
Peki bu durumda savaş ve şiddete, bombalara sessiz mi kalacağız, buna alışmamız mı isteniliyor? İstanbul Bağdat mı olacak? İstiklal Caddesi kriminal bir sokak mı olacak, hepimiz yeniden evlerimize, işyerlerimize mi kapanacağız, sağımızdan solumuzdan geçen herhangi bir mülteciye bombacı muamelesi mi yapacağız! Savaşa hayır demeyecek miyiz? Asla böyle bir hataya düşmemeliyiz. Bunların tümü yanlış. Evet korkmakta haklıyız. Evet tedbirli olmak zorundayız. Evet bu iktidarın bulaştığı ve içinden çıkamadığı kaos hepimizin hayatını ve geleceğini doğrudan etkiliyor. Ama içe kapanarak sadece kendimizi kandırmış olacağız. Cesur olmak zorundayız. İstanbul Kürtlerin en büyük şehri. İlk önce Kürtler İstanbul’un barışını savunmalı, Kürtler barışı İstanbul’dan kurmalı; sonra kadınlar, Aleviler, işçiler ve emekçiler… Barışı İstiklal’den haykırmalı, savaşa tam da insanların katledildiği yerde karşı çıkmalı. İstiklal’den Kobanê’ye, Süleymaniye ve Hewler’e çok güçlü bir barış zinciri kurarak, tüm dünyada devam eden savaşa, şiddete ve ölüme hayır denilmeli.
İstiklal’de en güzel ezgiler yankılanmaya devam etmeli. Sanatçılarımız, ozanlarımız, dengbejlerimiz burada konserler vermeli. Şairlerimiz şiirlerini burada okumalı. Kabul etmemeliyiz… asla bu tür ölümleri kanıksamamalıyız. Felakete karşı durmak tüm yurttaşların temel sorumluluğu. Meclisteki siyasi parti grupları bir an birbirlerini suçlamadan çarpıcı protestolar gerçekleştirebilir.
Patlayan her bomba, başlatılan her savaş özgürlüklerin askıya alınmasını, toplumsal sorunların çözümünün tozlu raflara kaldırılmasını beraberinde getiriyor. Patlayan her bomba yoksulların daha çok yoksullaşması, Kürtlerin daha çok sömürülmesi, kadınların daha çok ezilmesi ve şiddete uğraması anlamına geliyor.
Sokağı savunmalı, siyaseti sokağa taşımalı, dostluğu ve barışı sokakta kurmalıyız. Sokak hepimizin geçtiği bir yol, selamlaştığımız, dostlarımızla buluştuğumuz, anılarımızın, özlemlerimizin taşıyıcısı olan kadim mekanlardır. Sokakta bizim hayatımız akıyor. Hayatımızın elimizden alınmasına izin veremeyiz.
Herkesi evine kapatmaya çalışan şiddet aklı, kaderci, gerici, yobaz ve paranoyakça bir toplum inşa etmek istiyor. Zira böyle toplumları yönetmek kolay; işte tam da bunu kabul etmemeliyiz. İstiklal başta olmak üzere ülkenin en kalabalık yerlerinde barışı, dostluğu ve kardeşliği savunmaya devam etmeliyiz. Bunu yapabiliriz. Başka ölümlerin olmaması için bunu yapmak zorundayız. Siyaset tehditlerle ve şiddetle olağanüstü durumlar yaratarak ayakta kalıyor. Tehditlere boyun eğmekten daha büyük bir risk olamaz.
[1] https://www.cumhuriyet.com.tr/turkiye/son-dakika-istiklal-caddesindeki-saldiriyi-gerceklestiren-ahlam-albashir-yeni-ifadesi-ortaya-cikti-2004673
[2] https://www.yenicaggazetesi.com.tr/soylu-erdogani-sabote-ediyor-599425h.htm
Mehmet Nuri Özdemir kimdir?
MKÜ Eğitim Fakültesi ve Anadolu Üniversitesi Sosyoloji mezunu. 3 yıl sağlık memurluğu, 13 yıl öğretmenlik hayatından sonra 2016 yılında çıkarılan 675 sayılı KHK ile işinden atıldı. Gazete Karınca’da okur-yazar.