Cuma Daş
Ne yaparsak yapalım, hangi suni gündemi yaratırsak yaratalım dünyanın çözemediği, aksine derinleştirdiği ve her geçen gün daha da büyüyen mülteci konusuna çarpıyoruz. Akdeniz sularında Avrupa’ya geçmeye çalışırken batan botlarda kıyıya vurmuş bedenlerin, sınır tellerinin yanı başında soğuktan donmuş bedenlerin haberleri neredeyse sıradanlaştı. Hiç tercih etmediği ya da tarafı olmadığı bir savaşın ortasında kaldığı için, başka bir ülkeye yerleşip burada hayatını sürdürürken ırkçılığa maruz kalan mülteci haberleri öylesine rutin hale geldi. Aslına bakarsanız mülteci kavramının doğmasına yani insanların mülteci olmasına sebep olanların bu konuya dair bugüne kadar elle tutulur hiçbir kalıcı politikaları olmadı. Dolayısıyla dün olduğu gibi bugün de mültecilik ve mülteciler hayatlarına sebep olan güçler için sadece birer koz oldu. Voltaire bu kısım için şunu söyler “Eğer hiçbir göçmen olmasaydı, icat edilmeleri gerekirdi” işin özü bu.
Üzerinde duracağımız asıl mesele ise mültecilere dönük ırkçı yaklaşımlar aslında. Bu konuda özellikle son beş yılda hem dünyada hem de Türkiye’deki artış korkunç boyutlarda. Hükümetin mülteci politikasının temeli tamamen menfaat ve koz olduğu için topluma da yansıyan yanı bu oluyor haliyle. Yani bu ülkede uzunca bir süredir sayısı hiç de azımsanmayacak kadar mültecilere yer olmadığını, mültecilerin onların istihkakını aldığını düşünen bir anlayış hakim. Ne yazık ki bu anlayış bugüne kadar mültecilere saldırı, aşağılama, hakaret ve ölüm olarak yansıdı. İşin en tuhaf ve acı tarafı ise bu anlayışın sadece hükümetin politikasının yansımasından ibaret olmadığı. Kendine “Ana Muhalefet” diyen hatta Sosyal Demokrat” diyen partinin de bu konudaki politikası pek iç açıcı, pek insani ve çözüm odaklı değil. O da mültecilerin “misafir” olduğunu ve artık evlerine geri gönderilmeleri gerektiğini savunuyor.
Evet maalesef CHP bu politikasını bir süredir gündeme getirmese de Bolu Belediye Başkanı Tanju Özcan’ın ırkçı uygulamalarına ses etmeyerek alttan alta söz konusu politikasını bu şekilde sürdürüyor. Nitekim Tanju Özcan’ın yabancı uyruklu kişilere nikâh ve su ücreti fiyatlandırmasına ilişkin gündeme getirdiği maddeler Belediye Meclisi’nde oy çokluğuyla kabul edildi. Buna göre; Bolu’da yabancılar için yani mülteciler için, nikah ücreti 100 bin lira, suyun metreküpü 2,5 dolar oldu. İki ayrı maddenin ırkçılıkla ilgili alt metni şöyle; nikah fiyatları çok yüksek olsun ki mülteciler evlenemeyip dolayısıyla ‘çoğalmasınlar’ anlayışı, su fiyatları yüksek olsun ki, en temel ihtiyaç olan suya bile ulaşamayıp Bolu’yu terk etmeye mecbur kalsınlar. Zamanında HDP Milletvekili Sırrı Süreyya Önder’in CHP için kullandığı “sen su vermeyen zihniyetin adamısın” lafı burada karşılık buluyor işte.
Zygmunt Bauman ‘Kapımızdaki Yabancılar’ kitabında mülteci sorununu irdelerken konuya üç temelden bakar. Birincisi medya; Baruman, medya aracılığıyla ortaya çıkan bir göç paniğinin dünyayı kasıp kavurduğu üzerinde duruyor ve bu paniğin suiistimalleri de beraberinde getirdiğine dikkat çekiyor. Bauman, insanlığın kayıtsızlığından, başkalarının acısından etkilenmeyen yığınların varlığından yakınıyor. İkincisi “güvenlik” Bauman, dünya genelinde gerek iktidarlar gerekse de medya eliyle toplumlara sürekli bir biçimde güvensiz bir dünya profili çizilmesinden duyduğu rahatsızlığı anlatıyor. Ve son olarak
“Birlikte ve Kalabalık” adını verdiği üçüncü bölümde ise Bauman, hayatta kalma ve yok oluş arasındaki tercihte herkesin sorumlu olduğunu, ya hep birlikte yaşamayı başararak birbirimizi var edeceğimizi ya da “biz”e benzemeyene saygı duymayı öğrenemeyerek yine hep birlikte yok olup gideceğimizi düşünüyor. Aslında Bauman’ın ilk iki gerekçesi işin sorun olan kısmı ya da onun deyimiyle “şok” olan kısmı, üçüncüsü söz konusu şokun çözüm yolu yani hep birlikte bir çözüm bulma yolu.
Yaratılan bu panik hali toplulukların ani reflekslerle verdikleri zararların çok ötesinde artık. Bolu Belediye Başkanı Tanju Özcan’ın yerel de olsa mülteci politikaları bu devletin resmi bir kurumunun kayıtlarına geçmiş oldu. Dolayısıyla her türlü ırkçı kötülüğün önü ve yolu daha da genişletilmiş oldu. Kim bilir belki de yaşasaydı Bauman, “Kapımızdaki Irkçılar” olarak adlandırırdı bir sonraki kitabını. Burada ırkçılığın topluma nasıl yayıldığını, nasıl normalleştirildiğini, en asgari insani değerlerden nasıl uzaklaşıldığını anlatırdı belki de. Bizler, kapıyı çalanın değil, kapının ardındakinin dünyayı yaşanmaz hale getirdiğini iyi bileceğiz, neredeyse dünyanın her yerine nefret tohumu ekenlerin bu tohumlarının milyonlarca hayatı zehirlediğini iyi bileceğiz.