John Steinbeck’in ölümsüz eseri “Gazap Üzümleri”, yazıldığı 1939 yılından bugüne hala güncel bir kitap. Tam da kapitalizmin emek sömürüsünü sonuna kadar derinleştirdiği ve yeraltından yerüstüne dek her yerden iniltilerin yükseldiği böylesi bir dönemde…
Gazap Üzümleri, aklının içinde adım atacak yer kalmayanların, yorgunluktan uyuyamayanların, yollarda hikayesini kaybetme ile yüz yüze kalmışların serencamıdır. Joad ailesi şahsında takip ettiğimiz bu yol hikayesinden de rahatça görüleceği üzere, aslında deriyle kaplı acı yığınlarının anlatısıdır. Bu yığınların Amok koşusuna dönüşen yolları, kapitalizmin lanetine, 1929 Büyük Buhran’ın acı çatlaklarına çıkıyor.
Fakat kitabın gücü, göze soktuğu bağlamında değil; kurgusu ve söylemediklerinden geliyor. Kitabı anlamsal izlekte domine eden ve en akılda kalan yanı “öz güç” meselesi olabilir. Öz gücüne güvenmenin, kolektif bilinçle hareket etmenin ve varlığı buradan kurmanın hayatiliği o kadar sarih aktarılmış ki, gerçek bir siyasal manifesto gibi duruyor, ki öyledir de…
Kitabın temalarını din, emek sömürüsü, sınıf savaşı, ezen-ezilen diyalektiği ve toplumsal direniş gibi yerlerden takip etmek mümkün.
Steinbeck kaçak güreşmiyor. Aklından geçeni yazamıyorsan, söylemeye değer bir şey değildir diyor. Bireysel kurtuluş değil kolektif duruş diyor, bireyciliği mahkûm ediyor. Karanlıklarda mahsur kalanların, kavga halindeki aç insanların, polis tarafından dövülenlerin, çılgına dönüp haykıranların yanındayım diyor. Küçücük umutlardan doğan gülüşlerin, kendi emeği ile yarattıklarından faydalanabilen zamanların şafağındayım diyor Steinbeck.
Hatta bir adım daha ileri giderek ilke ve ülküleri için ter dökmeyen, bu yolda mücadele etmeyen insanlardan korkun diyor, çünkü bu nitelik var olmanın temelidir, bizi biz yapan ve diğer her şeyden ayırandır ona göre.
Kitabın ana karakterlerinden, cezaevinde iken örgütlü olmadan hiçbir şeyin başarılamayacağını öğrenen ve öncülüğe adım atan Tom Joad’ın hapisten yeni çıkıp, ailesini görmeye giderken ilk gördüğü şeyin terkedilmiş, yıkılmış bir ev olması tesadüf değildir. Çünkü akıp giden sayfalar, bu yıkıntılar arasında neyin kurtarılıp kurtarılamayacağının çetelesi gibidir. Rahipliği terk eden Casy’nin ilk zamanlar düşman olarak gördüğü “şeytanın” bir yanılsama olduğunu, esas şeytanın görülmeyen, şekli şemalı belli olmayan, kendini sürekli sahte maskelerle saklayabilen sömürü düzeni olduğunu fark etmesine benzer şekilde, daha birçok şey bilince çıkacaktır o yolda.
Casy’den devam edelim. Casy’ye göre kötülüğü yaratan devlettir. Polisler kötülüğü önlemezler, tam tersine yaratırlar ve bunu çarpıtarak yoksulların sırtına yüklerler. Egemenin kötülük kol gezerken takındığı nobranlığa “Burada gözyaşlarının dile getiremeyeceği bir üzüntü var” diyerek isyan eder.
Kitabın direniş ve örgütlenme boyutu Tom üzerinden rasyonalize edilir. Tom, özgürlükten yanadır, halktan yanadır. Dürüstlük onun vicdanıdır. Aç ve yoksul yüzbinlerin öz bilinçlerine varmaları ile hiçbir silahın onları durduramayacağı inancındadır. Zaten kitap boyunca birlik olamamaktan şikâyet eder. Yine Tom bir adım ileri giderek “Öz Gücü” kurtuluş reçetesi olarak gösteriyor. Bin bir zahmetle çektikleri/çıktıkları yolda “kendilerini yöneten”, öz güçlerine dayanarak iş yapan bir kamp onu çok etkiler. Kitabın sonlarına doğru, polisten kaçıp saklandığı tarlada ona yemek getiren annesine “İnsanlar kendi kendilerini yönetebilirler. Sorunlarını kendileri çözebilirler. Polisler ortalıkta silahlarıyla olmayınca düzen çok daha kolay sağlanıyor. Bunu her yerde hayata geçirmek gerekiyor. Neden kendi kendimizi yönetmeyip, toprağımızı işletmeyelim?” der. Bunlar dönemine göre ileri görüşlerdir ve öz gücün evrensel aklına işarettir.
Gerekli olan sadece buna inanmışların birlikteliğidir, bir aradalığıdır.
Tüm yol boyunca parçalanan aileye ve sorunlara göğüs geren, ayakta kalabilen anne ise “Biz halkız… Ölmeyiz” diyerek destek çıkar oğluna. Tarlada çalışan bir işçi de kendi gücüne yaslanmanın, kendine yetebilmenin tehlike olarak görüldüğünü, sistemin böylece çıkar elde edemediğini söyleyerek net bir teşhis koyar olan bitenlere…
Yasa halktan yana değildir, şartlar değildir, patron değildir. Kitabın bir yerinde “Eğer tutturdukları şey yasa olsa, dayanır insan. Ama yasa değil. Bunlar bizim ruhumuzu törpülüyor. Kırbaçlanan köpekler gibi kıvranmamızı, sürünmemizi istiyorlar. Çökertmek istiyorlar bizi” diyerek bir mim koyar.
Kitaba göre devlete karşı toplum savunulmalıdır. Din, ekonomi, güvenlik ve daha pek çok alan üzerinden egemenlik kuran devlet, dinin de yardımı ile kötülüğünü derinleştirmektedir. Bombalar yağdırması, insanları ölüme göndermesi, emeği sömürmesi ve tüm bunların yanında savaşı sürdürmekte ısrar etmesi onun temel misyonudur.
Steinbeck bu düşünceleri ile adeta günümüze çentik atmaktadır.
Steinbeck iki önemli konunun daha altını çizer. Birincisi “ben”den, “ben” dilinden, zihniyetinden çıkıp “biz”e doğru evirilmenin gerekliliği… İkincisi, yukarıda da kısmen ifade ettiğim üzere mücadelede ilkelere bağlılık, hedefe odaklanmadır. Evet, tüm bunlar yol öğretmiştir Joad ailesine, aile şahsında da Tom’a.
Hikayeyi yolun orta yerinde, hüzünlü bir kare ile bitiren Steinbeck, yolun bitmediğini, devam edecek çok yol olduğunu der gibidir.
Bunu da aidiyet duygusundan, neden “ait olduğunda ısrar” edilmesi üzerinden anlatır. Ve sözü nerede ölüyorsak orası bizim vatanımız, toprağımızdır demeye getiriyor. Yine kitaba gidelim:
“Doğru, ama burası bizim toprağımız. Bu toprağı biz ölçtük, biz parselledik. Biz bu toprağın üstünde doğduk, bu toprağın üstünde vurulduk, bu toprağın üstünde öldük. Bu toprak bir işe yaramasa bile, yine bizim toprağımızdır. Bu toprağı bizim yapanda bunlardır; onun üstünde doğmamız, onu işlememiz, onu üstünde ölmemiz. İnsana malın sahibi hakkını kazandıran bunlardır, üzerinde bir sürü rakamlar yazılı bir kâğıt değil.”
Şüphesiz bu yapıt birçok şey diyor. Hepsinde de kendi gerçekliğimizi, yorulmuş göz kapaklarımız altındaki dünyayı görürüz.
***
Durup dururken bu kitabı hatırlama/hatırlatma sebebim Emek ve Özgürlük İttifakı’dır. Malum, süreç olarak Lerna bataklıklarındaki Hydra’nın ağzındayız. Yeni bir dil ve moment aranıyor.
Kötülüğün, yakıcılığın, felaketin, şiddetin, ölümlerin, göçün, dağılıp kaybolmanın, faillerin her yüzüne tanıklık edip, acıyla yoğrulanların oluşturduğu ve beraber yürüme iradesine demir atmış olan bu ittifakın hikayesi ile kitabın hikayesi örtüşüyor.
O halde yolun kendisi ve sonucu da pekâlâ örtüşebilir, pes etmeyenlerin zaferini muştulayabilir bize.
Mesele yolun sonuna varmaktan öte oraya nasıl vardığın nasıl kat ettiğindir. Bugün bu yolun en görkemli duraklarından birinde kendimizi en doğru ifade ettiğimiz, bilincimizi keşfettiğimiz bir zaman diliminde birlikte yaşam, birlikte mücadele diyoruz…
Yaşamın amacı, amacı olan bir yaşamdır diyerek; hakiki demokrasiyi yaratmaya çalışıyoruz. İttifak ile ben’leştirilen bizler, biz’leşmek istiyor… Bundan ötürü özgürlük, özgür yaşam diyor; bu kavganın insanlığı ilgilendirdiğini ısrarla ifade ediyor.
Kötülüğe boğulmuş yoksulluk kaderciliğini, gaza boğulmuş sahte adaleti, kurşunlarla- tanklarla hizaya getirmeye çalışılan kardeşliği, yalanlarla yürütülen siyaseti, erkekleştirilmiş hakaretvari kadın politikalarını, ikiyüzlülüğün din diye satılmasına ısrarla karşıyız diyor bu ittifak.
Özetle;
Emek ve Özgürlük ittifakı, örgütlenmiş bir gerçekliğe dönüşüp, kendi gücüne ve mirasına yaslanabilirse; ‘umudun dengesini’ de yaratacak, ülkeyi de dinmeyen gazap yağmurundan kurtaracak tek güçtür.
Daha da büyümesi, acil görevleri üstlenmesi ve gücünü görmesi dileğiyle…