Karmakarışık

Karmakarışık

Hakan Yurdanur

Bir şeyi olduğu gibi adlandırmamak, onu ismiyle çağırmamak en hafif nitelemeyle yalan söylemektir. Fiilin yok edildiği dil siyasetinde adlandırmalar günün ihtiyaç ve çıkarlarına göre düzenlenmekte. Bu düzenleme ile birlikte birçok şey de değiştirilmekte. Lampedusa’nın “hiç bir şeyi değiştirmemek için her şeyi değiştirmek gerekiyordu” sözünü hatırlatırcasına yapılmakta tüm bunlar.

Sınıflı toplumda ki iktidarın sömürüyü gizlemek, baskıyı meşrulaştırmak, düzenin değişmezliğini kabullendirmek amacıyla yaptıkları da tam da Lampedusa’nın söyledikleridir. Eğer bu söylenenlerin ve ardında yatan gerçeklerin kilidini açmak istiyorsak elimizde ki kavramların tanımlarını doğru yapmalı, yanlışları deşifre etmeliyiz. Bunun için de gündelik yaşam da sözü edilen şeyleri düşünce mertebesinde eleştirebilmeli, içselleştirebilmeli, kimden kaynaklandığını ve kime yöneldiğini iyice görebilmeliyiz. Bu aynı zaman da piyasacı tekçi düşüncenin de karşısında bir duruş demektir.

Bir yalanın büyütülmesi ve bunun içinde sık tekrarlanması o yalana inanan insan sayısı ile doğru orantılıdır. Yalanın büyüyerek inandırıcı gücünün artması için sınırsız konuşmalar ile gündem meşgul edilmekte, algı sınırları zorlanmaktadır. Hiç bir şey söylememek için çok şey söylenmektedir… Böyle olunca da söz değil ses yükselmekte, içerik anlamını yitirip boş bir kabuğa dönüşmekte.

Sürekli enflasyondan söz ediliyor. Ama enflasyondan ne anladığımız, anlamamız gerektiği üzerine sınırlar konuyor. “Sorumlu kim” sorusu hep devretmekte. Sınıflı bir toplumda tüm sınıflar aynı anda enflasyondan şikayet ediyorsa burada bir sorun var demektir. Sermayenin iradesi dışında enflasyon olabilir mi? Birde enflasyonun (ve diğer piyasa kavramlarının) insan üstü bir şeymiş gibi sunulması durumu var. 1980’lerin “enflasyon canavarı” tanımı boşuna uydurulmadı. Canavarla da sıradan insan baş edemeyeceğine göre insanüstü sermaye imdada yetişmeliydi. Enflasyon emperyalizmin ürünü, egemen sınıfların koruyucusudur! Gelin görün ki bunlar söylenmez. Çünkü emperyalizm demek savaşlar, katliamlar, insan ve doğa kıyımları, sömürgecilik, açlık, sefalet demektir de ondan.

Bir şeyi söylememek için başka şeyler söyleme literatüründe ileri durumdayız. Kumar dememek için şans oyunu demek buna bir örnek. Böyle adlandırılınca da oynayanın sürekli kaybettiği bu işleyiş masum hale getirilmekte. Hatta bir adım öteye gidip program sonu para ödemesi yapılan bilgi yarışmaları her televizyon kanalını süslemekte…

Kişi başına düşen gelir deniyor. Aslına bakarsanız kişi başına düşmeyen gelir demek daha uygun. Bu durum sadece para ile de sınırlı değil. Kişi başına düşmeyen özgürlüğü, eşitliği, adaleti de eklemeliyiz.

Borç dememek için kredi sistemi diyorlar. Sistemde herkes birbirine ve bu herkes toptan doğaya borçlu. Nedense bu borçtan hiç söz edilmez. Kredi kartım deniyor da neden adıyla çağırıp borç kartı denmiyor sormak gerek.

Yaşanan tüm finans oyunlarının kazananı bankalardır. Bankanın soyguncu olduğunu unutup paramızı ona teslim edebiliyoruz. Kedinin eline ciğer verilir mi diyoruz ama o kedinin ölüm kampı olan barınağa gönderilmesine sessiz kalabiliyoruz. Asıl soyguncu bankayı görünür kılmamak için kediyi sallayan kuyruğudur masalıyla avunuyoruz.

Kediyi öldürüp onu kuyruğundan sallayarak poz verenlerin spor adı altında avcılık yaptığını görüyoruz ama avcılık cinayettir diyenlere uzaktan bakıyoruz. Cinayetler bununla da bitmiyor. Kadınları öldüren erkek kapitalizmin sınıfsal ve politik saldırıları karşısında ağır tahrik indirimi kalkanı ile karşılaşıyoruz.

Yaşamı ölüme, ölümü de paraya çeviren bir sistemle karşı karşıyayız. Tüm bunlar olup biterken birilerinin “paraya bu kadar önem vermeyin, paradan daha değerli şeyler var hayatta..” demesine karşılık; iyi de paradan daha değerli şeyleri yapmak içinde yine para gerekiyor sistem böyle işliyor demek gerekiyor. Fiyatını bilip değerini bilmeme sorunu çağın hastalığı olmuş.

Seçimler ve sandıklar arasına sıkıştırılmış siyaset yapma biçimimiz gün geçtikçe daraltılıyor. Daha önceden kurgulanmış seçenekler arasında seçim yaptığımıza inanıyoruz. Neden irade sandıktan çıkınca milli oluyor sorusunun cevabı ile pek ilgilenmiyoruz.

İlgilenmeme durumu toplumsal mücadelelere tepkisiz kalmaktan çok, tepkisizliğin bir mücadele biçimi olarak görülmesinden kaynaklı sanırım. Hal böyle olunca da emek adı altında insanın, toprak adı altında doğanın satışını izleyen sayın seyirciler oluyoruz. Sayın seyircilerin siyasi özgürleşmesi ile paralel gerçekleşmesi gereken insani özgürleşmesi başka zamanlara ihale ediliyor.

Sistemin dayattığı köleler olmaya zorlanmak ve bu zorlanmayı unutmak başka soruların da kıyıya vurmasına neden oluyor. Neden herkes toplumun kötüye gittiğini söylüyor ve kabul ediyor ama kendisinin kötüye gittiğini söylemiyor ve kabul etmiyor? Toplum insandan bağımsız, başka bir yerde yaşayan bir tür canlı mı?

Başladığımız gibi bitirelim. Karmakarışık yapının bütününü değiştirmek için bir yerden başlamalı ve adıyla çağırmalı…